Ahmet Ümit'le Kayıp Tanrılar Ülkesi, mitoloji, edebiyat, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, Zeus ve "babalar" hakkında konuştuk: "Zeus yüzyıllar önce ortadan kalkmış bir tanrı ama aslında hâlâ yaşıyor."
11 Kasım 2021 19:00
Kimdir bu Zeus, ne ister; babasıyla ve çocuklarıyla derdi nedir? Ahmet Ümit’le hem Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni hem iktidarın sembolü olan babaları hem de 25. yılı için özel bir baskı yapan Sis ve Gece’yi ve aradan geçen zamanı konuştuk…
Sis ve Gece’nin 25. yılından başlayalım mı Ahmet Bey? Özel bir baskıyla yeniden yayınlandı. Aradan geçen 25 senede neler oldu, size ne kaldı?
Sis ve Gece ilk ortaya çıkış diyelim, benim için bir milat. Ondan önce yazdığım dört kitap var. Bir şiir kitabı, bir masal kitabı, bir öykü, bir de uzun öykü. Ama Sis ve Gece artık “Ben buradayım, beni fark edin, iyi şeyler yazacağım” dediğim, ortaya çıktığım bir kitap. İlk polisiye romanım ve ilk çıktığı zaman “İyi polisiye iyi edebiyattır” diye tanımladık, çünkü daha önce Türkiye’de özellikle bu türde yazılmış romanların çoğunda böyle bir iddia yoktu. Ahmet Mithat Efendi olsun, daha sonra yazılan romanlar olsun, hatta Kemal Tahir ve Peyami Safa gibi iki büyük romancımız da polisiyeler yazdılar ama takma isimlerle yazdılar, kendi isimlerini koymaktan çekindiler. Polisiye yazmaktan utanç duyulan bir tür gibi görülüyordu. 1996’da böyle olmadığını, iyi polisiyenin iyi edebiyat olduğunu dile getiren bir iddiayla, bir tezle ortaya çıktım ve Sis ve Gece’nin de bunun kanıtlayan bir ürün olduğunu, bir eser olduğunu söyledim. Sis ve Gece’den bu yana bu iddiamda devam ettim, yeni şeyler kattım, Anadolu tarihini, İstanbul tarihini kattım. Mevlânâ gibi mistik düşünce adamlarını, Fatih Sultan Mehmet gibi karakterleri kattım. İttihat ve Terakki dönemini anlatan romanlar yazdım. Yani polisiye bir kurgu içerisinde, bir anlamda ülke tarihini de ele almaya çalıştım ama aynı zamanda politik gündeme dair romanlar da yazdım. Şehrin ruhuna dair Beyoğlu Rapsodisi gibi, Beyoğlu’nun En güzel Abisi, İstanbul Hatırası gibi romanlar kaleme aldım, “İyi polisiye iyi edebiyattır” iddiamı derinleştirdim ve yaygınlaştırdım.
Bugün farklı bir Sis ve Gece karşımıza çıkar mıydı, 25 yılın birikimiyle?
Sis ve Gece politik bir roman aslında. O dönemde, 1996 yılında, devletin istihbarat servisi içindeki asker/sivil çatışmasını, yargısız infazları anlatan bir roman. Bugün aynı konuyu yazamazdım. Devlet, bir şekilde, derin devlet. Orada da derin devlet var ama derin devlette bir çatışma vardı. Şimdi derin devlet bir şekilde başka bir formda karşımıza çıkıyor. Bugünün Sis ve Gece’si bu olmaz. Belki 15 Temmuz olabilir, yahut Diyarbakır’da, Sur’da yaşananlar... Bugünün Sis ve Gece’si Sedat Peker’in başından geçen, Sedat Peker’in anlattığı hikâyeler olabilir… Türkiye gri listeye alındı; uyuşturucu, kara para aklama işi... Muhtemelen böyle bir Sis ve Gece olurdu. Mümbit bir toprakta yaşıyoruz. Türkiye mümbit; bitmiyor… Bunları da yazmayı düşünüyorum taşlar yerine oturduğunda. Gazeteci olmadığım için, ben bir edebiyatçıyım, ülkedeki politik gündemi ânında yazmak doğru olmuyor. Çünkü hakikati bilmiyoruz. Gördüğümüz sadece sonuçlar. Bu sonuçların altında ne yatıyor, hangi nedenlerle böyle oldu, bilmiyoruz. Mesela Kukla romanını yazmıştım, Susurluk’u anlatıyordu. Hemen akabinde yazmadım, aradan zaman geçti, hakikat biraz daha net olarak ortaya çıktı, emin olmaya başladım hakikatten. Çünkü romanınızı kurduğunuz hakikat çökerse, hakikat dediğiniz şeyin yalan olduğunu anlarsanız roman çöker.
