Mitolojide yer alan mitlerin, mitosların yeni yorumları, yeni okumaları, destanlar, tragedyalar çağından günümüze kadar sürer
26 Nisan 2018 13:46
Platon’un diyaloglarının, kendisi hiçbir metin yazmamış olan Sokrates’in düşüncelerini ne ölçüde doğrudan yansıttığı, ne ölçüde Platon’un kendisine ait olduğu tartışma konusudur ama bu son derece dar bir alanda kalmıştır. Genelgeçerli bilgi olarak biz Sokrates’in düşüncelerini Platon’un birinci dönem diyaloglarından biliriz. Dolayısıyla çok yakın bir geçmiş de olsa bu yeni bir okuma’dır. Aynı zamanda da Platon’a güvenmek zorundayız; kültür tarihi de bu zamana kadar güvenmektedir! Bu konuda Roland Barthes yazıya ilk bellek rolünü Platon’un verdiğini söylüyor (Yazı Üzerine Çeşitlemeler).
Aynı dönemde, Ditrambos şenlikleri artık tiyatro sanatını doğurmuş, üç büyük tragedya yazarının, Aiskhilos, Sofokles, Euripides’in (Aristofanes’i de katalım) yapıtlarında çoğunlukla mitolojik öyküleri, mitleri konu edindiğini görüyoruz. Zâten Aristotales de daha çok bu dört yazarın metinleri üzerine oluşturur ünlü Poetika adlı yapıtını. Mitosların bilindiği gibi çeşitli biçimleri vardır, öz hemen hemen aynıdır. Bir kısım mitoslar bu oyunlarda ilk kez karşımıza çıkar, halkın, o topluluğun uzun yıllar belleğinde, dilinde, türküsünde yaşayıp gelmiş, tragedya yazarı tarafından da yazıya dökülmüş, sahnede sergilenmiştir; dolayısıyla yeniden bir okunması yapılmış olur.
İlk mitos yazarlarından biri, MÖ 9.-8. yüzyıllarda yaşadığı sanılan Homeros’tur. Yine genelgeçerli bir bilgi olarak ona ait kabul ettiğimiz Troya ile Odysseia destanlarında mitolojik öyküleri, kişileri görürüz; bu destanlarda ortaya çıkarlar, bu da yeni bir okumadır aslında. Homeros’un döneminde Akhalar egemen olduğu için destanlarda ibre Akhalar tarafındadır; ister istemez egemen olan olumlanacaktır. Azra Erhat, Troya çevirisinin önsözünde de belirtir, doğrusu metinden de biraz sezebiliriz, Homeros’un gönlü Troya’dan yanadır! Bu iki metnin 5. yüzyılda Atina’daki Perikles döneminde elden geçtiği de söylenir. Bir çeşit müfredattır bu, siyâsî kaygılarla yapıldığı da açıktır. Anlaşılan Homeros zamanında da Perikles zamanında da edebiyat dışı bir okunması olmuş destanların.
Mitolojide yer alan mitlerin, mitosların yeni yorumları, yeni okumaları, destanlar, tragedyalar çağından günümüze kadar sürer, sık sık gönderme yapılır, yeniden ele alınır. En genel anlamıyla tiyatro metninin, anlatının, kurmacanın oluşumundaki ilk dramatik kalıplar oradan çıkar, kaynağını orada, mitolojide bulur.
