09 Kasım 2024

Erdoğan, İmamoğlu, Yavaş, Commodus, Maksimus…

Mertlik Türk olmanın genetik bir sonucu değil. Ve tarihimiz sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikle dolu

ABB Başkanı Mansur Yavaş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu

Ne demişti Ahmet Arif 33 Kurşun şiirinde:

Yiğitlik inkâr gelinmez,

Teke tek dövüşte yenilmediler

Bin yıllardan bu yana, bura uşağı…

“Yiğitseniz teker teker gelin lan!”

Çocukluğumdan bu yana beni izliyor, yaklaşan şiddete adalet çerçevesi takmaya çalışan o çığlık.

Ama artık adalet yok, eşitlik yok, teke tek dövüş yok.

Mertlik yok!

Oysa on yıllar boyunca kulaklarımıza bu cümle fısıldandı durdu:

“Türk milleti merttir!”

* * *

Konuya gelelim. Her günkü gündemimiz iktidar!..

Ekonomimiz bozuk. Hukukumuz bozuk. Ahlakımız bozuk. Eğitimimiz bozuk. Düzenimiz bozuk…

Ama varsa yoksa iktidar!

İktidarda 22 yıldır Erdoğan var.

Son yıllarda zorlanıyor, koltuğunu korumak için türlü yöntemlere başvuruyor.

Ne var ki sallanmaya devam ediyor o koltuk.

Ve bir sonraki seçime daha epeyce vakit varken uyku tutmuyor iktidar sahiplerini.

Galiba kendini mükemmelleştirip daha iyi yönetici olmak değil çoktan beri bu siyasetin gündemi. Mesele, rakibini kötüleştirmek ve zayıflatmak.

İmamoğlu ve Yavaş Erdoğan’ın korkulu rüyası.

Birine kargalara mizah konusu olabilecek bir dava açıldı. Diğerine şu sırada benzer bir hazırlık yapıldığı söyleniyor.

Teke tek dövüşte karşındakilerin bileğini bükemeyeceksen eğer, elindeki silahlarla daha baştan kır o kolları!

Hukuku kullan, polisi kullan, basını kullan, saraylarını, uçaklarını, açık ve örtülü ödeneklerini kullan!..

* * *

Daha önce de yazmıştım T24’te çocukluk dönemimden süzülen anımı, daha doğrusu anlayışımı.

Kozan İki Haziran İlkokulu’nda mertlik, yalnızca benim için değil, birçok arkadaşım açısından da ana kavramlarından biriydi.

Mesela, kavga mı çıktı? Mert dövüşecektin!..

Ne demek mert dövüşmek?

Teke tek mücadele etmek... Ya da üç kişiye karşı üç kişi, beşe karşı beş...

Bir çocuğun üzerine birden fazlası gidemezdi. Küçük sınıflardan bir çocuğa büyük sınıflardan kimse posta koyamazdı.

Biz eşit güçte olanların dövüşünden yanaydık ve bu durumda ne olursa olsun sonucu kabul ederdik.

Duvarın ya da ağacın arkasından çıkarak aniden saldırmak, yalan söyleyip tuzak kurmak da olmazdı.

Kurallarımız belliydi. Başka türlüsüne biz “kalleşlik” derdik. Şimdi “orantısız güç” falan gibi fiyakalı laflar uydurmuşlar.

* * *

İstanbul'a geldiğimde bu kurala pek uyulmadığını gördüm.

Yıllar sonra bir gün aynı siyasi görüşleri paylaşan arkadaşlar hep birlikte İstanbul Üniversitesi'ne gidiyorduk. Aniden bir karışıklık oldu. Arkadaşların çoğu, birdenbire karşımıza çıkan birinin üzerine çullandı. Yumruklar, tekmeler... Ben ne olduğunu hemen anlayamasam da karşı çıkmaya çalıştım. Ve sert bir azar yedim:

“Bu ve bunun gibiler kaç arkadaşımızı kurşunladı, kaçını dövdü, sakat bıraktı; biliyor musun sen?”

Sustum. Ama bu sahne içime sinmedi. Ne olursa olsun, bu yapılan mertçe değildi.

Sonraki yıllarda başka “kalleşlikler” de gördüm. Bazen aynı parti veya dernek içinde farklı görüşleri savunan ve yönetimi eleştirenlerin, çoğunlukça ve zehirli kelimelerle nasıl topluca “etkisiz” hale getirildiğine de rastladım. Benim de aynı duruma düştüğüm oldu.

