"İbnülcemal Ahmet Tevfik ile arkadaşının Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde bisikletleriyle Bursa’ya yaptıkları geziyi anlatan Velosipet ile Bir Cevelan, Türkiye’de yayınlanan ilk bisiklet kitabı."
25 Ağustos 2022 07:19
“Kökleri Lâtinceden alınarak yapılmış olan velosiped, ondan bozma velospid’in tam Türkçe karşılığı ‘uçarlı ayak’, ‘koşarlı ayak’ dır. 1890’da İstanbul’a gelen velosiped değil, ayni çapta iki tekerlekli ve pedalli bisiklettir; İstanbul basınının bisiklet yerine velospid adını kullanması, Serveti Fünun sâhibi Ahmed İhsan Bey’in meşhur mecmuasına yazdığı baş makalelerinde bu aradan bahsederken bir zühul [dalgınlık] eseri Velospid adını kullanması ve bunun halk arasında tutunup yayılmasıdır.
Yine Serveti Fünun’un bisiklet karşılığı ‘Dürrâce’ adını ortaya atmış, bisiklete binenlere de ‘Dürrâce süvar’ demiş ise de bu isim halk tarafından benimsenmemişdir. Dürrâce, eski çağlarda kale muhasaralarında duvar ve kapuları döve döve yıkmak için kullanılan koçbaşı denilen âletin sevk edildiği dört tekerlekli arabalara verilen isimdir. İstanbul’un mahalle karıları ise ilk bisikletlere ‘şeytan arabası’ adını takmışlardı.”
Ahmet Tevfik ve isimsiz arkadaşı
İstanbul’da yaşayan bisiklet tutkunu bir genç olan İbnülcemal (Cemal oğlu) Ahmet Tevfik ile arkadaşının Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde bisikletleriyle Bursa’ya yaptıkları geziyi anlatan Velosipet ile Bir Cevelan, Türkiye’de yayınlanan ilk bisiklet kitabı. Ahmet Tevfik’in 1890’ların sonunda yapılan bu gezi boyunca küçük bir deftere tuttuğu notları, Velosipet ile Bir Cevelan –Hüdavendigâr Vilayeti Dâhilinde– adıyla 1900 yılında İstanbul Yuvanaki Panayotidis Matbaası’nda basılır.
Ahmet Tevfik tarihî yapıları, ulu camileri, kasabaları, köyleri ve doğayı pitoresk bir anlatımla kaleme alır. Oysa gerçek Bursa-İnegöl-Yenişehir-Bursa güzergâhı boyunca yaptıkları gezi izlenimlerini yorum yapmadan, eleştirmeden anlatan Ahmet Tevfik’in yazdığı gibi değildir. II. Abdülhamid döneminin en baskıcı yıllarında ülke siyasi ve ekonomik bunalım içindedir. Halk ağır vergiler nedeniyle büyük bir sıkıntı çekmektedir; bırakın köyleri, kasaba ve şehirlerde bile durum iç acıcı değildir. Sanırız, şairane bir kişiliği olan Ahmet Tevfik öncelikle başına iş açmamak istemiştir, sosyal, toplumsal ve ekonomik yorum ve eleştirilerinin “bisikletin tanınması ve de yaygınlaşması” hedefini gölgeleyeceğini düşünerek sadece bölgenin tarihî ve coğrafi özelliklerini anlatmakla yetinmiş olsa gerek.
Kitap Osmanlıcadan günümüz Türkçesine geçen yıl yitirdiğimiz Cahit Kayra tarafından çevrilerek 2006 yılında İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Velosipet ile Bir Cevelan –1900’e doğru İstanbul’dan Bursa’ya Bisikletli Bir Gezi– adı ile yayınlanmıştır. Cahit Kayra’nın yazarın üslubunu koruyan, sade ve titiz çevrisiyle bir solukta okunan Velosipet ile Bir Cevelan sadece bisikletçiler için değil, aynı zamanda tarih meraklıları için de önemli bir eser olarak da kabul görür.