Bir sene önce yaptığımız bir röportajda Kayıp Tanrılar Ülkesi’nden bahsetmiştik sizle. O zaman demiştiniz ki, “İlk Bergama’ya gidişim 2011”. On yıllık bir süreç aslında Kayıp Tanrılar Ülkesi. Bu on yıl sizin açınızdan nasıl geçti?
Benim roman yazma sürecim şöyle oluyor: Önce bir fikir geliyor; gördüğüm antik kentler, politik bir olay, okuduğum bir roman; sadece bir fikir… Sonra bu fikri, bilmediğim bir konuysa, diyelim ki Helenistik Dönem bilmediğim bir dönem benim; okumaya başlıyorum. Pergamon Altarı’nda aslında Helenistik dönemi Pergamon Altarı üzerinden anlatıyorum, somut bir hikâyesi olan bir anıttan bahsediyoruz. Bu fikir aklıma ilk 2011 yılında geldi. Aslında 2005 ya da 2007 yılında Almanya’ya, Berlin’e gittiğimde, –tarihleri karıştırıyor olabilirim, kusura bakmayın– Berlin’de Pergamon Anıtı’nı gördüm ve çok etkilendim. Ama yazma fikri aklıma gelmedi, yani “Belki yazarım” filan demişimdir ama somut olarak “Burayı yazmalıyım” kararlılığında bir fikir yok, güçlü bir şey aklıma gelmiyor. 2011 yılında Pergamon’a gittim. Bir psikoloji kongresine konuşma için davet etmişlerdi. Orada antik bir tiyatro var Asklepieion’da, antik sağlık kenti. Dönemin belediye başkanı Mehmet Gönenç “Bize de konuşma yapar mısınız?” dedi. O konuşma sırasında bu konu gündeme geldi. Ben de antik Pergamon şehrini ilk kez gördüm; yani anıtı önce Berlin’de gördüm ama şehri daha sonra gördüm ve çok etkilendim, müthiş bir şehir! “Evet, ben burayı yazmalıyım” dedim. Ondan sonra on yıl içerisinde ne yaptım… Anıtın hikâyesini okudum, Anadolu’daki Helenistik dönem nedir, onu okudum ve ağır ağır düşünmeye başladım: Bu roman nasıl yazılmalı? Ara ara Berlin’de yaşamaya başladım, her yıl Pergamon’a uğruyorum. Sonunda bir yere geldi bütün o okumalar; o arada başka romanlar yazmaya devam ettim. Bende öyledir, yani bir roman yazılırken öteki romanın fikri ve araştırması devam eder. O arada beş veya daha fazla kitap yazmış olabilirim. Sonra kendi zamanı geldi, “Tamam, artık oldu bu, şöyle bir kurgu olsun” dedim. Bu yıl Almanya’ya Türk işçi göçünün 60. yılı. Berlin, Avrupa’daki bir Türk şehri gibi. “O zaman bunu da katalım” dedim. Son dönemlerde Almanya’da ve Avrupa’da yükselen bir yabancı düşmanlığı ve ırkçılık var, bunu da işin içine katayım dedim ve elbette insanlığı anlatmak, asıl mesele o. İnsanlık dediğimiz şey de oğul, baba, kral, Tanrı ya da yönetici: Bu değişmiyor, bu sistem böyle devam ediyor. Bütün bunları günümüz ve 2150 yıldaki süreç içerisinde anlatmaya çalıştım.
Sizce yabancı düşmanlığının her yerde bu kadar artmasının temel sebebi nedir?
