09 Kasım 2013

Muhafazakâr demokrat yapımız noktasında ruhsal gelişim ve ruh sağlığımız

Biz insanlar, toplu halde yaşayan varlıklarız. Sosyal olarak, duygusal olarak veya başka maddi gerekçelerle, topluluklar içinde yaşıyoruz...

 

Biz insanlar, toplu halde yaşayan varlıklarız. Sosyal olarak, duygusal olarak veya başka maddi gerekçelerle, topluluklar içinde yaşıyoruz. Aslanlar, kartallar gibi, doğada bir başına, birbirine uzak ve özgür yaşayan, yavruları avlanabilecek hale gelir gelmez herkesin kendi yoluna gittiği bir yaşamsal organizasyonumuz yok.

Aile adı verilen sosyal birim içine doğuyoruz, hepimizin annesi-babası var, onlardan biri yoksa bunların yerine geçebilecek dedeler, nineler, dayılar amcalar, halalar var. Hepimizin aile olarak adlandırdığı birileri bulunuyor. Fiziksel ve ruhsal gelişimimiz de, diğer memelilere kıyasla çok yavaş olduğundan, ailelerimiz, yaşamımızda uzun yıllar etkisini sürdürüyor. İçine doğduğumuz ailenin, kişiliklerimiz, seçimlerimiz, evliliklerimiz ve hatta bizim kendi kuracağımız ailenin tarzına bile tahmin ettiğimizin çok üstünde bir etkisi var. Dolayısıyla, özgür seçimler, sınırsız özgürlük, kendini yaşamak gibi kavramlar, çok cazip ve kulağa hoş gelse de, aslında bugünkü kimliğimizin, o kadar da serbest gelişmediğini, özgür irade sandığımız şeylerin, farkında dahi olmadığımız bazı biyolojik süreçler ile aile ve çevrenin etkileşimiyle ortaya çıktığını kabullenmemiz gerekli. İnsanlar, ailelerine, çevrelerine ve sosyal statülerine göre bazı sınırlamalar içinde yaşıyorlar; zannedilenin aksine, bu tür sınırlamalara dâhil olmayan, kendi sosyal ve ahlaki sınırlarını(bu daire çok geniş de olabilir dar da) belirleyememiş ve muğlâk bir özgürlük hissi ile yaşayan bireyler, diğerlerine göre daha az mutlu oluyorlar. Aşırı özgürleşmenin bedeli çoğu zaman depresyon oluyor.

Zurnanın zırt dediği yer de tam burası! Psikolojik gelişimimiz öyle enteresan ki, kendine güven, girişimcilik, sorun çözebilme kapasitesi, yaratıcılık gibi bazı sosyal yetenekleri geliştirebilmemiz esasında sosyal ve psikolojik olarak özgür olmayan bizlerin, kendimizi ‘özgür’ hissetmemizden geçiyor. Bu konuda en çok sözü geçen kişi, bebeklerin gelişimi üzerinde yıllarca gözlem yapıp bir ‘ayrımlaşma-bireyleşme ‘ kuramı oluşturan Macar asıllı Amerikalı psikiyatrist Margaret Mahler’dir. Mahler çocukların fiziksel gelişmeleriyle elde ettikleri bazı kapasitelerin, o döneme özgü psikolojik gelişme ve kazanımları tetiklediğini, bebeğin doğduğunda biyolojik olarak ‘yaşadığını’ ancak psikolojik doğumunun biraz daha geriden geldiğini iddia eder. Doğar doğmaz ayakta durabilen tayları düşünün, bir de ayakta doğru düzgün adım atabilmek ve komik bir durum karşısında gülebilmek için bir sene beklemek zorunda olan insan yavrusunu. Aradaki fark çok açıktır ve mesele, aslında evrimsel olarak insan türünün beyninin fazla gelişmiş olması, fiziksel olarak belli bir noktaya gelince daha fazla ana rahminde kalamaması ve doğmak zorunda olmasıdır. Ancak doğduğumuzda beyin gelişimimiz tamamlanmış olmadığı için, ancak emme refleksiyle hayatta kalırız ve doğru düzgün bir beyin yapısı gerektiren psikolojik süreçler arkadan gelir. Mahler gayet haklıdır.

