Sevgi Soysal’ı kırkıncı ölüm yıldönümünde İpekli Mendil yazarlarından Servan Güney’in hazırladığı “A’dan Z’ye Sevgi Soysal Sözlükçesi”yle anıyoruz. Onu okumak bize hep çok iyi geliyor...
22 Kasım 2016 13:55
AŞK ŞARKILARI: “En bayağı aşk şarkıları çalıyor radyo, ah çekiyor masalar, iskemleler. Bizi daha önce birlikte görmeye alışmış gözlerini bana kaydırıyorlar usulca, anlayışlı. Bin kez boğuyorum kahkahalarımı içimde, üzülsünler, yanılsınlar istemiyorum. Kendi sevi türkümü söylüyorum hafiften. Üzünçlü, kısık bir şarkıda birleşip güneşli baş dönmeli havalarda bırakıp gitmelerin türküsünü. Vermeyi, almayı ve bir şeyler beklemeyi bilmenin, güzel bitirmelerin türküsünü.” ("Sen Ey Saçma Barışlar Getiren Yağmur Ne Verebilir", Tutkulu Perçem)
BİLYA: “Erkeğin gözleri çocuk gözleri gibi apaçık. Eşyalarda geziniyor. Bilyalara bakıyor. Bilyalarını sayıyor. Benim bilyalarım. Benim sarı, benim kırmızı, benim yuvarlak bilyalarım. Buna gülünür mü? Buna şefkat mi duyulur? Peki, ya ne zaman gülünür? Ne zaman katılınır? Elinin tersiyle apartmana vurdu kadın. Apartman gümbürtüyle yıkıldı. Gümbürtü gömdü kahkahasını.” ("Mal Ayrılışı ve Şampanya Kovası", Barış Adlı Çocuk)
CELLAT: “1400 yılından bu yana kent cellatlığını babadan oğula deveden Fuchs Ailesi. Onlar kentin içinde oturmazlardı. Yasaktı bu. Kentin insanları arasına karışmaları da. Evlerinin önünden ırmağın bir kolu akardı. Celladın bahçesine girebilmek için ırmağın üzerindeki özel köprüden geçmek gerekirdi. Kentin gözüpek çocukları bazen bu köprüye kadar sokulurlar, sonra bıçağı boyunlarına değmişçesine kente kadar soluk almadan koşarlardı.” ("Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?", Barış Adlı Çocuk)
ÇOĞALMAK: “Kanser sözcüğü çoğaldı sanki. Sanki birden çok sık kullanılır oldu. Artık, yığınla sözcük arasından hep bu sözcüğü mü çekip çıkaracağım? Ses dalgaları en çok, kanser sözcüğüyle mi patlayacak kulağımda? Bencil bir ahmak gibi, kendiyle ilgili şeyleri duya göre başka adları ve anlamları kavrayamaz olmak. Çevremde hiç ilgimi çekmeyen nice kanser olayı vardı kim bilir? Dünyadakiler bir yana. Hayatın ve bilimin kansere açtığı amansız savaş hiç de ilgilendirmiyordu beni. İlgilenecek daha güzel ve anlamlı bulduğum savaşlar varken.” ("Bir Ağaç Gibi", Barış Adlı Çocuk)
DELİKLİ NAZARLIK: “Necip acındı, sonra kaşındı, eli omzuna dikili nazarlığı takıldı. O nazarlık ki, analarının, nenelerinin, haminnelerinin, sütninelerinin, urum dadılarının hayatlarının bir anlamı da onu kirli gömlekten söküp temiz gömleğe dikmekti, söküp dikmekti, söküp dikmekti. Necip bulduğu bu küçük nişangaha pek sevindi, onu dilediği ıraklıktaki bir yere dikip çekti tetiği, çekti tetiği, çekti tetiği; o aslanların aslanı, gürbüzlerin gürbüzü, erkek delikanlı kevgire dönmüş nazarlığa bastı da, aman aman bastı da paşaların, efendilerin dünyasına yürüdü gitti.” ("Delikli Nazarlık", Barış Adlı Çocuk)
ESKİCİ: “Kim bir insanın ansızın eşyalarından bedava kurtulacak kadar akıllanabileceğine inanır? Almaz eşyaları... Almazdı. Belki de polise şikâyet ederdi beni. Beklemeli. Niçin bu karyolayı da satıyorum demedim? Bu karyolayı ne yapacağım ben şimdi? Onun için başka eskici mi arayacağım? Ya bugün başka eskici gelmezse?” ("Eskici", Barış Adlı Çocuk)