20. yüzyılın önemli felsefe metinlerinden biri olan Max Horkheimer ile Theodor W. Adorno’nun kaleme aldığı Aydınlanmanın Diyalektiği’nde de mitosları, Homeros’u, kurnaz, serüvenci Odisseus’u buluruz. Birçok başka metinde de, edebiyat içi edebiyat dışı; bunlar yeni okumalardır, anlarız ki sınır koymak olanaksız. Sinemada da çok sık görürüz. Özellikle de Orfeus mitini. Geçen yılki Hollywood yapımı gişe filmi Arrival (yön. Denis Villeneuve) bir çeşit Orfeus-Erudike mitosudur. Evet bir “öykü” vardır ama derinlerde Orfeus mitosu yatmaktadır. Matrix’de (yön. Wachowski Kardeşler) de hem mitosları hem de karakterlerin bir çeşit yeniden okunmasını izlemiştik. Orfeus mitinin en ünlülerinden biri sanırım Brezilya-Fransa-İtalya ortak yapımı Siyah Orfe (1959, yön. Marcel Camus) adlı filmdir. Çocukluğumda annelerimin, ablalarımın, teyzelerimin dilinden düşmezdi. Kuşkusuz kimse Orfeus’u falan bilmezdi, sonu trajik biten bir aşk öyküsü izleyicileri etkilemişti ve de müziği. Yıllar sonra Siyah Orfe’nin bir çeşit yeniden okuma olduğunu anlayabildik! Bilebildiğim kadarıyla bu mitos’un sinemada ilk ele alınışı, Sartre’ın Oyunun Sonu (1947) adlı senaryosundadır, yanılmıyorsam siyah beyaz filme de çekildi. Daha sonra Sartre 1955’te senaryoyu, bizde de İş İşten Geçti adıyla yayınlanan romana dönüştürmüş.
Çarpıcı okumalardan biri, birkaç yıl önce yitirdiğimiz 20. yüzyıl romancısı, Demokratik Almanya’da yaşamış olan Christa Wolf’ün Medeia-Sesler’idir. Daha önceki romanı Kassandra’da, ele aldığı mitos’un özünü, akışını ve gerçekliğini izleyerek yazmış. Onun da gönlünün Troya’dan yana olduğunu anlarız; kadın hakları, dönemin doğu-batı çatışması, kapitalist dünya ile sosyalist dünya karşıtlığı ya da çatışması da mitosun anlam katmanlarındadır.
Ancak Medeia-Sesler romanında mitos karşımıza bambaşka bir şekilde çıkar. Bu bilebildiğim kadarıyla mitosun o zamanki aktarımlarından, okumalarından çok çok farklıdır. Medeia mitini, ilk kez MÖ 5. yüzyılda yaşamış Euripides’in aynı adlı oyununda görürüz. Aşk uğruna Medeia kardeşini parçalayan, çocuklarını öldüren vebâ çıkartan bir canavardır. Oysa C. Wolf 20. yüzyılın sonunda mitosu başka türlü ele alır, yeni bir okuma yapar; ihânete uğramış bir kadındır Medeia. İşlenen cinâyetler aslında iktidar meselesi yüzünden başkaları (erkekler) tarafından işlenmiş, Medeia kurban seçilmiştir; özcesi erkekler dünyasının çarkında acımasızca parçalanan kadındır!
Belirsizlik ve giz, edebî metni okumada önemli bir özellik. Belirsizlik ve giz, yapıtı zenginleştirdiği gibi, yeni okuma olanakları da sunuyor. Birkaç ay önce yayınlanan Don Kişot kitabında Jale Parla önsözde, yeni okumalara olanak veren bu romandaki belirsizliğin altını çizerek, üniversitede verdiği dersler bağlamında kırk beş yılda Don Kişot okumalarının farklılaştığını, dolayısıyla kitaplar aynı olsa da yeni okur ve yeniden okumayla kitapların yenileştiğini, yazıyor. Benzer bir şeyi de Terry Eagleton Edebiyat Nasıl Okunur kitabında söylüyor: “Edebi eserlerin geniş anlam yelpazesi üretme kapasiteleri vardır; bu anlamlardan bazıları tarihin kendisi değiştikçe değişebilir ve hepsi yazarın kasti dahilinde değildir.”1 Sanırım “yazarın kasti dahilinde değildir” ibâresi dikkat çekiyor!