Bebek emeklemeye başladığında, bireyleşmenin ilk tohumları da atılır. Altı ay civarında başlayan ayakla ve elle itme hareketleri, emeklemeye başlayınca yerini uzaklara gitme eğilimine bırakır. Uzuvlarını, ellerini ayaklarını kullanabilen bebek bundan büyük keyif alır ve hareketlerinin engellenmesinden hiç hoşlanmaz. Uzaklaşır ama başını bir yere çarpınca, bir engele takılınca annesini arar, araştırma ve gezinti çabasının engellenmesine büyük tepki verir. Bir de yürümeye başlayınca anlattığım olaylar daha şiddetli yaşanmaya başlanır. Bu arada ismini öğrenir, baş parmağını, ayak parmağını, kulağını, burnunu gözünü tanımaya başlar. Ayrı bir birey olduğunun, annesinin uzantısı olmadığının farkındadır artık.

Yaklaşık 15.ayda değişik bir döneme girilir. Bu dönemde bebek, bir yandan özgür ve ayrı bir birey olmanın hazzını yaşarken, aynı zamanda bunun bir bedeli olduğunun da ayrımına varır. Anneden ayrı bir birey olmak riskleri de beraberinde getirir ki ayrı bir birey olmanın kaygısı ilk defa burada kendini gösterir (ve belki de hayat boyu devam eder). Bebek, yaklaşma dönemi denilen bu dönemde, anneye yakın olmaya çalışır, kendine müdahale edilmesinden çok hoşlanmasa da, yaptıklarının annenin denetiminde olmasını, onun tarafından görülmesini, paylaşılmasını ister, elinden tutar, çekiştirir, ayrı ama yakın durmak ister. Ayrımlaşmanın ilk safhasında annenin, bebeğin ayrılma ve uzaklaşma çabasına ket vurmaması ancak yaklaşma döneminde de duygusal açıdan ulaşılabilir olması,’ ihtiyacın olduğunda ben buradayım’ hissini verebilmesi ideal olan tutumdur. Yani, olgun ebeveyn tavrı budur.
Mahler, daha çok infantil psikolojiyle ilgilendiği için gerisi üzerinde pek durmamıştır ama bu döngünün erişkin yaşa kadar devam ettiğine klinisyenler hep şahit olurlar. Çok mantıksız ve kendisine zararlı olma ihtimali olan kararlar alma arifesindeki erişkin bireyler, seçenekler arasında psikiyatristlerinin bir tarafta olduğunu hissederlerse çoğu zaman aksini yapar; seçimlerinin hatalı olduğunu bilseler de sonuçlarını kendileri görmek ister, ancak daha sonra mantıklı ve akıllıca olan seçeneklere geri dönerler. Deneyimli psikiyatristler, bu nedenle, danışan ve hastalarına asla yönlendirme yapmazlar, çünkü bunun ters tepeceğini bilirler; hatta bazen, tam aksi tarafta gibi gözükerek seçimlerin eşit ağırlıkla değerlendirilmesini sağlamaya çalışırlar.

