"Bütün yazdıkları, şiirleri, yazıları yaşamı anlamlandırma çabasındaki uğraklardı sanırım, hissetmekle anlamak arasındaki bağı ne çok önemsediğinin işaretiydi. Şiirinin doğduğu yer de burası olmalı."
14 Şubat 2022 20:14
1985’in ilkbaharı diye kalmış aklımda. Lise ikideyiz, sınıf arkadaşım Noyan bir şiir çıkarıp tutuşturmuştu elime. Ablasının aldığı bir edebiyat dergisinde (Yeni Düşün) görmüş, çok beğenmiş, kâğıda geçirmiş. Okuyunca ben de çok sevdim. Salih Bolat imzalı bir şiir: “Bir Gün Ölürüm Ben”. Salih Abi’yi ilkin o şiiriyle tanıdım. Bunu birkaç yıl önce ona anlatırken dalgınlıkla şiirin adını karıştırdığımda gülerek düzeltmişti. Çelebi, anlayışlı bir gülüşü vardır, tanıyanların gözünün önüne hemen geleceğini zannediyorum, bakışlar o sırada, “Olur böyle şeyler, insan unutur, karıştırır,” diyordu.
Ertesi sene İstanbul’a üniversiteye geldiğimde aldığım ilk birkaç kitaptan biri de onun Bir Afişin Önünde[1] kitabı oldu. Uzun süre düşmedi elimden. Kaç arkadaşıma okudum, kaç arkadaşımla okuduk! Ama beni esas çarpan iki yıl sonra yayımlanacak olan Sınır ve Sonsuz’daki “Kilikya” şiiridir.[2] Adana’yı, arkadaşlarımı özlediğimde, sık sık açıp okudum. Şöyledir o uzun şiirin sonu:
“adana bir kilikya kentidir ki ansızın âşık olmak
âşık olmak yâni it gibi ağlamak
it gibi ağlamak ölmüş bir tayfanın ardından
kendine giden bir trenin batmış bir geminin
yoksul ve sokakta kalmış bir pazartesinin
it gibi ağlamak gırtlağına kadar sonbahara batmış
bir eylülün ardından
ve mücahitler caddesi’dir bir sabah uyanan
bankalarıyla ve bayraklarıyla
partileriyle ve patronlarıyla
sürekli bir vatan kurtaran”
Kişisel olarak tanışmamızsa daha sonra. 1991 ya da 1992 olmalı. Yazılı Günler’i yayımladığımız zamanlar. Ankara’ya bir gidişimde arkadaşım Atakan’la Mülkiyeliler’e gittiğimizde Salih Abi’yi Şükrü Abi’yle (Erbaş) oturmuş sohbet ederlerken gördüm. Daha önceki gelişlerimde Şükrü Abi’yi çalıştığı yerde ziyaret etmiştim, tanışmış, sohbet etmiştik. Bundan aldığım cesaretle iki sevdiğim şairin yanına gitmeye ikna ettim arkadaşımı. Salih Abi’yle o gün tanıştık. Çok uzun oturmadık, ama sevecenliğini, kucaklayıcılığını o gün çok yakından hissettim. Hiç azalmadı o duygu, her karşılaşmamızda daha da çoğaldı.
Bu ilk karşılaşmamız, sanırım Yazılı Günler’de şiirini yayımlamamızdan önceydi. “Zamanlar” diye bir şiiriydi. O şiirin “gece” bölümü:[3]
“sessizce iniyor mermer merdivenler
dolunay var minarenin arkasında
tıka basa bulut dolu ağaçlar
ne anlama geldiğini kimse bilmiyor bunun
yol üstünde unutulmuş yolculukların,
ayak seslerini biriktiren çocukların,
gecenin ne anlama geldiğini kimse bilmiyor.
zaman ekliyor kendini
herkes, ağlıyor.”