İster istemez yeni olanaklar, yeni bakışlar ortaya çıkıyor yıllar içinde, yine o yıllar sizi de eğitiyor. Seksenli yıllarda Sabahattin Ali üzerine çok yazmıştım, yazarlığım boyunca da yazmam hiç kesilmedi. O zamanki bakış ister istemez değişti, örneğin İçimizdeki Şeytan’ın çok daha iyi bir roman olduğunu, ele aldığı meseleleri, özellikle felsefî bir mesele olarak “rastlantı”nın döneminde gelen eleştirilerin dışında irdelendiğini 2000’li yıllarda görebildim. Zâten bu romanın bir şansızlığı var. Siyâsî nedenlerle açılan bir dâvâ dolayısıyla romanın sanatsal özelliği, estetik yanı epeyce güme gitmiş! Bu siyâsî dâvâda güncel olan olay ve kişiler gündeme gelmiş. Dâvâya konu olan kişiler, olay romanda ne kadar vardır bu ayrı konu ama Sabahattin Ali’nin kazandığı nâdir dâvâlardan biri olsa da bence romanın hakkı yenmiş. Seksenli yıllarda ben de birçok inceliği görememişim!
Benzer şekilde Kürk Mantolu Madonna da çok sevdiğim bir romandır, o yıllarda birkaç yazım vardır, hiçbirinde Raif Efendi’nin defterini bir mağaraya benzetmemiş, bu defteri mağara metaforuyla açıklamak aklımın ucundan geçmemişti. (Bu arada benimkinin Platon’un mağarası gibi olmadığını belirteyim.) Ne zaman ki 2016 yılında yazarla ilgili geniş bir çalışmaya2 derinlemesine dalınca bu benzerliği, metaforu yakıştırdım! Kuşkusuz bir yetkinlik, birikim istiyormuş, yılların geçmesi gerekiyormuş!
Söz buraya gelmişken, Kürk Mantolu Madonna’nın son yıllarda gördüğü büyük ilgiye de kısaca değineyim. Sanırım şimdiye kadar en çok basılan roman oldu! Umarım aynı oranda okunuyordur. Bu niye böyle, doğrusu kendi adıma tam anlamıyla anlamış değilim! Bir moda mı? Şarkıcı Madonna’nın hayatı olarak algılanması mı? Evet öyküsü etkileyicidir, Sabahattin Ali büyük bir yazardır, onun bir kitabının büyük ilgi görmesi sevindirici bir olay, umarım daha çok ilgi görür, öteki yapıtları da. Ancak bu başka türlü bir okumayı, metin dışı, edebiyat dışı bir okumayı da örnekliyor bize.
İşin ilginç yanı yayınlandığı dönemde yakınları tarafından epeyce eleştirilmiş, o da bunu yazmak zorundaydım, demiş. O dönemde ilgi görmemiş, roman hakkında çok az yazı var. (Üstelik kendisi büyük hikâye diyor, Yaşar Nabi 1966’da yayınlarken roman diyor.) Sabahattin Ali’nin kitapları 1947 ile 1965 arasında yayınlanamıyor; üstelik yasaklayıcı bir mahkeme kararı yok! Benzer bir durum Nâzım Hikmet’in kitapları için de geçerli olmuş; onunkiler de 1936 ile 1965 arası yayınlanamıyor! Bu da biraz Perikles dönemini anımsatıyor: iktidarca, devletçe kanona sert müdahâle ve müfredat oluşturma; resmî ideoloji, statüko diyelim. (Ne var ki kayayı delen incir örneğinde olduğu gibi bu tür büyük yapıtları okuma dışı bırakmak çok güç! Yalnız bu iki yazarımız değil, başkaları da var; yalnız bizde değil, dünyada da böylesine örnekler çok.)
Siyâsî olmayan unutuluşlar da oluyor. Yâni bir çeşit okumama durumu! Ahmet Hamdi Tanpınar bu örneklerden biri. Gerçi Tanpınar Türkoloji’de hiçbir zaman unutulmamış. Son yıllarda ilgi odağı olunca, edebiyatın merkezinde (gündem) yer alınca da kuşkusuz yeni okuma biçimleri ortaya çıkıyor; bir-iki yıl önce yayınlanan Handan İnci’nin Tanpınar’ın romanlarında aşk ve kadını incelediği kitabının adının Orpheus’un Şarkısı olduğunu anımsatayım, dolayısıyla İnci de bu çalışmasını Orfeus mitosuyla temellendiriyor.
