Mary Wollstonecraft sözde bilimsel iddialar ortaya atarak, erkeğin erkek, kadının da kadın olduğunu, ortak bir paydalarının bulunmadığını söyleyen kadın düşmanlarının iki yüzlü niteliğini teşhir etmişti...
21 Aralık 2017 13:53
Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (A Vindication of the Rights of Woman,1792) başlıklı risalesi, ataerkil baskıya ve erkek egemen düzene kendi terimleriyle karşı çıkmış ilk feminist savunulardan biridir. Mary Wollstonecraft’ın devrimci tetkikinin birçok temel önermesi bugün güncelliğini korumasına karşın, kendisi kadın sorununun kendinden menkul bir başlık olarak tarih sahnesinde henüz yerini almadığı bir dönemde yazdığından, tutarsızlıklar ve çelişkiler sergilediği kısımlar da vardı. Bir yandan, sorunu doğru bir şekilde, “kadınları köleleştiren toplumun mevcut çürümüş durumu”yla[1] özdeşleştirirken, diğer yandan “şeylerin düzenini tersine çevirmeye çalıştığım sonucu çıkarılmasın … erkekler tanrının bir takdiri olarak, daha erdemli tasarlanmış görünmektedir” sözleriyle bizi hayal kırıklığına uğratır.[2] Her şeye rağmen, Wollstonecraft’ın çalışması hem eşzamanlı hem artzamanlı olarak can alıcı önemdedir: Eşzamanlı olarak, kurulu düzene, tutarsız bir şekilde olsa da, tüm silahlarıyla saldırmış olduğu için; artzamanlı olarak ise, kadın sorununun çözümünde, geçen 225 yılın ardından, kimi açılardan hâlâ neden çok da ileriye gidilememiş olmasını deşmek için önemli bir kerteriz teşkil etmesidir.
Mary Wollstonecraft başka bir açıdan da öncüydü, zira erkeklerin tapulu malı sayılan bir alana adım armaya cüret etmişti: Yazı yazmak. Wollstonecraft erkeklerin üretici/ yaratıcı gücünü eline alarak zaten gayet cüretkâr, devrimci bir hamlede bulunmuştu. Gilbert ve Gubar’ın sözleriyle, “ataerkil Batı kültüründe metnin yaratıcısı/ yazarı bir babadır, bir atadır, bir dölleyicidir, kalemi [penis kelimesinin de kökü olan pen] penisi gibi yaratıcı bir güç aleti olan estetik bir patriyarktır.”[3] Dolayısıyla Wollstonecraft çok erken bir dönemde binlerce yıllık baskıya neredeyse tek başına ve muarızlarının koyduğu kurallarla karşı çıkmaya çalışmıştı.
Burjuvazi üretim ilişkilerini dönüştürdükten sonra, insan ilişkilerini ve özellikle de kadının toplumdaki yerini de değiştirdi. Bu dört başı mamur bir yenilenme olmamasına karşın, yine de piyasanın gereksinimleri kadınların konumunu ciddi şekilde değiştirdi; o dönemde devrimci olan burjuvazi tarafından atılmış büyük bir adımdı. Sanayileşme etrafındaki toplumsal dönüşüm kadınların da eski, geleneksel rollerini altüst etmişti. Kapitalizm makineli üretim sayesinde insanlığın üretim kapasitesini artırmakla kalmamış, işgücüne olan ihtiyacı da artırmasıyla erkek işgücüyle yetinemez hâle gelmişti. İşçinin rolünü basitleştiren makine, kadın ve çocuk emeğini nimet olarak görmeye başlamıştı. Marx’ın sözleriyle,
Makine kas gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, kasları zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan sermayenin egemenliği altına sokarak, ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır.[4]
Böylece kadınlar erkeklerle aynı özgürlüğe kavuşmuştu: Emek-gücü olarak sömürülebilme özgürlüğüne.