FELSEFE: “-Eve aldığı birkaç parça eşyanın bekçiliğini yapmadın diye bana çatacak adam değil, felsefeye ihtiyacım var benim ya, felsefeye. Benim kocam bana Hindistan'ı anlatır, oranın değişik inanışlarını anlatır. Hanginizin kocası Hint felsefesinden anlıyor ve güzel keman çalıyor? diye hasetten çatlatıyordu alt kat kiracısının şom ağızlı karısını. Savaşa da gitmemişti kocası kalbi hasta diye. Müşterileri arasında kocası savaşta ölmüş olanlar bir süre ayaklarını kesmişler, uzun bir süre de ters davranmışlardı.” ("Tante Rosa Mezarlıkta Üretici Oluyor", Tante Rosa)
GÜVEN: “Soyut bir şey değildir güven. Bir şeyin yerine konan bir şeyin bir şeye dönüşmesidir; örneğin bir gümüş şamdan güvene dönüşür, bir ev, bir kat yeni elbise, ya da fiyakalı bir iş, dolgun bir aylık, bütün bunlar güvene dönüşebilir şeylerdir. Hasan Özçakar’ın güvene dönüştürebileceği bir şeyi yoktu, boyu posu bile.” ("Ay’ı Boyamak", Barış Adlı Çocuk)
HAMİLE: “Pişona Çiftliği’nde tavuklar sık sık kesilir, inekler sık sık doğurur. Beslemeler sık sık kovulur. Bir gün kovulan hamile bir besleme, hamile olduğu için kovulan bir besleme ya da besleme olduğu için hamile kalan bir besleme, kovulduğu için besleme olan bir hamile, kovuldu.” ("Delikli Nazarlık", Barış Adlı Çocuk )
IRAK: “Bu dorukta, kalabalıkların üstünde diye bildiğim, yörem sensizlik olurdu. Her şey sensizlikti aslında. Sen dediklerim, en sensizliklerimdi. Bozkır ama bir bozkır sendi bana. Genişlikti, bitmezlikti, kopmuşluktu, ıraklıktı. Ölü evi, ölük insanlı kentten, güve yeniği yaşamlardan utanmışlıktı. Güneş batımında yalnızlığımı kentten alıp geri verendi.” ("Kalabalıklarda", Tutkulu Perçem)
İSPANYOL SETERİ: “Nasıl öğreteceğim köpeğe Aport’u? Divana uzandım. Alaturka viyaklıyor köpek, İspanyol seteri – kara – kıvırcık – bebek daha. Bıldırcınları keklikleri yığacak önüme. Alaturkayı pislik içinde bırakmış yine. Karım kızıyor. İyi bir av köpeği olmanın alaturkayı pislemekten önemli olduğunu mu anlatayım ona?” ("Nasıl Öğreteceğim Köpeğe Aport’u", Barış Adlı Çocuk)
JOSEPH FUCHS: “Joseph Fuchs köprüyü geçti. Surun dibinde yürüyerek kente vardı. Önüne gelene günaydın diyordu. Bir şarkı söyler gibi, tutkusunu haykırır, aşkını açığa vurur gibi. Günaydın bay postacı. Günaydın bay gazeteci. Günaydın bay polis, Günaydın bay çöpçü. Kimse selamını almıyordu. Alışırlar. Bir adamın öldürmemesine alışmak, öldürmesine alışmaktan belki daha zor. Belediyenin merdivenlerinden çıktı. Günaydın bay kapıcı. Günaydın bay boyacı. Bütün günaydınları merdivenlerin, hollerin, gri boyası üstüne yapıştı kaldı. Kirle karışık. Odacı duvarların kirini siliyordu bezle. Fuchs’un günaydınlarını da sildi. Kirli bezi kovaya sıktı. Günaydınlar boğuldu kovada.” ("Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?", Barış Adlı Çocuk)
KÜÇÜK ADIMLAR: “Şimdi, bitti. Bakıyor bitmiş yapıya -bir şey bitmelidir, hep böyle olmuştur bu, böyle bilinmiş, böylesi istenmiştir, ne için başlanılmışsa bir şeye, hangi son için, o sonun gelişi doğal sayılır. Bitiş yakınsa, belliyse, sonu ne olduğu unutulmamışsa, kaçırılmamışsa gözden, o son ulaşılabilir- varılabilir gibiyse, sona varma, yetişme tutkusu, bitirme kaygısı sarar kişiyi; ama son uzaksa, inanılmayacak, varılmayacak gibi uzaktaysa, o zaman bu bitmeyecekmiş gibi görünen ilerleme, bu sonsuz çaba büyüler insanı; küçük adımların hastası olunur artık.” ("Yapı", Barış Adlı Çocuk)