II. Abdülhamid döneminde, 1890’ların sonunda İstanbul, Mudanya, İnegöl, Yenişehir, Bursa hattında iki bisikletli gezginin yaptığı bu gezi, bugün son model bisikletler, modern kamp ve yolculuk malzemeleri ve elbette konforlu konaklamalarla yapılmakta. Kitabı o yılların bisikletlerini, yollarını, konaklama mekânlarını göz ardı etmeden okursanız, gerçekten zorlu bir yolculuğa tanıklık ettiğinizi göreceksiniz.
İki bisiklet ve seyahat tutkunu genç, Ahmet Tevfik ve arkadaşı –nedense Ahmet Tevfik kitap boyunca arkadaşının adını vermemiştir– bisikletle Bursa ve civarında bir gezi yapmak üzere anlaşırlar:
“Temmuz ortasına doğru idi. Aklımıza ufak bir gezi yapmak geldi. İki hafta kadar bisiklet tecrübesi yapmış olan arkadaşım da düşüncemi destekledi. Biraz düşündükten sonra arkadaşıma, ‘Bursa’ya gidelim, yollar pek güzel. O yörede ne tarafa gitmek istenilse şose vardır; o şehir vilayet merkezi olduğu için, Hüdavendigâr vilayetinin her namlı beldesi şoseler aracılıyla ona bağlıdır. Kısaca, biz orada görülecek uçsuz bucaksız bir meydan, geniş bir gezinti sahası bulabileceğiz’ dedim.”
1900'lü yılların başında Bursa
Daha önce Bursa’ya gitmiş olan Ahmet Tevfik rotayı çizer. Sıra yolculuk için bisikletlerin hazırlanmasına gelmiştir. Bakımları yapılan bisikletlerin her biri on üç buçuk kilo ağırlığındadır, çantalar ve diğer eşyalarla yirmi yedi kiloyu bulur. Ahmet Tevfik yolculuk için bisikletleri nasıl hazırladıklarını anlatır:
“Her birine bir çanta ve bir de su haznesi eklendi. Çantalar gerekli olan şeyleri içerdiği gibi çamaşır ve yiyecek de alabilecek büyüklükteydi. Her biri üç dört göze ayrılmış ve üstleri su geçirmeyen bezle ve içi mukavvadan olarak yapılmıştı. Su hazneleri, kendi ağırlıkları yarım kilo olmak üzere sularıyla birlikte ikişer kilo geliyordu. Arkadaşımın karşı çıkmasına rağmen çantaların içine birer kilo bisküvi de atıldı. (…)
Her bisiklete yalnız boru bırakarak, fazla zil ve benzerleri çıkarıldı. Giysilerimiz ise sıradan ceket, yelek, pantolondan oluşuyordu. Çoğu kez modaya uyularak giyilen acayip bisiklete binme giysileri değildi. Yalnız üzeri bağlı, gayet hafif birer iskarpin giyilecek idi.”
Süvarinin kıyafeti…
Burada Ahmet Tevfik’in “acayip bisiklete binme giysileri” dediği giysilerinden söz etmek için bir parantez açalım. 1890’lerin son yıllarında “velosipet” ya da “velespit” olarak anılan bisiklet, dönemin modasına uygun olarak bizde de kullanılmaya başlanır. “Süvari” olarak anılan bisiklet sürücüsünün kıyafeti; başta kep ya da bere, spor ceket, golf pantolon, uzun konçlu spor çorap ve iskarpin ayakkabıdan oluşurdu. Elbette bu kıyafet erkek süvariler içindi. O yıllarda ülkemizde kadınlar henüz bisiklete binmeye başlamamışlardı.