Bu yeni yeni oluşan zemin üzerinde yükselen Wollstonecraft, Christine de Pizan’ın kendisinden üç yüz küsur yıl önce başvurduğu aynı söylemle başlamıştı. İtalyan kadın hakları savunucusu C. de Pizan şöyle diyordu: “Ya doğa insan ile insan arasında büyük bir fark yaratmıştır ya da bu zamana kadar dünyada gerçekleşmiş olan medeniyet çok kısmidir.”[5] Çok açık ki, doğa (Tanrısal Varlık, Tanrı ya da her neyse) çok adaletsiz davranmıştı, zira kadınlar uzun zamandır neredeyse bir hiç muamelesi görüyorlardı. Yine de, Wollstonecraft ataerkil toplumun sözde sempatik sözlerini teşhir eder; ev içi alana kapatılmış olan kadınların önsel olarak “hakkını teslim edip”, onları zayıf, çıtkırıldım ve dolayısıyla itaatkâr fertler olarak kodlayan ve böylece korunmaya muhtaç olduklarını, bunu da güçlü ve iktidar sahibi erklerin yapacağını buyuran yaklaşımı reddeder.
Tarihsel açıdan erken bir dönemde (tarihsel bir analoji kurmak gerekirse, sosyalist mücadele tarihinde ütopyacı sosyalizme denk düşen bir zaman aralığı diye adlandırmak yanlış olmaz) kalemi eline alan Wollstonecraft, kadınların boyunduruk altına alınmasının tarihsel nedenlerine dair verilere sahip değildi. Keza dönemin egemen felsefesini de dikkate almak zorundayız, zira bu felsefe o tümden akılcı ve mekanik tarzıyla “tesadüf”ü insan yaşamından tamamen kaldırmaya çalışıyordu ve “zorunluluk” meselesini yanlış kavramıştı. Wollstonecraft dönemin egemen felsefesinin etkisi altında, kadınların kurtuluşu için “eğitim”, “aklın” kullanılması vb. gibi muğlak kavramlardan medet ummuştu. Akıl çağında, salt aklıyla çözüm yoluna ulaşmaya çalışmıştı, maddi dünyadan yararlanarak ve tarihsel kaynaklara inerek değil.
Oysa kadınların boyunduruk altına alınması ve erkek egemen toplumun kurulması, Freud’un fallus merkezci dünyasına karşın, bu gezegendeki varlığımızın çok küçük bir dönemine denk düşer ki, bunu on bin yıldan öteye taşımak zordur. Tarım devrimine geçmeden önce, kadınlar erkeklerle eşit, hattâ onlardan daha üstün bir role sahiplerdi. Atalarımız yaşamlarını avcılık, toplayıcılık ve çöp karıştırıcılıkla idame ettiriyorlardı. Bu geçim tarzı ne ihtiyaçlarının ötesinde düzenli bir artı yaratıyor ne de toplumsal iş bölümüne imkân tanıyordu. Var olan tek bir iş bölümü vardı, o da kadınlar ile erkekler arasındaki doğal iş bölümüydü. Kadınlar biyolojik nedenlerle bebeklerin ve küçük çocukların bakımını üstlendiklerinden toplayıcılık yaparken, erkekler avcılıkla uğraşıyorlardı. Tek bir kişinin yaptığı “üretim”, kendi yeniden üretimine, yani kendisini ertesi güne sağlam çıkarmaya ancak yetiyordu ve dolayısıyla sömürünün nesnel zemini yoktu. Bu nedenle kadınların bu ilkel üretim alanına katılmaları olmazsa olmaz bir koşuldu. Keza bununla doğrudan bağlantılı olarak, fallusun da o müteakip gösterişli rolünü oynaması mümkün değildi. Egemen olan aile modeli, dinî hassasiyetleri incitecek şekilde, tekeşlilikten uzaktı. Çeşitli grup evlilikleri erkeklere genslerin başı olmaları ve soylarını gönül rahatlığıyla sürdürmeleri konusunda pek müsamahakâr değildi. Ama kadınların rahim organı, soyçizgisini takip edebilmek adına güvenilir yegâne kıstastı. Cennetten düşmeden önceki dünyada soyçizgisi kadınlar üzerinden sürdürülüyordu!