Bu noktada geriye, yakın geçmişe dönük bir sıçrama yaparak kısaca bir başka yapıttaki mitoloji göndermesinden söz edeyim. Jale Parla, Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri (1990) adlı kitabında tanzimatçıları bir bakıma babasız oğullar olarak tanımlar, dolayısıyla onlar aynı zamanda baba görevi de üstleneceklerdir. Bu kitabında Beşir Fuad’ın intiharını da İkaros mitiyle açıklar. Mitolojideki İkaros figürü (motif) ilk uçan insan olarak da geçer; babasının sözünü dinlememiştir! Özcesi mitos şöyle: Giritli mimar Daidalos (bir aşk meselesinde aracılık yapmıştır), oğlu ile birlikte kendi yaptığı labirent’e Kral Minos’un emriyle kapatılınca kaçmak için çâreler arar. Sonunda kendi ve oğlu için birer çift kanat yapar ve onları balmumuyla omuzlarına yapıştırır. Oğluna yükselip güneşin ışınlarına yaklaşmamasını öğütler. Ne var ki İkaros havalandıktan sonra babasının bu sözünü tutmamış ya da tutamamış, uçmanın heyecanıyla, gururuyla, özgürlüğe kavuşmanın sevinciyle, burada Tanrılar’a özellikle Güneş Tanrısı Helios’a meydan okuma da var, yükseldikçe yükselmiştir; güneşe yaklaşınca da kanatları erimiş, denize düşüp boğulmuştur. İkaros gibi söz dinlemeyen Beşir Fuad, bir anlamda baba konumundaki Ahmet Mithat’ın, Recaizâde Mahmut Ekrem’in söz dinlemez oğludur!
Umberto Eco Açık Yapıt’a (1962) neredeyse “sınırsız” bir yorumu önerir. Ona göre modern sanat harekettir. Bu hareket özneye özgürce yorumlama olanağı tanıyacaktır. Klasik yapıtlar kapalı sanat yapıtlarıyken, modern sanat yapıtları açık sanat yapıtlarıdır. Onlar sınırsız yorumlara açık durumdadır. Örneğin Kafka’nın yapıtları. Belirsizliğin ifâdesi olarak simge dil kullanılır, bu dil yeni yorumlar için dâima açık kalır. Ne kadar modern yapıttır tartışılır ama Hamlet de Don Kişot gibi İncil’den sonra üzerine en çok konuşulan, en çok yorum yapılan, yeniden yeniden okunan, çözümlenen bir yapıttır. Bir sahne eseri olduğu için günümüze kadar bu yorumların yanı sıra sahneleme yorumları, farklılıkları da süregelmektedir. Ancak bütün bu yorumların, yeniden okumaların içinde Eski Kral’ın, kardeşi Cladius tarafından öldürüldüğü a prori olarak önümüze konur. Oyunun başındaki hayâlet yâni Hamlet’in babası ki onun da adı Hamlet’tir, oğlu Hamlet’e kendisini uyurken kardeşi Cladius’un zehirlediğini söyler. Bu paradigmadan yol alırız bunu da yine a prori olarak kabul ederiz. Ancak bizde de 2005 yılında yayınlanan Hamlet Üzerine Bir Soruşturma-Sağırlar Diyalogu (2002) başlıklı kitabında Pierre Bayard başka türlü de olabileceğini yâni başka bir pradigmadan yol alırsak kâtilin başkası çıkabileceğini gösteriyor. Öncelikle şunu söylemek gerek bir edebî metin yorumlanması bir yeniden okumadır; ancak metin tanımı da önemlidir, özcesi Bayard, metni kutsal olarak değil göreceli olarak ele aldığını vurguluyor!