Şu sonucu çıkardım: Güçler dengesinde zayıf duruma düşmek, azınlıkta kalmak, hayatın en temel sınavlarından biriydi.

İnsanların çoğu bu duruma düşmekten ölümüne korkuyordu. Onlar hep güçlünün ve çoğunluğun yanında yer almaya, en azından ona karşı çıkmamaya gayret ediyorlardı. En güçlü devletin müttefiki olmak, en güçlü liderin ve partinin taraftarı olmak, en güçlü futbol takımını tutmak, iş ve arkadaş ortamında en güçlü kişinin yanında durmak önemliydi, korunaklıydı, hiç emek harcamadan getirisi olabilecek “akıllıca” bir tutumdu.

Güçlüye ve çoğunluğa karşı çıkabilmek ise her şeyden önce sağlam bir karakter ve cesaret istiyordu.

* * *

“Türküm. Doğruyum. Çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak...”

Küçükleri, güçsüzleri, azınlıkları korumak gerekiyordu. “Türk olmanın gereği” buydu...

Bu muydu?..

Galiba değildi.

Mertlik, Türk olmanın genetik bir sonucu değildi.

Evet, elbette tarihimiz “nice kahramanlıklar” ile doluydu... Doluydu da... Sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikler de vardı aynı tarihin içinde...

Muhteşem Yüzyıl'la tarihimizi hatırladık; Kanuni Sultan Süleyman'ın Pargalı İbrahim'i ve oğlu Şehzade Mustafa'yı nasıl öldürttüğünü izledik.

Her ikisi de ansızın içine düşürüldükleri tuzaklarla ve kalabalık saldırganlar eliyle katledildi. Kalleşçe...

Bizde böyle bu işler...

Düello birçok ülkede mertçe vuruşma biçimi olarak yaygınlaşmış.

Bizde kabul görmemiş...

Bizde adım başı pusu kurma, gafil avlama, sırtından bıçaklama...

Yasalar ve vicdan öyleymiş veya böyleymiş, bırak bunları usta!

Amaca giden yolda her şey mübah.

Elimizde ne varsa her şeyi kullanarak çullanalım üzerlerine!

Bir elimize Kuran alalım, ötekine bayrağımızı!

Dilimizde kalabalık kulakları okşayan parıltılı kelimeler...

“Türküm. Doğruyum. Çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak...”

* * *

Mertlik, çocuksu bir hayal olageldi hep. Kalleşlik ise yetişkin dünyasının karanlık alışkanlığı.

Adalet bu mu? Ya ahlak? Ya delikanlılık?

İlginç, uzun zaman önce bizim Adana’da, Kozan’da yaşayarak öğrendiklerimiz, İstanbul’da, mesela Kasımpaşa’daki çocuklar arasında geçerli değil miydi?

Tarih yakın olsun uzak olsun, bize vicdan dersleri vermekte bu kadar aciz mi kalıyordu?

Gladyatör filminin sonunu hatırlıyor musunuz?

Gladyatör filminden bir kare

İktidarı yalanla ve zorbalıkla işgal eden İmparator Commodus, rakibi General Maksimus’u halk kahramanı haline getirmemek için gizlice öldürmeye yanaşmaz; onu Roma’daki büyük Colloseum Arenası’da, halkın önünde bir dövüşte haklamak ister.

Ama önce gidip onu kalleşçe ağır yaralar, sonra zorla arenaya çıkarır. Buna rağmen Maksimus son nefesini vermeden önce rakibini öldürür ve imparatorluğun yönetimini değiştirir.

Tarih çok zengindir. Bir yandan adaletsizliklerle ve zulümlerle doludur. Diğer taraftan ise adaletsizliğe karşı verilen mücadelelerle ve kendini ebedi sanan acımasız iktidarların yenilgileriyle...

Hakan Aksay kimdir?

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

Erdoğan’a saygıda kusur etmeyen ünlü Rus rejisör Pamuk’a ateş püskürdü

Bazı kültür insanları yazdığı, yönettiği, rol aldığı eserlerde eşsiz kahramanlık öykülerini yansıtsa da gerçek hayatta bunların çok uzağına düşebiliyor

Trump kazandı, sürpriz yaşanmazsa Ukrayna bölünebilir

Trump “ABD’nin altın çağı” için Ukrayna'yı veya bir bölümünü rahatlıkla feda edebilir, hatta feda edilecekler listesine bizzat Zelenski de girebilir

"
"