Almanya’daki meselenin temelinde, geleneksel olarak ırkçı bir damarın olması, Doğu tarafındaki işsizlik. Doğu Almanya’nın, Demokratik Almanya’nın yıkılmasıyla o taraftaki fabrikaların çoğu yok edildi, elden çıkarıldı, büyük bir işsiz ordusu ortaya çıktı ve o işsizler kendi durumlarının kötülüğüne bakıp, sebep olarak bundan 60 yıl önce oraya gidip artık mal mülk sahibi, işletme sahibi olmuş yabancıları, özellikle Türkleri görüyorlar. Ekonomik temeli biraz bu. Diğer yandan Suriye savaşıyla beraber göçmenlerin, çaresiz insanların Avrupa’ya akmaya başlaması; bu da Avrupa’yı rahatsız ediyor. Avrupa’da bütün o demokrasi lafları söyleniyor ya, kendileri için bunların hepsi geçerli ama biz söz konusu olduğumuzda umurlarında değiliz. Nitekim Merkel’i düşünün, güya demokrat bir kadın ama her seferinde Tayyip Erdoğan’a destek verdi, ikiyüzlü. Demokratların ikiyüzlü olduğunu Avrupa Birliği sürecinde de gördük. Eğer Avrupa Birliği sürecini uzatmasalardı Türkiye bugün daha farklı bir yerde olabilirdi. Bugün Türkiye’de totaliter bir yapı varsa, bunda Avrupa Birliği’nin katkısı çok fazla. Avrupa’nın, en azından demokrat olmayan siyasetçilerin çok büyük günahları var. Doğu’nun, Güney’in oraya gelmesinden korkuyorlar. Kendi refah düzenlerini kurmuşlar ve bu refah düzenlerini de büyük oranda sömürgecilik döneminde, emperyalizm sürecinde elde ettikleri paralarla kurmuşlar, onu paylaşmak istemiyorlar ve bunun nedeni olarak da en uç noktada ırkçılık, yabancı düşmanlığı parlıyor, yeniden yükseliyor.
Almanya’da olan bir şey var, gönüllü unutkanlık, yani yüzleşmemek. Şimdi bazı yerlerde Alman demokratik kamuoyu yahut Alman solu bununla yüzleşiyor. Örneğin Berlin’de muhteşem bir soykırım, holokost anıtı var; son derece etkileyici, son derece çarpıcı, yani bu bir özür anıtı. Şehrin tam göbeğinde, Brandenburg Kapısı’nın yanında, bunu yapıyor ama alttan alta “Bize haksızlık yapıldı” diyen çok geniş bir kesim var. O dönem herkesin bir şekilde babası, dedesi, anneannesi Nazilere bulaşmış, fakat şimdi kimse bunu konuşmak istemiyor. “Geçmiş geçmişte kalmıştır ve artık biz bu konuyu niye konuşuyoruz, yani benim dedem kötüymüş, evet ama bunları niye gündeme getiriyoruz?” Rahatsızlık duyuyorlar bundan.
Sorun şu: Bunu unutursak tekrarlanır. Bizde daha da korkunç! Bizde artık bunu dile getirenlerin hepsi vatan haini, Osmanlı Devleti’nin ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı herhangi bir yanlış asla kabul edilmiyor. Mesele şurada: Özür dilememe, olup bitenleri kabul etmeme o devleti güçlü değil, zayıf kılıyor. O toplumu hasta ediyor, çünkü ırkçılık bir hastalıktır; yani bir toplumu, başka bir toplumu dili, dini, ırkı nedeniyle yok etmeye çalışmak, ortadan kaldırmak, aşağılamak, ötekileştirmek hastalıktır ve hiçbir ulusa faydası olmamıştır. Bunun en somut örneği de Almanya’dır. Almanya sadece kendine değil, bütün dünyayı kana boyayan Nazi dönemiyle insanlığa vahşet, bir kâbus yaşattı. Irkçılık budur, tam olarak budur! Hangi ülkede olursa olsun, hiç kimseye bir faydası olmaz. Almanya’da maalesef böyle gönüllü bir unutkanlık var ama duyarlı çevreler, faşizm karşıtları, ırkçılık karşıtları, yabancı düşmanlığı karşıtları bunu gündeme getiriyorlar her seferinde. Bunun altını çizdim ve biraz da tabii şunu yapmaya çalıştım: Almanya’yı anlatırken, Almanya’daki Nazilerle bizdeki faşistlerin söylemlerinin aslında ne kadar benzediğini göstermeye çalıştım. Biri Alman devletini savunuyor, biri Türk devletini… İnsan hakları, insanlık, vicdan; bunların hiçbirinin önemi yok.