Yıllar sonra Adana’ya Kar Yağmış’ı[4] hazırlamaya başladığımda ilk yazı istediklerimden biriydi, sanırım gelen ilk yazı da onunki olmuştu. 60’lı, 70’li yılların Adana’sını anlatmıştı, çocukluğunun, gençliğinin. İnsanlar, yaşantılar, binalar, sokaklar kadar Adana’nın ağaçlarını, çiçeklerini, kuşlarını anlatmıştı “Güneş Fiilinin Bütün Zamanları” başlıklı yazısında. Yazıya da ağaçlarla ve çiçeklerle başlamıştı.
“Adana’da, erik, badem, yenidünya, incir ve gül ağaçlarıyla çevrili zambak, aslanağzı, fulya, ortanca, kuşkonmaz, reyhan, küpeçiçeği, gelinteli, kasımpatı, karanfil ve sarmaşık çiçekleri içindeki bir bağ evinde büyüdüm. Bir de büyük bir asmamız vardı, iri üzüm salkımlarının sarktığı.” (s. 203)
Onun şiirleri hakkında söz söyleyenler, yazı yazanlar, doğanın şiirlerindeki anlam ve gördüğü işlevden mutlaka söz etmişlerdir. Kişisel hayatında doğanın, özellikle ağaçların tuttuğu yerin çocukluğundaki bu evlerinde başladığı çok açık. Geçen yıl yazılarını bir araya getirdiği Gittikçe Yakın’da yer alan “Ağaçlar” başlıklı denemesinde[5] de söz eder o evin bahçesinden. Yazının devamında ağaçlarla arasındaki bağın yoğunluğunu şöyle aktarır.
“Hiç unutmam, dergilerde yeni yeni şiirlerimi yayımlamaya başladığım yıllarda, şiirimi yayımlayan bir derginin editörünü ziyaret etmiştim. ‘Sanatçının genç bir adam olarak portresi’ olarak acemi acemi konuşurken, editör bana şöyle bir soru sormuştu: ‘İki saatlik ömrün kaldı deseler ne yaparsın?’ Ben de hiç duraksamadan ‘ağaçlara koşarım’ demiştim. Ağlamıştı. Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmesine karşın, aynı soruyu sorsalar, ben yine aynı cevabı veririm.” (s. 136)
Ankara’dan İstanbul’a taşındığında Kadıköy’e yerleşti Salih Abi. Sözleşip buluşmalarımızın sayısı çok değildir, ama sanırım Kadıköy sokaklarında en sık onunla karşılaşmışımdır. Ayaküstü uzun uzadıya konuştuğumuz gibi, zamanımız varsa bir yerde oturup çay içmiş, sohbet etmişizdir. Moda sahilinde yürüyüş yapmayı çok severdi, bu yürüyüşlerinde gördüklerini, o sırada düşündüklerini anlatırdı sık sık. Bir keresinde sahilde gözüne ilişen bir ağacı büyük bir hayranlık ve heyecanla anlattığı kalmış aklımda. (Bir başka sefer de kedileri anlatmıştı.) “Ağaçlar” yazısına, “Ağaçlar insana heyecan veriyorsa, yaşamı hissediyor demektir. Yaşamı anlamlandıran dinamikleri sadece insana indirgememek gerekir,” diyerek başlaması boşuna değildir. Adana hakkındaki yazısındaki şu pasajda da ağaçlar şehrin vazgeçilmez yerleşiğidir – görmesini (ya da sormasını) bilenlere.
“Belediye binası ile tren istasyonu çevresindeki palmiyeler, bulundukları mekanlara lirik bir hava kazandırırlar. İçinde egzotizm taşıyan bir lirizm... Özellikle tren istasyonundaki palmiyelerin altında oturan ya da oradan her gün geçen insanların, en son ne zaman başlarını kaldırıp da yukarıya, tepedeki büyük palmiye yaprakları arasındaki meyvelere baktıklarını kimse bilemez. İnsanlar orada oturur ya da oradan geçerler, o kadar. Oysa palmiyelerin yerel adıyla 'keçi boku' adlı meyvelerinin, Cebesoy İlkokulu öğrencileri için ne büyük bir anlam ifade ettiği, bu meyveleri düşürüp yerkenki tavırlarından kolayca anlaşılır. Bunu kolayca anlamayan bir insan, her sabah yedi kırk beşte Ulukışla'ya hareket eden marşandizin, palmiyelerin altındaki çeşmede elini yüzünü yıkayan makinistinden öğrenebilir.” (s. 206)
Şimdi onun, inanmakta hâlâ zorlandığım sonsuzluğun bahçelerine gidişinin ertesi günü bu yazıyı karalamaya çalışırken sahildeki o ağacı anlattığı sıradaki coşkusunda hayranlığın yanı sıra merak da bulunduğunu fark ettim. Bütün yazdıkları, şiirleri, yazıları yaşamı anlamlandırma çabasındaki uğraklardı sanırım, hissetmekle anlamak arasındaki bağı ne çok önemsediğinin işaretiydi. Şiirinin doğduğu yer de burası olmalı.
