18 Kasım 2018

Tanya'ya mektup: Bugün senin ölümünün dokuzuncu günü...

Senden bana kalan son anılardan biri bu davetiye. Üzerinde şöyle yazmışsın: Her şey hakkında ve ölümün kıyısında birazcık da hayat hakkında...

Sevgili Tanya,

Arkadaşım, meslektaşım, bir dönem birlikte televizyon programı sunduğum iş ortağım.

Bugün senin ölümünün dokuzuncu günü.

Buralardan çok uzakta ve taze kazılmış bir Ortodoks mezarının içinde, başındaki bir sürü insanla bir kez daha vedalaşıyorsun.

Muhtemelen kar yağıyordur şimdi Belarus’ta.

Ablan gömüldüğün günün karlı fotoğraflarını yollamış, “Doğa bile Tanya’nın arkasından ağladı” diye yazmış altına...

*             *             *

Ne kadar oldu görüşmeyeli?

Sanırım 1 Kasım 2017’de, senin Rejans’taki 38. doğum gününde düzenlediğin şiir dinletisinde görüşmüştük en son.

Davetiyen işte burada:

“Tatyana Krasovskaya Yavuz... 1.11.2017, 16.30...” “Her şey hakkında ve ölümün kıyısında birazcık da hayat hakkında” diye yazmışsın davetiyende...

“Ölümün kıyısında...”

Ne kadar uzun süre geçirdin sen “ölümün kıyısında”, benim güzel arkadaşım?

Yedi yıl mı? Daha mı fazla?

Hayatta kalmak için neredeyse her yöntemi denedin. “Modern tıbbın yanı sıra alternatif tıptan da, hatta şarlatanlardan bile medet umdum” demiştin bana bir keresinde. Yaşamdan ve iki kızından ayrılmamak için öylesine direndin ki! Ben senin kadar mücadeleci birini görmedim, belki de hiç göremeyeceğim.

Sen tanıdığım birçok insandan ve bu arada benden çok daha fazla seviyordun hayatı...

Kaç ülkeye ve kaç kente gittin kanseri yenebilmek için...

Gündüz kemoterapi alıp gece dönüş yolunda bindiğin Tel-Aviv-İstanbul uçakları seni hatırlar mı acaba?

*             *             *

Sevgili Tanya,

Öylesine uzun zaman geçti ki görüşmeyeli...

Yok, hayır, aslında geçen gün ben seni gördüm.

Altı gün önce.

Sen açık tabutun içinde uyuyordun.

Ne kadar küçülmüş, ne kadar zayıflamıştın...

Ve çektiğin acılar nasıl da teslim almıştı yüz ifadeni...

Galiba sonunda kurtulmuştun.

Ama biz geride kalıp hâlâ yaşamaya devam edenler, bir türlü anlayamadığımız ölümün sadece tek bir cephesinden bakarız gidenlere. Ve onları bir daha göremeyecek olma duygusuna tutsak oluruz. Biraz da kendimiz için ağlarız sizlerin arkasından...

Ben de birkaç kez ağladım pazartesi günü İstanbul’un ucube bir sokağında seninle vedalaşırken.

O eski halim yok artık; kurşunlandığında ve bıçaklandığında gülüp geçen delikanlı ben miydim!

Şimdi neredeyse dokunsan ağlıyorum.

Ve gücümü toplayıp dokundum. Senin babana dokundum. Bana döndü. Birkaç kelime söylemeye çalıştım. Beceremedim. Birkaç dakika sonra onun beni yatıştırmaya çalıştığı bir yerden devam ettim hayata.

Ablanla da benzer bir sahne olmak üzereydi, zor atlattım.

Annene başsağlığı dilemek için törenin sonuna kadar bekledim. Pek konuşmadan onun ellerini avuçlarıma alıp sonra yine saçmalamadan hızla oradan kaybolmayı seçtim.

Arkama bakmadan hızla Beyoğlu’na doğru koşturdum.

*             *             *

Beyoğlu’nda beni seninle tanıştıracak olan Olga’nın belirlediği saate yetişebilmek için koşturuyordum.

Sanırım 4-5 yıl önceydi.

Sohbet ettik. Seninle ilgili ilk izlenimlerimden birini çok net hatırlıyorum: “Bu kız, gerçek gazeteci!”

Ve ondan birkaç yıl sonraki o “iş görüşmemiz” canlanıyor gözümde.

Tele1’de Rusya odaklı bir televizyon programı yaparken yayın sürem artınca çoktandır aklımdaki bir şeyi gerçekleştirme kararı almıştım: Yanıma Türkçe konuşabilen bir Rus gazeteci alarak programı birlikte sunmak.

Tanıdıklarım içinde en uygun aday sendin.

Teklif ettiğimde şaşırdın. Sevindin. Hemen konsantre oldun.

Ve ilk ayrıntılı görüşmemizde bana “laf arasında” sorunundan bahsettin: Kanserdin. (Hem hastalık, hem de hastalığa yakalanan insan için aynı kelimeyi kullanmak ne kadar vahşi!)

Ben de hangi aşamada olduğunu, doktorların sana ne kadar şans verdiğini anlamaya çalıştım.