“Devlet olsun, hepsi teferruattır, yani önemli olan devlettir. Bizim devletimiz ayakta kalsın, bunun için öldürür, yok eder, soykırım düzenler, ortadan kaldırır, tabii ki buna hakkımız var”: Alman faşisti de bunu söylüyor, Fransız faşisti de, Amerikan faşisti de... Hangi faşist daha güçlüyse ötekileri yok ediyor o zaman! Bu insanlık dışı bir şey, mantıksal olarak da doğru değil. Ne yapılabilir? Üç şey önemli: Bir, biz sanatçıları düşünelim; eserlerimizle anlatmak, hatırlatmak lazım. Politik bir söylemle olmayabilir, bir küçük hikâyeyle, bir resimle olabilir; bunu hatırlatmak çok önemli. İkincisi, bunu suç saymak lazım. Üçüncüsü, bunun çocuklara ders olarak okutulması lazım; insan insandan farklı diye kötü olmaz düşüncesini… Hepimiz insanız ve kıymetli olan tek şey insan olmak da değil, canlı olmaktır. Sadece insan merkezli değil, doğaya saygı ve doğadaki bütün canlılara saygı temelinde bir düşünce geliştirmemiz ve çocukları bu bilinçle eğitmemiz lazım. Ancak o zaman, başka bir canlıya zarar vermenin kötülüklerinin farkına varan bir nesil yetiştiği zaman bu işler değişecek.
Kitaba dönecek olursak, mitoloji hükmünü geri alıyor romanınızda. Zeus kimdir, babasıyla derdi nedir ve bize bugün ne söyler?
Zeus aslında çok enteresan bir simge, çünkü çoktanrılılıktan tektanrılılığa geçişin simgesi. Helenistik dönemden Hıristiyanlığa geçişten söz ediyorum aslında, Olympos’taki Tanrılar Konseyi’nin başkanı, ama aynı zamanda bugünkü tektanrı düşüncesinin modeli. Aynı zamanda erkek tanrılar döneminin başlangıcı, çünkü Zeus’a kadar –benim anlattığım hikâye de o– anaerkil dönemin çok yoğun etkisi var. Gaia, Zeus’u yaratan kadın, Zeus’un anneannesi, yani bütün tanrıları, tanrıçaları, titanları, devleri yaratan kadın ve her şey o Gaia; Toprak Ana. Zeus, Toprak Ana’yı onun oğullarını öldürdüğü zaman yeniyor, bir dönemi kapatıyor. Dolayısıyla Zeus aynı zamanda ataerkil tanrıların başlangıcı da diyebiliriz. Bir başka tanımlamaysa baba, tanrı, kral; üçünün birleşimi Zeus. Bu çok önemli, çünkü kutsal olan şey ataerkil dönemde böyle şekilleniyor. Mesela Hititlerde tanrı, tanrıdan yetki alan kral ve onun ailedeki temsilcileri var. Roma İmparatorluğu’nda aynı şekilde. Tanrı kimse, o Jüpiter işte; onun altında diyelim ki Sezar, onun altında babalar, ailedeki babalar. Osmanlı’da Allah, onun yeryüzündeki temsilcisi zıllullah padişahımız ve onların ailedeki babalar. Silsile böyle. Ataerkil yapının tam olarak kendisidir Zeus ve onu da böyle görmek ve böyle tanımlamak gerekiyor. Pek çok şeyin ama aynı zamanda ilerlemenin de simgesi. Hititlerin binlerce tanrısı var. O binlerce tanrı düzenini ortadan kaldırıyor ve bir sistem kuruyor. Olympos’ta bir konsey, bir meclis var. Tanrılar Meclisi. Hepsini görevlendiriyor: “Sen şundan sorumlusun, sen denizlerden sorumlusun, sen yeraltından sorumlusun, sen bilimden, sen savaştan sorumlusun.” Bir düzen, bir uygarlığın da belirtisi. Bütün bunları simgeleyen bir karakter ama hiç şüpheniz olmasın ki, Zeus aynı zamanda bugün bizi yöneten insanlar ve ailedeki babamızın ta kendisidir.