Çocukluğunun geçtiği eve, evin bahçesine, bahçedeki ağaçlara, Gittikçe Yakın’daki “Hayat ve Şiir” başlıklı denemede de değinir. Yves Bonnefoy’nın “Ben ömrüm boyunca çocukluğumu yazdım,” sözünden yola çıkarak çocukluğuyla ilgili imgeleri (elbette bahçe, ağaçlar, çiçekler, asma, kurumuş bir cırcırböceği) sıraladığı yazısını sözü sessizliğe getirerek tamamlar.
“Şiir, tükenmeyen bir öğrenme sürecidir, çünkü şiirin nesnesi hayattır, bütün sanatlarda olduğu gibi. Toplumsal hayatta bağırarak kendimize belki bir yer açabiliriz ama şiirde asla. Bağırarak ‘şiir olan’a yaklaşamayız, şiire giremeyiz. […] Şiir ile sözcüklerin arasından çekilelim, sözcükleri şiirsel bağlam içinde özgür bırakalım, onlar gerekirse haykırırlar. Zaten şiir, dil ile nesneler arasındaki boşluktan doğar.” (s. 201)
Sadece şiirinde değil, tanıdığım kadarıyla kişiliğinde de sessizliğe, boşluğa pay bırakmasının sağladığı bir duruşu, tutumu vardı. Büyük gürültüler koparken dinginliğini koruduğuna tanık olmuşumdur, o dinginlik kayıtsızlık değildi, aksine dinginliğinin içerisinde olan biteni, söylenenleri anlamaya çalıştığı çok açıktı. “Zamanlar” şiirinden yaptığım alıntıda, “Ne anlama geldiğini kimse bilmiyor” diye yazmıştı, ama asla bilinemezci bir yaklaşımı olmamıştır, tam tersine öğrenmeye çağırır, sorular sormaya, kendimize, dünyaya, doğaya, ağaçlara, makinistlere ya da çocuklara. Öğrendiklerini, bildiklerini paylaşmaya da hiç erinmemiştir. “Zamanlar” şiirinin son bölümü olan “şafak”ta işaret ettiği gibi.
“şafakta yürümek gibi
saçlarını karıştıran, yere bakan
buğulu gözleriyle, düşürdüğü sözcüklere
sözcüklerin hemen kayboluvermesine
otların arasında, küçük taşların altında
ve ellerini saçlarında unutan
küçük bir kıza
denizi sormak.”
Tam bu yazıyı yazmaya çalışırken sevgili Berken’in sosyal medyadaki notunu gördüm, sonsuzluğa Büyükada’dan uğurlanacağını yazıyordu Salih Abi’nin. Ağaçlar, deniz, gökyüzü, yıldızlar yoldaşı olmaya devam edecek.
•
NOTLAR:
[1] Salih Bolat, Bir Afişin Önünde, Varlık Yayınları, 1986, 62 s.
[2] Salih Bolat, Sınır ve Sonsuz, Varlık Yayınları, 1988, 62 s.
[3] Yazılı Günler, sayı: 15, Mayıs-Haziran 1992, s. 28-29.
[4] Adana’ya Kar Yağmış, der: Behçet Çelik, İletişim Yayınları, 2006, 463 s.
[5] Salih Bolat, Gittikçe Yakın, Varlık Yayınları, 2021, 299 s.