Selim İleri'nin geçtiğimiz ay yayınlanan Kumkuma adlı romanı “Silkindi” diye başlıyor... Anlatılan kişinin “Abdülhak Hâmid”, yâni “Şair-i Âzam” ya da yazarın tanımıyla “Ulu Şair" olduğunu öğreniyoruz
25 Ekim 2018 13:45
Yanlış mı anımsıyorum, Gabriel García Márquez Yüzyıllık Yalnızlık’ın girişini altı ayda yazmış! Bu, romanın yalnızca girişinde saplanıp kaldığı anlamına gelmez kuşkusuz; bir yandan “serüven”i de yazmış olabilir. Gerçi takılıp kalmış yazarlar da vardır. Yapıta giriş, romana giriş hep önemli bulunur. Doğal olarak da her yazarın bu konuda bir bildiği, inceliği, kendine özgü yaklaşımı vardır. Kimisi aşırı önem verir, kimisi, sâkince başlar. Değişir.
Şiir, hikâye kitaplarında farklı olacaktır açılış. Onlarda “hangisi”ni başa almak gibi bir sorun vardır çoğunlukla. Roman, tek uzun parça olduğundan, şu veya bu şekilde bir “serüven”i işlediğinden “giriş”, “başlangıç”, “açılış” şiir ve hikâyeye göre çok farklıdır. Ancak popüler romanlarda girişin, türün özelliği olan merak duygusunu epeyce kışkırtması gerekir. Aynı zamanda çarpıcı da olmalıdır. Bu çarpıcılık merkezdeki edebiyatın ürünü olan roman için de geçerli olabilir. Kimi yazarlar bunu seçer. Ancak merkezdeki edebiyatta merak öğesinden çok haz öğesi önemli. Metinden alınan haz. (“Sanatsal fikir” de tabiî ki.) Yine de Terry Eagleton’ın[1] tanımıyla “Açılış” önem’lidir.
“Silkindi:
‘Karlar altında nevbaharım ben’…
Yıkılıp giderken silkindi.
Çetrefil bir cümle diye düşündü Abdülhak Hâmid Bey, mısra mısra!, cümle değil, Ulu Şair, Şair-i Âzam, neresi çetrefil? Karlar altından fışkırmış bir kardelen. Kardelen tazeliğiyle; kar daha yerden kalkmadan çiçek açmış. Nergisgiller familyasından bembeyaz kış çanı! O kadar beyaz ki, elmas ışıltıları saçıyor. Ebedî çan! Gülümsedi.
Bitişiğindeki sehpanın üstünde kitaplar, masanın üstünde kitaplar, etajerde kitaplar, ansiklopediler, edebî isim sözlükleri, edebî eser sözlükleri, edebiyat tarihleri, monografiler, tanıtma kitapları, gazetelerden, dergilerden kesilmiş makaleler, fotoğraflı röportajlar, hatırlayış yazıları, dosya dosya doktora tezleri: Hepsi Şair-i Âzam’ı etüd ediyor. Bir yandan da: Nasıl olur, beni nasıl öldürürler! Soru işareti de koymalı mıyım? Hem ünlem, hem soru işareti. Kurumuş çatlak dudakları kıpırdıyordu: Hangi tarihte beni öldürdüler?! Nidâ, soru işaretinden sonra.
Sehpa sedef kakmalıydı. Sedefin menevişli parıltılarına bayılır; masa kiraz ağacından. Salamanjedeki yemek masası ceviz.
Ölmemişti. Halbuki 12 Nisan 1937 deniyor. Maçkapalas’taki evindeydi. Önceleri bitişik yazılıyordu, şimdi ayrı: Maçka ve Palas. Ve’si yok. Her şey değişiyor.
Lüsiyen içerde, kendi odasında. Yatak odasını ayırdılar artık. Ulu Şair o kadar yaşlandığını kabul ediyordu. Fakat belli mi olur, bazı sabahlar kıpır kıpır; hekimler “Sidik zoruyla” diyorlar, terbiyesiz herifler. Lüsiyen içerde değil, çoktan öldü. Cenaze törenine katıldığım halde beni pek çıkaramadılar; unutulmaya başlamıştım, nankörlük! O parlak günler geçip gitti, muvaffakiyet arzusuyla yanıp tutuştuğu. Kıymet bilmez vatanı büyük sanatkârını unuttu. Omuz silkip geçelim.”