Babayı öldürerek, aslında herkesi öldürerek, öldürdüğü her bir varlığın gücünü alıyor. Aynı zamanda kanunsuz bir devlet de icat ediyor Zeus, devlete dönüşüyor bir şekilde. Babadan devlete dönüşüyor. Zeus’la baba arasındaki ilişki bir şekilde mevcut devlet anlayışına da yansıyor galiba.
Doğru… Bugün baktığımızda onayladığımız bir kültür değil ama ileri bir kültür, çünkü öncesi çok daha karmaşık. Çocuklarını yiyen iki adam var: Dedesi ve babası. Babası çocuklarını yiyor, dedesi çocuklarını toprağa gömüyor. Zeus bunu yapmıyor; tam tersine, onlara görevler veriyor, onları yönetime katıyor. Bir uygarlık kurmaya başladığından söz edebiliriz, tabii Zeus’un kendi babasının da dedesini yenmesi başka bir şeyi anlatıyor bize. Bu bir kültürel farktır, yani senden önceki kültürü yadsımadan yeni bir kültür yaratamazsın. Varolmak için babanın kültürünü reddetmen gerekiyor. Sadece babaya bağlı olarak yaşarsan ilerleme olmaz. Aslında tam olarak söylenen şey, “Babasını öldürmeyen çocuklar büyüyemezler”. İmgesel bir “öldürme”den söz ediyoruz. “Türkiye niye gelişmiyor” deniyor ya, nedeni işte bizim babalarımızı imgesel olarak öldürmememiz. Nedeni, hâlâ arabaların arkasında “Babam sağ olsun” yazması. Çünkü hâlâ çocukların büyük bir bölümü bağımsız değil. Çocuklarımızı bireyler olarak yetişmeleri için serbest bırakmıyoruz, ellerimizi onların üzerinden çekmiyoruz. O zaman da çocuklar asla büyümüyor. Büyümediği için de hep bir kurtarıcıya ihtiyaç duyuyor, çünkü birey olamıyor. Bir kurtarıcı gelsin, “Mustafa Kemal Atatürk gelsin, bizi kurtarsın”. Öteki taraf “Efendim, Tayyip Erdoğan gelsin, bizi kurtarsın”. “Bilmem kim gelsin...” Birey olamadığı için de kafada hep o var: “Baba.” O baba bazen devlet başkanı oluyor, bazen tanrı…
Evin içindeki iktidarla milliyetçilik arasında da büyük ve ciddi bir ilişki var. Evde sahiplendiğimiz ve bizi sahiplenen şey, sonunda bizi koruyan şey diye bakıyoruz, ama aslında bizi öldüren şey. Devlete ve iktidara baktığımızda gördüğümüz sürekli parmak sallayan, sürekli ensemize vuran, asla düşünmemizi istemeyen, yeri geldiğinde uyuşturucuyla, yeri geldiğinde dinle, yeri geldiğinde ahlakla uyuşturan, yatak odamıza kadar giren bir sistem.
Tabii… Tam olarak baba işte. Karışmaması gereken her şeye karışıyor. Kadınların etek boyuna, yolda nasıl yürüyeceğine, kahkaha atıp atmayacağına, çalışıp çalışmayacağına, insanların cinsel yönelimlerine, tercihlerine, yiyeceğimiz yemeğe, çocuk yapmamıza karışıyor. Tam bir baba, tam olarak bu işte. Bu da bireylerin gelişmediği toplumlarda maalesef çok daha etkin olarak devam ediyor. Zeus yüzyıllar önce ortadan kalkmış bir tanrı ama aslında hâlâ yaşıyor.