“Şeytan arabası”, “cin arabası” gibi isimler verilen bisiklet bütün yeni icatlar gibi yadırganmış, hatta günah sayılmıştı. İstanbul’da birkaç cesur gencin kullanmaya başlamasının ardından da Selanik, İzmir ve diğer şehirlerde birer ikişer yollarda görülen bisiklet kısa zamanda yaygınlaştı. Edebiyatımızın usta yazarı Ahmet Rasim’in 1910’ların başındaki yazılarının toplandığı Şehir Mektupları isimli kitabından bisiklet ve süvarisini anlattığı yazıdan küçük bir bölümü aktaralım:
“Şişli’nin Maslak ve Zincirlikuyu taraflarına giden caddesinden yürüyorduk. Öteden, bir dumandır söktü. Sür’attine göz kamaştırıcı şimşeği andıran, bir cin arabası görünmeye başladı. Sokaklarımızda alabildiğine gezen, garib hayvanlara ve insanlara bile ağzı açık saldıran köpeklerden birkaçı da ardını bırakmıyordu. (…)
Bu âlet binicisinin, yaklaştıkça, yüz hatları, kıyâfeti, tavrı, hâli, apaçık beliriyordu. Uzunca, sarışın, kadınların bergamudî [bergamot renginde, sarımsı pembe] dedikleri rengin daha açık tonunda. Başında bu âleme mahsûs olan damalı kasket, sırtında limonî, keten ve önü âdetâ yeleklerin yanlarını kapayacak derecede düğmeli bir ceket, ham ipekten yapılma bir gömlek var. Takma yakalı, püskül boyunbağlı, omuzları geniş, pazusu ve kürekkemiği adaleleri kuvvetli. Beline bir kuşak dolamış, bir ucu kuşağa, öbürü bismark renkli [koyu kahverengiye yakın] kısa pantolonunun cebine dalmış gümüş veya nikelden bir zincir: ayaklarında, dizine kadar örten hafif kahverengi bir çorap ile alafranga çarık vardı.”
Konuyu daha fazla dağıtmadan Velosipet ile Bir Cevelan’a geri dönelim. Küçük bir ecza kutusunun da bulunduğu çantalar hazırlanmıştır. Bisikletlerin gereksiz bütün ağırlıkları sökülmüş, gittikleri yolu ölçmek için ön tekere bir “siklometre” (cyclometer), zamanı ölçmek için de “sağlam makineli bir saat” gidona bağlanmıştır. “Acayip bisiklete binme giysileri” yerine gündelik elbiseleri tercih eden iki arkadaş sıcaktan korunmak için yaptıkları, fesin altına giyebilecekleri birer güneşlik (şemsisiper) ve birer de eldivenle giysi sorununu da çözmüş olurlar. Nihayet yolculuk günü gelir ve sabah sekizde Mudanya’ya gidecek olan vapura Galata rıhtımından binerler.
1890’larda Mudanya İskelesi
Üçüncü mevkide bisikletleriyle seyahat eden iki gezgin, sazlı sözlü, danslı ve eğlenceli bir yolcukla Armutlu, Trilye ve Siği iskelelerine uğradıktan sonra Mudanya’ya varırlar. Ahmet Tevfik seyahatnamelerde âdet olduğu üzere gördükleri ve yaşadıkları hakkında bilgiler verdikten sonra gecelemek için Galyono’nun oteline gittiklerini anlatır:
“Velosipetlerimizi denize bakan bir odaya çıkartıp, olduğu kadar temizlendikten sonra kasabayı gezmek üzere otelden çıktık.”
Şehir dışında bisikletleriyle dolaşmaya çıkan iki arkadaş karınları acıkınca geri dönerler, ancak merkezdeki tek lokanta olan “İstanbul Lokantası”ndaki yemekleri beğenmeyip yiyecek arayışına girerler. Bütün bakkalları dolaştıktan sonra bir bakkalda tesadüfen buldukları tencere yemeği ile saatler sonra karınlarını doyururlar.
“Ahalinin alkışları arasında…”
Sabah saat dörtte su kaplarını doldurup, otelden ayrılıp Mudanya’dan Bursa’ya doğru yola çıkarlar. Yolculuğun daha beşinci kilometresinde dik bir yokuşla karşılaşırlar ve yokuşu yürüyerek çıkmak zorunda kalırlar:
“Bu suretle gidişin, yokuşu yaya çıkmaktan daha güç olduğunu düşünerek inmeyi önerdim. Aslında inmek zorunda kaldık. Arkadaşım, ‘Biz bunları sürüklemek için mi getirdik’ diye üzülüp durmakta idi. ‘Her yokuşun bir inişi var!’ diyerek; olabildiğince teselli ile yaya olarak yola devam ettik.”
Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra sıra inişe gelmiştir. Tek vitesli, tel frenli bisikletlerle uzun dik yokuşları çıkmak mümkün olmadığı gibi yokuşları inmek de zordur:
“Yokuş inilirken durmak için fren kullanıldığı gibi, ön tekerlek ayakla basılarak durulur, lakin bu son çaredir. Çünkü meyilli bir yerde, özellikle durmadan artan bir hızla artan bir birikmiş güç ve süratle gidilirken ayakları dayayıp durmak pek büyük bir ihtiyatsızlıktır. Düz yerde bile durur durmaz inmek gerekirken, yokuşlarda durulduğu zaman daha ziyade bir hızla atlamak gerekir. Oysa ayaklar tekerleğe basarken kendisini toplamak herkes için her zaman olanaklı değildir.”
Tecrübeyle sabittir… Henüz acemi bir süvariyken yokuş aşağı inerken aniden fren yapıp, bisikletten fırlayıp ardından da yuvarlanarak gelen bisikletin altında kalan biri olarak, Ahmet Tevfik’e katılmamak mümkün değil!
Solda, Bursa’da yapılan bisiklet yarışında birinci olan Mehmet Ali Bey, 1907. Sağda: Bisikletli gezgin William Sachtleben, 1891’de Galata Köprüsü üzerinde…
Bir nal çivisiyle patlayan lastik…
Yol boyunca mola vere vere Nilüfer Köprüsü’ne ulaşan iki gezgin sonunda Bursa’ya varırlar. Şehir merkezinde rahat edemeyeceklerini düşünerek Setbaşı’na giderler: “Yaz olmak münasebetiyle, istasyon önündeki kahvede bulunan ahalinin alkışları arasından Tatar Köprüsü’ne doğru gittik.” Bir otelde yine bisikletleriyle birlikte konaklayan iki arkadaş Bursa’da birkaç gün geçirirler.
Osmanlı döneminde Anadolu eyaletine bağlı olan ve Hüdâvendigâr adını taşıyan sancağın merkezi Bursa, Anadolu ile İstanbul arasında bir köprü görevi görür. 1855 depreminden sonra yeniden imar edilmeye başlayan imparatorluğun ilk başkenti olan Bursa’nın 1892 Salnâmesi’ne göre nüfusu 5.158 Rum, 2.548 Yahudi, 7.541 Ermeni ve kalanı Müslüman olmak üzere 76.000 kişidir. 165 cami, 57 okul, 27 medrese, 7 imaret, 7 kilise, 3 sinagog, 49 kervansaray ve 36 fabrika bulunmaktadır. Bursa-Mudanya demiryolu, Mudanya ve Gemlik limanları ile İstanbul’a daha da yakınlaşan Bursa, tarihî açıdan olduğu kadar iktisadi açıdan da önemli bir şehirdir o tarihte.
Bursa’dan sonra sırada İnegöl vardır. Bostan ve tarlalar arasında bisiklet sürerek gün batımında Aksu köyüne varırlar ve orada konaklarlar. Sabahın erken saatlerinde yine “köylülerin alkışları” ile yola çıkarlar. İki gün geçirecekleri İnegöl’e varan iki arkadaş çevrede dolaşmaya çıkarlar. Bir akşam gezintisi yapmak üzere Kavaklar mesiresine gidip geri dönerler. Ahmet Tevfik ve arkadaşı ertesi gün yine sabah çok erken saatlerde kalkarak bisikletlerini Çitli’ye doğru sürerler:
“Yolda çeşitli kuşlara rastladık. Hele tarakçın [ibibik için o yörede kullanılan ad] dedikleri sorguçlu kuşlar pek çoktu. Bizi görerek öteye beriye uçuşup saklanıyorlardı.”