Selim İleri’nin geçtiğimiz ay yayınlanan Kumkuma[2] adlı romanının açılışı böyle. “Silkindi” diye başlıyor; biri, buna anlatıcı diyelim, başka birinin eylemini belirtiyor. Anlatılan kişinin “Abdülhak Hâmid”, yâni “Şair-i Âzam” ya da yazarın tanımıyla “Ulu Şair” olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla açılıştaki karakter Tanzimat edebiyatının “ünlü” şâir ve oyun yazarı Abdülhak Hâmid Tarhan. Kuşkusuz İleri’nin belirttiği gibi Abdülhak Hâmid. Soyadını, son zamanlarında Tarhan olarak alıyor. Ne var ki bir kesim okur, yeni okur mu demeli, bunu bilmeyebilir. Böyle bir durum söz konusu. Abdülhak Hâmid adlı biri; hem de şâir imiş, hem de ulu imiş! Romanda yol almak için bu bilip bilmeme çok da gerekli değil. Yine de bu açılış ile yazarın (İleri) bilinmesini istediğini söyleyebiliriz. Kurmacadan nesnel gerçekliğe, tarihe, edebiyat tarihine gönderiyor bizi. Öte yandan bilmeyen okur metnin içinde ne kadar nesnel gerçekliğe gitmeden (araştırmadan) kalabilir?
Silkindi’den sonra bir dize geliyor:
Karlar altında nevbaharım ben
Önce romanın ilk sözcüğünün ki bu bir cümle, Türkçe’de olanaklı, bir eylemi gösterdiğini belirtmemiz gerek. Bu eylemin de bir insana ait olduğu çok açık; ancak eril ya da dişil karakter olduğu hemen aşağısında anlaşılıyor.
Dize italik ile verilmiş, dolayısıyla vurgulanmış. Tırnak içinde olduğuna göre bir alıntı, Abdülhak Hâmid Bey şâirse büyük olasılıkla onun bir dizesi. Zâten aşağıda sözcük iki kez geçiyor, “mısra mısra” diye. Meraklı okur internete girip bunu, bir-iki tuş hamlesiyle hangi şiirden olduğunu öğrenebilir, evinde Abdülhak Hâmid’in şiir kitapları yoksa da. Şu veya bu şiirden olmasının ötesinde güzel olduğunu düşündürüyor bize yazar. Doğru da! Haz almak için internete bakmaya gerek yok. Bunun dışında, şâirin kendisiyle, varoluşuyla da ilgili. Edebiyat içindeki, yaşam içindeki durumu, konumu, dışarıdan değerlendirilişi, sanki biraz da kendi kendine bakışı vb.
Abdülhak Hâmid, mâlûm Şâir-i Âzam diye anılıyordu. Âzam sözcüğü, büyük anlamına geliyor. Ancak öncesine bir parantez açılıyor ve o parantezin içinde “daha”, “pek”, “en çok” gibi sıfatlar da yer alıyor.[3] Anlatıcı “ulu” (yazarın seçimi) diye de tanımlıyor. Ulu’da da bir yüceltme var. Anlatıcı tarafından yüceltilen Abdülhak Hâmid Bey’in de iç sesini duyuyoruz biraz sonra. Yazar tırnak içinde vermemiş “konuşma”yı; bu bir teknik meselesi kuşkusuz. Böylece baştan karşımıza iki karakter çıkıyor, biri anlatıcı eril ya da dişil karakter olduğu hakkında en küçük bir ipucu yok (olması da şart değil), öteki de bilen okur için Tanzimat edebiyatının “ünlü” şâir ve oyun yazarı, bilmeyen okur için de yüceltilen ya da öyle anılan bir şâir.