Romanınızdaki Ölmez ailesi üzerinden baktığımızda, babadan oğula geçen bir meslekleri var. Bergama’da, antik kentte kuşaklarca çalışıyorlar. 60 sene önce Almanya’ya göç ediyor, orada bir hayat sürüyorlar. Cinsel yönelimi farklı olduğu için yetim bırakılmış ve öfkeli bir çocuk var. Terk edilmiş iki başka çocuk daha var. Aslında yetimlerin de babayla hesaplaşması bir tarafıyla da. Zeus yetim bir adam. Yetim kral, öfkesini ortaya çıkarıyor.
Diyor ya, “Böyle bir dünyada sessiz kalamazdım, bir şey yapmam gerekiyordu”. Onun için en acı olan şey, onun bütün psikolojisini altüst eden bir “bilinç yarılması” demek lazım, çünkü yaptıklarını onaylamak mümkün değil. Grandiyöz paranoya diyoruz bu hastalara, ismi de bu. Buna neden olan, tetikleyen travma da babası tarafından terk edilmiş olması. Zeus’un yaratan şey de o. Kendi katilimi anlatırken Zeus’tan yararlandım, ama aslında kendi katilimi anlatırken Zeus’un ruh halini anlatmak istedim. Düşünün, babanız sizi yiyecek; korkunç bir şey! Bunu Osmanlı padişahları için de kullanabilirsiniz. Çocuk ne kadar farkında belli değil, ama iki erkek çocuk varsa biri gidecek! Fatih Sultan Mehmet, eğer abisi Alâaddin yaşasaydı, öldürülmeseydi, yoktu. “Kalmayacak” diyor, “çünkü devletin bekası için şart” diyor; “iki padişah, iki veliaht olmuyor, üç veliaht olmuyor”. Böyle devam eden bir şey bu yani.
Hikâyeyi babasızlık üzerinden okuyorum ister istemez. 60 sene önce buradan göç eden işçi de babasız. Cinsel yönelimi farklı olan insan da babasız ya da ailesinin istemediği mesleği seçen de babasız. Babasızlık da bir şekilde çetrefilleşiyor. Yetimlerin öfkesi de bir şekilde harekete geçiyor.
Nazizmin yükselmesini sağlayan, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş olmasıydı. Kaybettiler, yenildiler ve o yenilginin kendisi bir nefrete dönüştü ve kendilerine önderlik edecek bir baba buldular; o baba Hitler’di: “Ben size yeni bir senaryo yazıyorum, yeni bir kader çiziyorum. Bütün her şeyi değiştirecek bir kader. Siz yenilmeyeceksiniz, aslında ezik bir ulus değilsiniz. Sizi koruyacağım, refah içinde olacaksınız ve aynı zamanda size onur bahşedeceğim, çünkü sizin kanınız Ari, temiz, saf, siz bunu hak ediyorsunuz.”
Tabii baba topladı başına evlatlarını, “Komşudan daha üstünüz, ben sizi koruyacağım, biz daha güçlüyüz, bu komşudakiler gereksiz, karaktersiz insanlar”. Söylediği şey buydu ve aynı zamanda bu kutsal aile, kutsal ulus, kutsal kan… Bunların hepsinde maalesef o “kan” anneden değil. Almanya’da “vaterland” derler, bizdeki gibi anavatan değil; “vater” yani babavatan onlarınki. Orada da baba birebir, Nazizm’in hakiki kötülüğü o. Mesela anaerkil dönemin yıkılmasının sebebi nedir? Erkeklerin güçlü olması, gücü kullanması. Daha önceki dönemde, anaerkil dönemde sorun şuydu: Erkekler kadını kutsal sayıyorlardı, çünkü kadını dölleyenin kendileri olduğunun farkında değillerdi. Kadın çocuk doğuruyor, tanrı gibi bir şey. Canlı var kadının içinde. Sonra erkekler güçlü olduklarını fark ettiler. İktidarı ele geçirdiler, anaerkil dönemi bitirdiler. Babanın gücüyle devreye çıkması, “Yeter, ben güçlüyüm, kılıçla yok ederim, ortadan kaldırırım” demesiyle erkek egemen dönem başlar.
Bütün bu erkekliğin ve babalığın içerisinde o zaman Yıldız’ın yeri neresi?
