O sabah kapıdan ilk giren oydu. ‘32. Gün Türkiye’ adıyla artık memleket meseleleri ile ilgili haberler yapacaktı. Bu bölüm için işe alınan üç gazeteciden biri oydu. Üç genç gazeteci de sonraki yıllarda ülkenin en kıymetli gazetecileri arasında anılacaktı.
Heyecanlıydı. Ülkenin en çok izlenen haber programında başarılı olabilecek miydi? Program için hazırlıklar yapılmıştı. Onların sadece izlemesi yeterliydi. Ancak ustaları Mehmet Ali Birand onlardan seyirciye yapacağı anonsu yazmalarını istedi. Tam anlamıyla giriş sınavıydı. O gün yayınlanacak programda 17 Mayıs 1992’de Beşiktaş’ın namağlup şampiyonluğu ile ilgili bir klip hazırlanmıştı. Diğer iki gazeteci onca birikimlerine rağmen o anonsu yazmak istemedi. Bilmedikleri bir konuydu ve daha da mühimi klişe olabilir kaygıları vardı.
Daktiloyu ona uzattılar. O güne kadar ekonomi gazeteciliği yapmış, babadan meslek öğrenmişti. Daktiloya ve yazacağı konuya baktı. Ve gülümsedi. En iyi bildiği yerden gelmişti. Sadece, “televizyonunuzun ayarlarıyla oynamayın, bu klip Beşiktaş’ın şampiyonluğu için siyah beyaz yayınlanacaktır” yazdı.[1]
Oysa ondan bu anonsu yazmasını isteyenler bilmiyordu ki Basın Yayın Genel Müdürlüğü İngiltere’ye dil eğitimi için gazetecileri yolladığında bitirme tezi olarak Beşiktaş’ı seçmiş o değerleri anlatacak kadar içselleştirmiş, “saçmalama oğlum adamlar ne bilsin” dediklerinde, “öğrensinler” diye yanıt vermişti.
Deniz Arman’ın 32. Gün’de yazacağı tarih işte böyle başladı. Gerçekten de 32. Gün’de mesleğe anlam ve değer katacaktı. O radyofonik sesi, gülümseyen gözleri, anonslarına kattığı tiyatral mimikleri ama en önemlisi yazdığı haber metinleri ve o ilk günkü gibi yaratıcılığı ile haber programının en öne çıkan isimlerinden biri oluvermişti.
Deniz Arman’ın medyaya dönük yasaklara karşı yaptığı “Fasulyenin Faydaları” ya da gözaltında kayıplara karşı hazırladığı “Gece ve Sis” dosyaları sadece kişisel tarihinin ötesinde özgür basın gazeteciliği adına kilometre taşlarıydı.
Deniz Arman ile yolum 30 yıl önce bu vakitler kesişti. 10 yıllık ekonomi gazeteciliğime karşın çaylak bir televizyon gazetecisiydim. Mesleki birikimi, habere bakışı ve dili benim için öğretici olmuştu. Beraber çalıştık. Çok da kıymetli işler yaptık.
Sonra o 32. Gün’den ayrıldı. Medya dünyasının önemli isimlerinden biri olarak başka alanlarda yöneticilik yaptı. Yolumuz ben CNNTÜRK’te o ise Kanal D’de iken yeniden buluştu. “Yahu ben senin Beşiktaşlı olduğunu bilmiyordum” diyerek odama daldı. Dalış o dalış, iki-üç yıl boyunca her öğle yemeğinden sonra –o değil ben yerdim- kahvesi ile odama gelir, çaktırmadan sigara içerdik. Memleket yıkılsa, haber gündemi taşsa da biz Beşiktaş’ı konuşur, klipler, yazılar, dedikodular ve tezahüratlarla örülü bir dünyayı paylaşırdık. Kim masaya Beşiktaş’la ilgili daha ilginç bir yenilik koyarsa o günün muzafferi demekti.