Merakımı hissettin ve gülerek cevapladın: “Doktorların dediğine bakarsan 2-3 yıl önce ölmem gerekiyordu.”

Ben de güldüm. Sonra bir sesizlik oldu. Ne diyeceğimi bilemediğimden dolayı sana teşekkür etmeyi denedim, “samimiyetin için”...

Seninle birlikte çalışmak da çok güzeldi, dertleşmek de.

“Gerçek gazeteci”, gerçek bir insan ve dost olmuştu benim için. Ve iç dünyasına, inceliğine, fedakârlığına, inanılmaz manevi gücüne hayran olduğum “gerçek bir Rus kadını”...

*             *             *

Ölümünden sonra Whatsapp yazışmalarımızı okudum tekrar. Bana gönderdiğin sesli mesajları dinledim. O zamanlar göremediğim bir şeyler aradım.

Ne kadar çok şaka varmış o yazışmalarda... “Ölümün kıyısında” olan birisi için ne kadar şakacıydın, Tanya!..

Son aylarda birkaç kez görüşmek istemiştim. “Pek görüşecek halde değilim” diye kibarca reddediyordun beni.

Bir şeyler söylemenin ve yazmanın dışında senin için hiçbir şey yapamamak bana kendimi suçlu hissettiriyordu.

En son 17 gün önce, 1 Kasım’da yazmıştım sana:

“Doğum günün kutlu olsun, sevgili arkadaşım. Seni çok özledim.”

Kaç gün geçti, “okundu” işareti bir türlü belirmedi bu mesajımın yanında.

Sonra o cumartesi dört hecelik kısa haber geldi:

“Tanya öldü.”

Pazartesi vedalaştık seninle.

Ve “okundu” işaretinin yeşili yandı birden. Telefon baban Valera’daydı artık.

Ertesi gün vasiyetinde istediğin gibi, ninenin ve dedenin mezarına komşu olman için memleketine götürdüler seni.

Karlı bir havada gömdüler.

Ve bugün senin ölümünün dokuzuncu günü...

Belarus’un Mogilev kentinde taze kazılmış bir mezar başında sevdiklerin seninle vedalaşıyor.

Ve belki de yine kar yağıyor.     

*             *             *

Bense önümde senin Facebook sayfan açık, öyle oturuyorum saatlerdir...

Her bir kelimeyi ağır bir taş gibi yüreğimden sökerek bilgisayar ekranına aktarmaya çalışıyorum.

Ve her tıkandığımda, senin sayfanın tepesine yerleştirdiğin fotoğrafa bakıyorum:

Karlar içinde bir çiçek...

Kardelen...

Kara, kışa, soğuğa aldırmadan mücadele etmesini, toprağın içinde boy verip yaşamasını, yüzünü güneşe dönmesini becerebilen, narin görünümlü ama çok güçlü bir çiçek...

Facebook’ta sahiplerinin ölümlerine aldırmadan varlıklarını sürdüren kimsesiz sayfalara biri daha eklendi.

*             *             *

Yazı bitti.

Sen öldün.

Sayfa kaldı.

Son noktayı koymadan sayfada seninle ilgili notlardan biri çarptı gözüme. İçinde senin yazdığın bir şiir vardı. Bir yerinde şöyle diyorsun (umarım çok fazla yüzüme gözüme bulaştırmadan Türkçe’ye çevirebilirim):

Ölüme 100 öpücük

Doktor kelimeleriyle yaylım ateşi açıldı üzerime,         
Telefondan isabet aldım. 
Bu ruhsuz ses tonuyla yola çıkan ölüme                                   
Hiç de hazır değildi yüreğim.                                              
Kafamda bir uğultu hissettim. 
Yanağımda ise ebediyete kadar kalacak                          
ilk öpücüğünü ölümün...

Kaçmaya çalışmadım, tartışmadım.
Sadece gözlerinin içine baktım ölümün.
Karanlığa direnmedim, bir ışık yaktım.
Geriye bakmadım.
O zamandan beri hep yanımdadır benim.
Şimdiyse artık omuz omuzayız.
Bazen kulağıma fısıldar ısrarla:
Haydi artık gidelim, kalksana!

Galiba arkadaş olduk biz ölümle.
Hatta söyleyebilirim onu sevdiğimi bile.
Onun da öpücükleri eskisinden şefkatli, hissediyorum.
Sanki onda en yakınımı görüyorum.
Ondan daha sadık ve dirençli kimseyi bilmiyorum.
Belki de onun ardından gölgelere karışma vaktidir?
Kim bilir, belki de o benim ışığımla birleşir...

Yazarın Diğer Yazıları

Güzellik ve hüzün, bir ülke ve bir kadın…

Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı. Bir kadın için de... Bir ülke için de...

Sahi, şu anda kim iktidar kim muhalefet?

En son ne zaman o farklı insanlardan tek bir tanesini kazanmayı başarabildiniz?

Ne şarkılara pranga vurulabilir ne de anılara

Bazen bir müzik, bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de bir görüntü aniden insanın içini sızlatır, canını yakar