Bir metni zenginleştiren ve bize yeni okuma olanakları sunan belirsizlik, giz bu oyunda da epeyce var. Bayard, Goethe’den Lacan’a kadar Hamlet yorumlarını irdeliyor, metnin çok çeşitli basımlarını, 17. yüzyıldan günümüze kadarki basımlarını ve farklılıklarını da inceleyerek hangi metin diye soruyor! Bayard’ın asıl dayandığı tartışma Walter Wilson Greg ile John Dover Wilson arasındaki. Bu da çok hoş bir öykü. Greg makalesini (Hamlet’in Sanrısı) The Modern Language Reiview dergisinin Kasım 1917 sayısında yayınlamış. Wilson’sa bu makaleyi 17 Kasım günü Leeds-Sunderland treninde okumuş. Yol boyu altı kez okumuş, o sırada kendisi eğitim bakanlığında çalışmakta, bölgedeki sendika yetkileriyle çıkan bir sorunu çözmek için yola çıkmış. Sunderland’a vardığında ilk işi dergi yönetmenine telefon açıp, yanıt hakkı istemiş. Greg’in görüşlerine katılmamaktadır ama Greg’in yorumunu, yeniden okumasına hayran kalmıştır. Ne var ki ancak 18 yıl sonra yanıtını bir kitap olarak, Hamlet’i Anlamak. Elsinore’de Soruşturma adıyla yayınlayacaktır! Kitabını Greg’e ithaf eder, bu yanıt için doğduğunu da belirtir.
Peki Greg ne söylüyor, Greg Hamlet’in halisünasyon, sanrı gördüğünü söylüyor öncelikle. Ayrıca teknik açıdan da özellikle pandomim sahnesi olmak üzere birkaç örnek veriyor. Yani hayâletin dolayısıyla baba Hamlet’in oğul Hamlet ile konuştuğunu kimsenin duymadığını, bunun şu şu nedenlerle Hamlet’in kafasının içindekiler olduğu tezini ileri sürüyor. Oysa, Hamlet’in zihnini yoran, tinsel dünyasını alt üst eden, deliye çeviren bilindik mesele, amcası Claudius’un hemen kral oluşu, tahta el koyuşu ve Hamlet’in annesiyle (kendi yengesiyle) evlenmiş oluşu, sonra da hayâletin söyledikleridir.
Greg pandomim sahnesinde şunun altını çiziyor: Mâlûm saraya bir tiyatro topluluğu gelir ve Hamlet onlardan özel olarak sergileyecekleri oyuna bir-iki şey eklemelerini ister. Claudius, hayâlet tarafından söylendiği biçimde cinâyeti sergileyen, bir ön oyun olarak tanımlayacağımız pandomim sırasında öfkelenip kalkmamıştır da, Hamlet’in aşırı söylenmeleri, küstahça konuşmalarına bozularak salonu terk etmiştir. Greg’e göre şâyet cinâyeti o işleseydi, yaptığı şeyin herkesin önünde temsil edilmesine öfkelenirdi! Tam önünde oynanan bu pandomim sahnesini sâkince izlemezdi. Benzer şekilde Greg, hayâletin Gertrude’un odasında yalnızca Hamlet’e görünmesini de örnekliyor. (Kral Claudius’un dua sırasında Hamlet’in sahneye giriş zamanına göre Claudius’un tiradının Hamlet’in sanrısı olabileceğini de ben ekleyeyim!)