Sonra önce ben ve ardından (6 Kasım 2014’te) o kovuldu. Kovulmaların öyküsü çoktur. Bir de kovanların hikayesi vardır ama konumuz o değil. Beşiktaş’a taşındı. Yaşamını bütünüyle Beşiktaş üzerine kurmuştu. Mutlaka üzerinde armayı temsil eden bir şeyle dolaşırdı. Beşiktaş’ın meyhanelerinde sokaklarında karşılaşmaya ve aynı iştahla konuşmaya devam ettik.
Beşiktaş’ın maçı olduğu zaman birden karşıma çıkardı. İnönü’de maçlara gitmezdi, gidemezdi. “İzlerken kalbim daralıyor” demişti. Ancak deplasman otobüslerinin o liberter dünyasını severdi. Deplasman maçlarına giderdi. Maça girer miydi? Bilmiyorum. O otobüste hiç olmadım.
Hayatın beyazı kadar siyahı da vardı. O siyahlarda ne yazık ki buluşamadık. O yoluna ben yoluma gittim. Ama bilirdim. Deniz Arman semtin bir yerinde gözü ekranda, Beşiktaş ile sevinir ya da kahrolurdu. Onun için “Hayatın anlamı Kara Kartal”dı.
“Ölümle yaşamı ayıran çizgi”de buluşamadık. Uzun bir aradan sonra bir eczanede karşılaştığımızda, o ciğerlerini ben de beynimdeki musibeti anlattım. Gülüştük. Bizi Beşiktaş’ın dertleri yıkamamıştı, gerisi lafügüzaftı.
Akciğer kanseri olduğundan söz etmemişti. Aslında az sayıda meslektaşı ve gönül yoldaşları dışında bilen de olmamıştı. Kimseye haber vermemişti. Doktorlar ‘öleceğini’ söylediğinde, sükunetle yolculuğunu planladı. Cenazesini bir arkadaşı (sevgili Murat Demirel) organize edecek, ölümünün sosyal medyada duyurusunu ise bir arkadaşı (sevgili Özay Erad) duyuracaktı. O duyuruyu da kendi yazmıştı. “İyi bir insan, iyi bir gazeteci ve bir Beşiktaşlı Deniz Arman’ı kaybettik” diye yazmıştı.
Ölümünden dört ay önce cenaze törenini planlamaya başlamıştı. Gönlünden geçen mezar yeri Maçka Mezarlığı’ydı. Artık anıt eser olan o mezarlıkta olamayacağı söylendiğinde herhalde üzülmüştü. Ancak yaptığı planlamaya baktığınızda hep Beşiktaş vardı. Cenazesinin kalkmasını istediği Vişnezade Camii Beşiktaş’ın eski kulüp binasından yüz metre, Beşiktaş taraftarlarının maç öncesi buluşma noktası Şairler Parkı’na 40 metre uzaklıktaydı. Caminin pencerelerinden taraftarın ve Deniz’in “mabet” olarak andığı Dolmabahçe/Tüpraş Stadı görünüyordu. Gömülmek istediği Maçka’daki mezar yerinin biricik manzarası yine stattı.
30 yılda dertler, tasalar hiç mi olmamıştı? Ne gam! Kimi ilgilendirir?
Bu ülke;
İyi bir insanı…
İyi bir gazeteciyi
İyi bir Beşiktaşlıyı kaybetti…
Gazeteci Deniz Arman'ın cenazesinden (AA)
“Beşiktaş’ın çocuğu Deniz Arman” ile artık Beşiktaş’ın sokaklarında, pazarlarında karşılaşmayacağız. Gözümüz arayacak ama o muzip bakışları anılarımızda yaşatacağız.
Sevgili arkadaşıma bir Beşiktaş şarkısı ile veda edeyim.
“Ölümle yaşamı ayıran çizgi/siyahla beyazı ayıramaz ki/her yolun sonunda ölüm olsa da/ sevenleri kimse ayıramaz ki…”
Beşiktaşlı olmayan okurlarımıza ise bu kliple seslenelim. Çünkü gerçekten öyle…
Deniz Arman'ın cenazesinden (DHA)
[1] Bu güzel anıyı cenazesinde paylaşan yol arkadaşım Nihat Özcan’a teşekkür ederim