LAĞIM: “Yüzünü yıkamak için musluğa doğru yürüdü. Güllü’nün cırlak sesi uyardı Nur’u: Lağımdan geçme! Nur irkildi. Eliyle tavanı gösteriyordu. Tavandaki kanalizasyon borularından su sızıyordu gerçekten. Yukarıdaki helaları, helaların pisliğini hatırlayan Nur’un biraz önceki neşesi dağılıverdi. Güllü tam zamanında sordu sorunu:
-Su ısıttım, yıkıyım mi seni?” ("Savaş ve Barış", Barış Adı Çocuk)
MAZGAL: “İşte bugünün kazancı -mazgal deliği- bu baş dönmeli, ılımlı günün kazancı ayaklarımın altındaydı. Deliğin başına çöktüm. Tutkularımı, birer birer perçemlerimden çıkarıp mazgaldan aşağı attım. Kentin lağımına karıştılar.- Oh! Bu kadar, dedim. Bu kadardı.”("Tutkulu Perçem", Tutkulu Perçem)
NEHİR: “Bütün nehirlerim donduydu. Sonra onunla gidip bekliyorduk kıyısında nehirlerimin, uzun süreler geçiyordu, bekliyorduk. Çözülmezlerdi, bir ben bilirdim bunu. Bir seyirdi benimki, inatçı bekleyişinde çocuğun buruk bir tadı vardı bana. Bir şeylerin değişmiyeceğini, neler olamıyacağını bilip beklememdi. Bir seyirdi, bayramı düşleyen, bayramlarını yitirmemiş bir çocuğa saygımdı.” ("Sen Ey Saçma Barışlar Getiren Yağmur Ne Verebilir?", Tutkulu Perçem)
OYUN: “Bohçacı Sultan’la kuması Şeker de katıldı oyuna. Yerli filmlerde gazinolardaki turistik göbek atmalara hiç benzemeyen bir oyun bu. Kendi kuralları, töresi olan, hatta ağırbaşlı denebilecek bir dans. Önce karşılıklı parmak şakırdatılıyor. Bir hava tutturuluyor hafiften. Sonra ağır ağır yaylanıyor göbekler. Sağ el karnın alt kısmına bir yaslanıp bir uzaklaşıyor, sanki doğuma hazırlanan bir rahim gibi kasılıyor karın, parmak şakırtısıyla dile geliyor.” ("Bir Görüş Günü", Barış Adlı Çocuk )
ÖZVERİ: “Ama Sevda Osman’a aşık. Grubun bütün kızları aşık Osman’a. Ama Osman, aşkın hele böyle özverilerle birleşince nasıl tehlikeli olabileceğini bilecek kadar tanıyor kadınları. Onun için hiç sektirmeden, her gün, gün batmadan cezaevinin kadınlar kısmının önündeki dar sokaktan korna çalarak geçiyor. Sevda da büyük bir dikkatle bekliyor bu geçişleri. Hiçbir anlamı olmasa da.” ("Bir Görüş Günü", Barış Adlı Çocuk)
PORTAKAL: “İçler, yaylar boşaldı. Kemanlar ve üç portakalın yorgunluğu kapandılar kutularına. Soğuk mevsimler geldi. Bütün karlarını yağdırıp bitirdiler devirlerini. Keman kutularında üç portakalın aşkından arta kalan yorgunluk bilip bir baharın gelişini bir tırtıla biçimlendi. Yarıp kutularını üç portakalın aşkı oldu.” ("Üç Portakalın Aşkı", Tutkulu Perçem)
ROMA: “Bütün o duvarların, ranzaların birikmiş hınçlarını bir güce biçimleyip yukarı fırlatmışım kendimi. Bir göğe, bir maviye, bir bitime fırlatmışım. Seni biçimleyen, senin biçimlediğin Roma’ya kusuşum yukarıdan. Vıcık vıcık bir Roma’da yitirişim seni. Güneşin göğün kapanışı üstüne. Ezişi, yok edişi seni. Ufalayışı, ufalayışı, ufalayışı. Yıllara, yüzyıllara bölüşü. Bütün bir evrene, en ırak, en bitimsiz evrenlere saçışı tanelerini.” ("Üç Portakalın Aşkı", Tutkulu Perçem)