Bayard’ın 21. yüzyılın başında özellikle dikkatimizi çektiği nokta, 20. yüzyılın başındaki Greg’in okumasındaki o zamana kadar değinilmeyen konulardır. İşte pandomim sahnesini kimse ele almamış, dolayısıyla bu biçimde yorumlamamış. Yine hayâletin yalnızca Hamlet ile konuştuğu, dahası göründüğü de, onun bir sanrı olduğu da gündeme gelmemiş. Böylece Greg çok farklı bir Hamlet okuması yapmış olur ve oyunda söylenen nedeni, “kralın bir yılan tarafından zehirlemesi”ni kabul eder. Baba Hamlet’in kâtilinin Hamlet’in kendisinin olabileceğini özellikle Greg’in yorumuna ve Freud’un Rüyaların Yorumu’ndaki Oidipus kompleksi üzerine oturttuğu Hamlet çözümlemesine dayanarak Pierre Bayard yapar (söyler). Kitabın son sözü de şöyle: “Evet, Hamlet gerçekten de özyaşam öyküsünde yer alan bir olayın gizeminin işkencesini çekmektedir. Gerçekten de, Oidipus kompleksinin öldürücü yanının rahatsızlığından mustariptir. Ve, gerçekten de babasını öldürmeyi düşünmüştü –hatta düşünmekten de öteye gitmişti. Bütün diğer tahminler bir yana, Freud haklıydı.”3
Bu noktada, okumanın yolları yordamları bağlamında bir parantez açmak istiyorum. Bayard, kitabında Hamlet’e ilişkin çok ilginç başka bir okuma deneyimini de aktarıyor. Şöyle ki, 1990’lu yıllarda bir antropolog (Laura Bohannan) Orta Afrika’daki Tiv kabilesine Hamlet metnini birebir okuyor ve görüşlerini soruyor. Kabile üyeleri oyunun başındaki hayâleti, büyücünün gönderdiği bir işâret, bir çeşit oyun olarak algılıyor; çünkü Tiv kabilesi ölümden sonraki yaşama inanmıyormuş! Böylece antropolog bir türlü oyundaki hayâleti, dahası oyunun yazıldığı dönemde inanılan belki Shakespeare’in de inandığı hayâlet kavramını açıklayamıyor.
Bir ikincisi de, kabile üyeleri oyunda Hamlet’in annesinin amcasıyla evlemesine kızmasını da anlayamıyor çünkü onlar için doğal olan bir şey. Hatta, yaşlı kabile şefi etrafına dönerek neşeyle şöyle diyor: “Size demiştim ya, Avrupalılar hakkında yeni şeyler öğrendikçe tıpkı bizler gibi olduklarını anlayacağız.” Çünkü onlarda da küçük kardeş, ölen ağbisinin eşiyle evlenirmiş. Yeğenlerine baba olurmuş; hatta yerliler Gertrude’un evlenmekte geç bile kaldığını söylemiş. İki ay beklememeli, kocası ölür ölmez hemen evlenmeliymiş. (Bu, Hamlet’i iyice çıldırtırdı!) Yine şefin sorduğu çok ilginç bir soru var: “Hamlet’in babasıyla amcasının anneleri acaba bir miydi?” O zamana kadar sorulmayan bu soru, aynı zamanda anne motifini de öne çıkartıyor.4
Tekrar konuma dönecek olursam, Bayard’ın okumasından anlıyoruz ki Hamlet, Ophelia ile babasını yâni eski kralı sevişme sonrasında görmüş ve uykuya dalan babasını öldürmüş! Dolayısıyla baba olan kral Hamlet’i, oğul olan prens Hamlet öldürmüş! Kuşkusuz Bayard’ınki bir yorum, zâten kendisi de metnin göreceliği üzerinden gittiğinin altını çiziyor; ancak tezini, önermesini metin içinde örneklendirip temellendiriyor. Birçok yoruma gönderme yaptığını söyledim, tezinin öncesinde de iki önemli basamağın Freud ile Greg olduğunu bir kez daha belirteyim. Bayard’ın burada yaptığı yeni okuma, Shakespeare’in dehâsının daha da dehâ olduğu doğrultusunda.
Yukarıda da değindiğim Açık Yapıt’ta modern sanat eserlerinin yorumunun neredeyse sınırsız olabileceğini söyleyen Eco, otuz yıl sonra, kendi yapıtlarına dâir tartışmalı bir konferansın kitabı olan Yorum ve Aşırı Yorum’da “… bir metnin birçok anlamı olabileceği ifadesini kabul ediyorum; ben bir metnin her anlamı olabileceği ifadesini yadsıyorum”5 diyor. Sanırım buradan şunu da anlamış olmamız gerek, Hamlet Hamlet’i öldürdü6 de, yazarın ben böyle yazmadım, böyle demedim ya da ben böyle yazdım, bunu dedim hakkı da olmalı.