Dönüşte Hasanpaşa köyüne uğrarlar. Yolculuğun başından beri aklınıza gelen –ya da en azından benim aklıma– soruyu, “lastik ne zaman patlayacak?” sorusunu yanıtlamaya geldi sıra. Geçtikleri yolların tümünün şose olmayıp taş toprak yollar olduğunu düşünürsek lastiklerin çok iyi dayanmış olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Tevfik arkadaşının velosipedinin arka lastiğine saplanan bir nal çivisini sökerek bir “ihtiyatsızlık” yaptığını, delik büyüdüğünden bisikleti sürmek mümkün olmadığı için kaldıkları otele yürüyerek döndüklerini, ertesi gün “velosipedin zedelenmiş olan lastiğini tamir ederek” gezmeye devam ettikleri anlatacaktır.
“Bir boru sesi, ya da çıngırağın uzun bir tınısı”
Yenişehir kasabasında geceleyen gezginlerimiz sabah erkenden Bursa’ya giden şose yol üzerinde yolculuğa hazırdırlar. Kızılcıklı Boğazı’na geldiklerinde Ahmet Tevfik’in arkadaşının yolculuk boyunca sürekli sıkıntı çıkaran, lastikleri patlayan bisikleti yine arızalanır. Bir süre demirci aradıktan sonra Boşar köyünde demirci Hüseyin Usta, “velosipedin kırılan manivelasını” tamir eder ve bunun karşılığında sadece bir kuruş alır. Yeniden Bursa’ya, oradan Mudanya’ya varan iki gezgin yine vapur yolculuğuyla yağmurlu bir havada İstanbul’a, Galata limanına inerler. Henüz arka tekerleklerin rulmansız dönmediği, şişme iç lastiklerin, amortisörün ve daha birçok şeyin olmadığı, tek vitesli ve tel frenli bir bisikletle yapılan ve tam olarak 266 kilometre 760 metre süren yolculuk sona ermiştir.
Yolculuk boyunca gezdikleri şehir, kasaba ve köylerde önceleri yadırganan ve kısa süre sonra meraklı bakışlar altında alkışlanan bisikletli gezginlere en çok çocuklar ilgi gösterir. Çoğu zaman çocukların ve büyüklerin onlardan bisikletleriyle “gösteri” yapma isteklerini geri çevirmeyip, kasaba ve köy meydanlarında dönüp dururlar. Bereketli meyve bahçelerinden buz gibi kaynak sularına kadar çok sayıda doğal güzelliklerin anlatıldığı, ufak tefek kazaların yaşandığı gezi başladığı yerde, İstanbul’da son bulur.
Zorlu bir yolculuğun ardından yaşadıkları macerayı kaleme alan Ahmet Tevfik, Velosipet ile Bir Cevelan adlı kitabının sonuna bir de “Bisiklet Üzerine” başlıklı bir bölüm de ekler. Bisiklete nasıl binileceğinin, nasıl sürüleceğinin ve bisiklet kullanma adabının anlatıldığı bu bölüm, yüz yıl öncesinden bir bisiklet tutkununun bisikletçilere bir dostluk selamı olarak da okunabilir:
“Zaten velosipedi öğrenmek için onun saba rüzgârı [gibi] gidişine, tatlı görüntüsüne meftun olmak, üzerinde bulunulduğu zaman hissedilmesi doğal, ya da atlıları geride bıraktıkça bir kat daha arttığı açık olan üstün gelme gururunu anlamak gerekir. (…)
İnsan bu işte eğlence, merak yolunda öteki işlerden çok daha çabuk dostluk kurabiliyor. Sözgelişi bisikletinize binmiş gidiyorsunuz, bir boru sesi, ya da çıngırağın uzun bir tınısı ile gelen bisikletliyi selamlamak mecburiyeti duyarsınız. Bazen selam ile kalmayıp geri dönerek, ya da o manevra yaparak, birlikte gitmeye başlar ve sohbet ederek ahbap olursunuz.”
•
GİRİŞ RESMİ:
Bisikletli gezgin William Sachtleben, Ayasofya ve Çemberlitaş’ta bisikletiyle, 1891.