SUÇ: “Silahlarını bıraksalar, gevşetseler parmaklarını; kararları önemini, kesinliğini yitiriverecek; olmaz ki bu, üç silah patladı, kan aktı dereye, karanlıkta hak buldu yerini, karanlıkta, gizlice, kavakların gizinde, kan dereye aktı, artık hiçbir şey değişemez; ekinler biçilecek, ekmek pişecek fırında; Hanife suçunu ödedi, Ahmet, Kara Ali ve Mustafa temizlediler kötülüğü, elleri silahlarını kavramış, koşarak, daha daha hızlanarak kaçtılar kötülükten suçlarıyla; sığınarak suçlarına.” ("Hanife", Barış Adlı Çocuk)
ŞALVAR: “Asuman Yemez her zamanki gibi formda. Kocaman göbeğinin üstüne çektiği mor kadife şalvarını savura savura, altın bileziklerini şangırdata şangırdata yönetiyor görüşü. Beyaz Fil gazinosunun kabadayı garsonlarını nasıl hazırol durdurttuysa, çingenesinden bohçacısına, karakol polislerini bile bezdirmiş karıları, koca sesiyle HÖYYT! demesiyle susturuveriyor.” ("Hanife", Barış Adlı Çocuk)
TOPRAK: “Oğullarına kalması için toprağın ölümüne dek satılmaması gerektiğini savunuyordu. –Güneyde toprak yoktur, dedi kadın. –Hep denizdir, göktür oraları, mavidir bir tek. İşte gidince oralara unutursun toprağın olduğunu, sattığını da ve, dedi. –O zaman oğullarımı da götürmem gerekir, dedi adam. –Oğulların gidince güneye hep mavi kalmaz oraları, bakarsın topraklı tozluklu bir güneydesin, dedi kadın.” ("On Bir Ayın Birisinde Gidelim Güzel Gidelim", Tutkulu Perçem)
USTA: “Sonunda tam bir usta gibi, iyi, namuslu bir usta gibi öğrendi boyamayı. Bir daha bozulsaydı ayın boyası, bir daha başlasaydı boyamaya, bir daha görseydi işini iyi bildiğini, bir şeyi bir şeye dönüştürebileceğini, özlemle bekliyordu bunu, ama gelmiyorlardı. Çalmıyorlardı zili. Oysa Kızılay’ın önünden geçerken ayın boyasının yeniden bozulduğunu görüyordu.” ("Ay’ı Boyamak", Barış Adlı Çocuk)
ÜLKİYE: “Ülkiye boncuk oyalı başörtüsünün içine düğümlediği cigaralardan birini Asuman’a verdi. Asuman koğuşa göstere göstere zulasına koydu cigarayı. Cigaraya yüksündüğünden mi? Başgarson Niyazi, haftada bir karton Kent bırakıyor ona.” ("Bir Görüş Günü", Barış Adlı Çocuk)
VİTRİN: “Eşyalara uzanan parmaklar, işaret parmakları. Vitrin camlarının her yönüne uzanmış işaret parmakları. Yayılan ağızlar, para sayarken bükülen dudaklar. İki paket arası yenen bir pasta. Çörekler, hindiler, rus salataları. Tombala. Eşya piyangosu. On yaşlarında bir çocuk. Yoksul, eşya tadı bilmeyen bir çocuk; dükkanlarda, sokaklardan gelen geçenlerin kollarında durmadan çoğalan paketlerden ayrı bir çocuk.” ("Deli Tank ve Çocuk", Barış Adlı Çocuk)
YATAK: “Şeytan, şunun altından yatağı bir çek de görsün, diyor ya Allah var! Hadi yallah, sıkıysa yürü bakalım. Bu ameliyatlı hastalar kurtulduklarını akılları kesince hep kalkmak isterler. Millet yatağı bulamazken bunlar rahat yataklarında yatmaya nazlanırlar. Bu memlekette yolunu bilmeyen ayakta ölür. Acil vaka, macil vaka dinlemez, adamı apar topar memleketine geri gönderirler. Gide gele yıpranır da ölüp kurtulur.” ("Bir Ağaç Gibi", Barış Adlı Çocuk)
ZENGİN: “Ucuz alıp pahalı satmak ve zengin olmak. Çok düşündü Tante Rosa, ucuz mal alıp pahalı satma yollarını. Bir gün güzel Meryem onu kutsal bir rastlantıyla açık artırma yapılan yıkık belediye sarayının avlusuna getirdi işte, yukarda saydığım serveti Tante Rosa böylece yok fiyatına edindi.” ("Tante Rosa Bütün Rüzgârlara Açık", Tante Rosa)