Gelgelelim tarım devrimi ve hayvancılığa geçilmesi ilk kez çalışanların geçim ihtiyaçlarının üstünde ve ötesinde düzenli bir artı yarattı ve böylece madalyonun diğer yüzü görüldü. Bir kez daha, kadınların fizyolojik koşulu üretimdeki doğal iş bölümünü belirledi ve erkeklerin çocuk doğumu ve bakımıyla uğraşan kadınların arasından sıyrılıp maddi üretim alanında yer tutmalarını sağladı. Tarımsal üretimle birlikte kadınlar eve kapandı ve erkeklerin getirdikleri malzemeleri işlemek ya da erkeklerin kullanacağı aletleri üretmekle meşgul hâle geldiler. Engels’in dikkat çektiği üzere, kadın cinsinin dünya çapındaki tarihsel yenilgisine yol açan kadınların üretimde doğrudan rolünün olmaması ve akabinde annelik hakkının kaldırılmasıydı. Kadınların doğrudan üretim sürecinden yalıtılmaları, toplumsal iş bölümü, toplumun sınıflara bölünmesi ve nihayet egemen sınıfın sayıca azınlık statüsünü telafi etme arayışı içinde devlet aygıtının tarihsel olarak ortaya çıkışı – tüm bunlar tarihsel açıdan az çok eşzamanlı hadiselerdi. Dolayısıyla kadın sorunu, ortaya çıktığı ilk andan itibaren bir cinsiyet sorunundan ibaret olmayıp bir toplumsal sorundu.
Mary Wollstonecraft doğal olarak bu tarihsel nedenlerden mahrumdu. Yine de özcü ayartmalara kapılmadan bir feminist savunu yapmayı başarmıştı. 20’nci yüzyılın önemli bir kısmında, Simone de Beauvoir’in etkili söylemine karşın, feminizmin önemli bir kanadının bu ayartmalardan kurtulamadığı düşünüldüğünde, yazdıklarının önemi daha iyi anlaşılır.
Wollstonecraft sınıfsız toplumun maddi temelinin henüz var olmadığı dönemde bir hevesle düğümü çözmeye çalışıyordu. Üretim araçlarını sıçramalı şekilde geliştiren sanayi devriminden önce sınıfsız bir toplumun kurulması son tahlilde bir ütopyaydı. Üretim araçları ancak makinelerin üretim alanında kullanılmasıyla birlikte insanlığın ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacak düzeye ulaşmıştır. Üretici güçlerin bu denli gelişmediği tarihsel koşullarda, insanların paylaşım kavgasına düşmeleri, başka bir deyişle sınıf mücadelesinin tekrar tekrar zuhur etmesi ve Marx’ın tabiriyle, eski pisliğin geri dönmesi kaçınılmazdı.
Üretici güçlerin bu gelişimi (insanların güncel ampirik varoluşunun, yerel düzeyde değil de dünya çapında tarihsel olarak cereyan etmesini içeren gelişmesi) mutlak zorunlu bir pratik önkoşuldur, çünkü bu koşul olmadan yokluk genel bir hal alır ve yoklukla birlikte zorunlu ihtiyaçlar için verilen mücadele yeniden başlar ve kaçınılmaz olarak eski pislik geri döner.[6]
Gelgelelim maddi zeminin henüz oluşmamış olması devrimci ruhu ve Epikürosçu insancıllığı öldürmez, zira Amerikan ve Fransız devrimlerinin aurası dikkate alındığında, kadın sorunu tüm yakıcılığıyla ortadaydı. Bu bağlamda, Wollstonecraft hem eşitliğe ulaşılmasında eğitimin rolünü vurgulamış hem de “toplum farklı bir şekilde oluşturulana kadar, eğitimden çok fazla şey bekleneme”yeceğini itiraf etmişti.[7] Ama yaslanacak somut koşulları bulamamış ve dolayısıyla sağlıklı bir alternatif önerememişti.