Sonrasında da şâiri inceleyen, kitap, gazete, dergi, tez vb ile dolu oda betimleniyor ve bunlar şâirin yanı başında. “Hangi tarihte beni öldürdüler?!” Cümlesi merak ve çarpıcılık öğesini birlikte taşıyor. Bu cümle ve betimlenen ortam, “ölüm” ile bir sorunsalın kapısını da açmış oluyor. Önce de geçmişti. Ölüm zâten başlı başına bir mesele (tema) de, onun ölümüyle ilgi sorunlu bir durum var demek ki! Selim İleri’nin yazınsal tekniğiyle başlangıçta iki anlatıcının iç içe geçtiğini görüyoruz bir yandan da. Biri yukarıdaki dişil’i ya da eril’i –Açılış’ta– belli olmayan Abdülhak Hâmid Bey’i “anlatan”; öteki de Abdülhak Hâmid Bey’in kendisi; az az anlatmaya başladı ya...
“Ölmemişti. Halbuki 12 Nisan 1937 deniyor.” Böylece kapı epeyce aralanıyor, metin bizi içeriye dâvet ediyor. Ancak burada bir şeyin de altını çizmek isterim çelişkiye düşmemek için. Gerçi düşsem de olur, hayat çelişkilerle yoğrulmuyor mu? Özcesi, Selim İleri gibi merkezdeki edebiyatçıların, yazarların, şâirlerin yapıtlarını baştan sona okursunuz. Her zaman metnin hazzı ve de tartışabileceğiniz “sanatsal fikir” vardır. Demem o demek ki, metnin içine girmek için, açılıştaki, başlangıçtaki, girişteki merak ya da çarpıcılık özelliğinin olması gerekmez.
Her şeyin değişmesi de metnin bütünüyle ilgili meselesine ya da onlardan birine gönderme yapmış oluyor. Bunu anlamak çok zor değil. Bu konuda yazar, ipcunu diyelim, baştan vermiş.
Açılış olarak alıntıladığım kısmın son paragrafı da “Lüsiyen” ile başlıyor. Kim bu kadın? Adı Lüsiyen olduğuna göre kadın. Nesnel gerçeklik (bağlam) ile bağlantı kurduğumuzda yine bilen bilmeyen okurun okuma biçimi ya da araştırma sonrasındaki okuması (anlam) değişecektir doğal olarak. Ancak odaların ayrılması ve 1937 tarihi, ikisinin, şâir ile kadının evli olduğunu gösteriyor. Büyük bir olasılıkla! Doğrudan cinsellikle ilgili bir sorun var; bunun da “çevrenin” diline düştüğünü anlamak güç değil. Doktorlar sidik zoruyla sevişebileceğini söylüyormuş ama gerçekte öyle değilmiş. Gerçek, derken hangi gerçeğe vurgu yapıyoruz; kuşkusuz şâirin gerçeğine: “bazı sabahlar kıpır kıpır” diyor. Sonra bir anımsama var. (Yazar başlangıçta “hatırlayış yazıları” diyerek yine daha sonra, metnin içinde karşılaşacağımız bir özelliği [motif, tema vb] mi –çaktırmadan– vurguluyor.) Bu anımsama Lüsiyen’in ölmüş olduğu, hatta: “Cenaze törenine katıldığım halde beni pek çıkaramadılar; unutulmaya başlamıştım, nankörlük!”
Epeyce konuşulacak, didiklenecek bir cümle ama bu romanın bütünüyle yâni girdiğimiz o kapıdan sonrasıyla çok daha ilgili. Ancak ilk okuduğumuzda bir izlenim edinmemiz de olanaklı. Hemen ardından bu paragrafı tamamlayan şu iki kısa cümle geliyor: “Kıymet bilmez vatanı büyük sanatkârını unuttu. Omuz silkip geçelim.” Bunları her iki anlatıcı da demiş olabilir. Başlangıçta her iki anlatıcının iç içe geçtiğini görüyoruz, demiştik ama “unutuluş”a omuz silkip kolayca geçilebilinir mi? Dolayısıyla kapıdan girip romanı okuyacağız. Metnin verdiği haz’ı zâten Açılış’ta sezmedik mi, bence “sanatsal fikri” de; “şiir gibi”, lirizm yüklü cümlelerle de kaleme alınmış...