Son zamanlarda gündemimizde olan ‘muhafazakâr demokrat’ yapının muhafazakar olup olmadığını muhafazakarlık uzmanları değerlendirebilir, ancak demokrat gibi gözükmediği de kesin. Baskıcı bir ahlakçılıktan ibaret olan bu söylem, başkalarının iyiliğinin de kendi bildiği doğrulardan geçtiğini düşünen, bireyleşme ve ayrımlaşmaya müsaade etmeyen aşırı kaygılı ebeveyn tavrına çok benziyor. Yirmi yaşına gelmiş bireylerin  hatalı seçimleri olabileceği -ki olabilir - ve bu hataların, örneğin bebeği kolundan tutup düşmesini engellemek gibi bir tutumla, engellenebileceğini düşünebilecek kadar da naif bir yandan. Oysa ayrımlaşma ve bireyleşme kuramında olduğu gibi, kendi haline bırakılan çocuk, bir süre sonra güven arayışı üzerinden ebeveyn ile zaten yakınlaşıyor. Hiç ayrımlaşmasına izin verilmeyen çocukta ise girişimcilik, özgüven gibi temel insani meziyetlerde ketlenme oluşması ve sonuçta üzerine titrediğiniz çocuğunuzun biraz ‘ezik’ olması ihtimali beliriyor. Bugün öğrenci evlerinde kızlı erkekli yaşayan, eğlenen gençlerin arasından bundan 20 sene sonrasının AKP’sinin milletvekilleri dahi çıkabilir. Başbakan, duygusal yakınlık kurulamayan ve babacan olmayan bir tavırla sert ve ahlakçı tutumunu sürdürerek, aslında doğal olarak işlediğinde farklı gelişebilecek olan bazı süreçlere müdahale ediyor farkında olmadan. Bildiğim bir şey varsa, öğrenci evleri tartışması üzerinden ötekileştirilen ve baskıcı bir devletçilikle yüzleşen gençlerin bir kısmının, yaş aldıkça, belki de başbakanın arzu ettiği normlara yaklaşabilecek bir ahlak anlayışları olabilecekse de artık olmayacağıdır.
Başbakan bu gençleri kazansın- ah keşke biraz daha yumuşak olabilse ama bu onun fıtratı- gibi söylemlerle baskıcı ahlakçılığı hoş görmek mümkün değil. Burada söylemek istediğim, insanın kendini özgür hissetmesinin önüne koyulabilecek her engelin, ulaşılmak istenin tam aksi yönde bir sonuç vermesinin neredeyse kaçınılmaz olduğudur. Muhafazakâr hayatı seçen de, modern-seküler yaşayan da, seçimi kendi yapmalı, ya da en azından öyle hissetmeli. İnsan zaten biyolojik yapısı gereği, meyve olarak oluştuğu ağacın dibinden çok uzaklara düşmüyor. Ailemizden aldığımız değerleri eğitim ve sosyal çevremiz ile harmanlayıp kendimize göre yeni bir sentez oluşturuyoruz. Bunun tek istisnası, kabullenici olmayan, uzaklaşmak istediğinde uzaklaşmaya, yaklaşmak istediğinde yaklaşmaya izin vermeyen bir ebeveyn tutumu. Muhafazakâr demokrat yapımız diyerek yaptıkları şey tam da bu. Kendi çocuklarını yetiştirirken böyle davranmalarına, özgürleştirici değil, ketleyici tutum takınarak, kendi kopya yavrularını yetiştirmelerine üzülsek de bir şey demeye hakkımız yok. Bununla birlikte, iş herkesin çocuğuna, özgürleştirici ama kişiliği güçlendirici hatalar yapma fırsatlarını ortadan kaldırıp, belli bir kişilik formatı dayatmaya gelince, sanırım bu nokta muhafazakâr ya da modern her ebeveynin tüm benliğiyle koruması gereken kırmızı  çizgisi olmalıdır. Çocuklarımız, en çok  kendilerinin, belki biraz da bizimdir, ama asla baskıcı ve ahlakçı bir devletin değildir.


Yazarın Diğer Yazıları

Post-Partum depresyon ne yapar, ne yapamaz?

Post partum depresyon ise, geçmişinde depresyon geçirmiş olan veya depresyona genetik olarak meyilli kadınlarda ortaya çıkan ağır bir hastalıktır

Hazzın doruklarından ölümün soğukluğuna: Eroin

Eroin bağımlısı, cenneti görmüş ama orada kalamamış ve bu dünyayı mecburen bir süre daha çekmek zorunda kalmış bir insan gibi hisseder

Narsisistik ruhlar paranoid dünyalar kurar

Narsisizm, insan ruhunun olmazsa olmaz, fazla olursa da tadından yenmez bir parçası… Kendini sevmeyen, şeklini, şemalını, hayattaki yerini, duruşunu ve üretimlerini beğenmeyen birisinin, mutlu bir hayat sürmesi düşünülemez.