Mary Wollstonecraft sözde bilimsel iddialar ortaya atarak, erkeğin erkek, kadının da kadın olduğunu, ortak bir paydalarının bulunmadığını söyleyen kadın düşmanlarının ikiyüzlü niteliğini teşhir etmişti. “Kadınların muhakeme yapmaktansa hissetmek için yaratıldıkları, sahip olabilecekleri tek gücü ancak işveleri ve zayıflıklarıyla kazanabilecek”leri önyargısına yüklenir, “kadınları göz kamaştırıcı sıfatlarla süslemek ve sürekli bir çocukluk durumuna hapsolmuş, kendi başına ayakta duramayan yaratıklar olarak görmek yerine, aklî yaratıklar olarak” ele almayı savunur.[8]
Wollstonecraft’ın o dönem göremediğini, ertesi yüzyılda Marx ve Engels ortaya koyacaktı. Kadın sorununu toplumsal sorunun geneline bağlayarak, kadınların bütünsel kurtuluşunun önündeki üç asli engeli sıralamışlardı: Çocuk doğurma ve bakma, mutfak işleri ve temizlik işleri. Kadınların erkek egemen sınıflı toplumun boyunduruğundan kurtulması için bu toplumsal sorunların kalıcı olarak çözülmesi gerekiyordu ve bu sorunların biyolojik değil toplumsal sorunlar olduğunu görmeyen ve dolayısıyla bunlara toplumsal, kolektif çözüm önermeyen hiçbir siyasi program ya da ideolojisinin başarıya ulaşma şansı yoktu, zira bu görevler görmezden gelinemezdi. Engels’in sözleriyle: “Üretken toplumsal emek dışında, özel ev işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça, kadının kurtuluşunun, kadın erkek eşitliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı açıktır. Kadının kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce, geniş bir toplumsal ölçekte üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırması gerekir.”[9]
Wollstonecraft tarihsel açıdan kısıtlandığı bir çağda, devrimci söylemi tutarlılıkla sürdürmek yerine aslında erkek egemen toplumun sorduğu metafizik sorular üzerinden ilerlemeye çalışmıştı. Onun ve metninin tarihsel çelişkisi buydu: Gerek olumlu gerek olumsuz cevap vermenin erkek egemen sınıflı toplumun tuzağına düşmek olacağı soruları kaldıraç olarak kullanmaya çalışmıştı.
Bugün kadınlar iki yüz küsur yıl önce belki hayal bile edilemeyecek haklar elde ettiler. Peki, sonuç? Kadın davasının tüm zaferlerine rağmen, küçük ilerlemeler, göreli iyileştirmeler, hastalığa şifa olamayacak reformlar. Muhafazakâr İngiliz siyasetçi Thomas Babbington Macaulay’ın 1831’de parlamento kürsüsünden bağırdığı gibi, “Reform! Reform yap ki bekası sağlansın!” Kadın sorununun kapitalizmdeki ilerleyişi bundan daha ötesine işaret etmiyor. Mary Wollstonecraft doğru hipotezden yola çıkmıştı ve ilerici, insancıl olan davanın peşindeydi. Fakat tıpkı bu risaleyi kaleme aldığı dönemdeki Jakobenler ve komünistler gibi, tarihsel gelişim yasalarının duvarına çarpmıştı. Doğruya kendi dehasıyla ulaşmıştı ama bunu hayata geçirecek öncüllerden mahrumdu. Yine de, kendisiyle aynı dönemde, aynı on yılda ve aynı adada yazan Edmund Burke ve Thomas Malthus gibi sinik gericilerin varlığı ve yazıp çizdikleri düşünüldüğünde, Mary Wollstonecraft tüm devrimciler için ışığı bugüne kadar yansıyan bir fenerdir.