Yıldız, Gaia’nın günümüzdeki temsilcisi; her şeye rağmen var olmaya, ayakta olmaya çalışan bir karakter. Babasının solcu olması da benim bir önerim tabii, yani böyle bir baba iyi bir babadır! Her zaman iyi biri midir, bilmiyorum... En azından düşünsel olarak öyle olduğunu, kendimin de öyle bir baba olduğumu düşünüyorum. Yıldız’ı yaratırken kendi kızım Gül’den yola çıkarak yarattım. Yıldız, Gaia’nın günümüzdeki temsilcisi ve günümüzdeki feminist hareket de Gaia’nın devamı, temsilcisi, çünkü her şeyi yaratan Gaia, bizdeki Ana Tanrıça, antik Yunan’da Gaia.
Mitoloji ne işinize yarıyor polisiye yazarken?
Mitoloji ölümsüzlüğü çağrıştırıyor. Hitit mitolojisi üzerine çalıştım Patasana’da, Ninatta’nın Bileziği’ni yazdım. O antik şehirlere, Çorum’a, Hattuşaş’a, Efes’e, Pergamon’a gittiğimde birden zamansız bir insana dönüşüyorum. Sanki o dönemin krallarıyla, kahramanlarıyla beraber yaşıyormuşum gibi. Geçmişe gitmek, geçmişi öğrenmek; o dönem insanlarının düşünce dünyasını… Mitoloji onların düşünce dünyası, yani din; bir tür dindir aslında mitoloji. Din ve düşüncenin birleştiği, ayrışmadığı, aynı zamanda bilimin olduğu, ayrışmadığı bir yer. O beni zamansız kılıyor, birdenbire zaman kavramı kayboluyor: Bu çok güzel bir duygu ve orada aslında insanın en saf haliyle karşılaşıyorum. Bütün romancıların, yazarların anlatmaya çalıştığı “insan”. Düşünsel olarak kendini arayan, bulmaya çalışan, hayatı arayan ama çaresizlik içinde kıvranan, bir yandan komik, bir yandan aciz, bir yandan alçak, bir yandan kahraman, bir yandan aptal, bir yandan zeki. O insanı görüyorum, mitoloji bende bunu çağrıştırıyor. İnsan emekleyen çocuk, çocuğuz aslında. “5 bin yıllık tarih” diyoruz, “yazılı tarih 5 bin yıl”. Hiçbir şey değil bu, ayrıca 5 bin yılda neyi bildiğimiz belli değil. Neyiz biz? Bir dünyadayız, işte Samanyolu Galaksisi var ama nedir bu Samanyolu Galaksisi? Evren nedir, bilmiyoruz. Genişliyormuş, böyle birtakım teoriler… Tutmuyor bazen. “Oo, müthiş! Einstein bulmuş bunu, işte görelilik teorisi.” Bunları anlatıyoruz, bir şeyler duyuyoruz, çıkınca “bu kanıtlandı” diyoruz. Sonra bir dönem geçiyor, “Ya bu değilmiş” diyoruz. Son derece çaresiz ve anlamaya çalışan bir şey insan. Antik kentlerde bunları hatırlıyorum ve hatırlamanın ötesinde, bu duyguyu hissediyorum. Bu zamansızlık duygusu çok güzel! Zeus’u yazarken kendimi Zeus gibi hissediyordum. Başka türlü mümkün değil, o yüzden Zeus. Zeus’u anlatmamın sebebi şuydu: “Bir aileyi anlatayım” dedim, bir tanrı ailesini…
Anlattıklarınızla çok geniş bir kitleye ulaşıyorsunuz ve her yerde çoğu insanın hiç bilmediği, hiç görmediği, hiç okumadığı bir şeye denk getiriyorsunuz.
Bu çok iyi bir şey, bunun sonuçlarını da görüyorum. Ben solcu bir insanım. Bunu da söylüyorum her yerde, ne olduğum belli. Ama ülkücü, AKP’li, anarşist, feminist, komünist, gay, kadın, erkek, çocuk, her kesimden insan okuyor kitaplarımı. Bu çok kıymetli. Bir yazar olarak bunu yakalamış olmak çok güzel bir şey!
Zeus bir şekilde babadan kurtuluyor, romandaki kahraman da bir şekilde babadan kurtuluyor.Peki, ya bizler? Biz babadan nasıl kurtuluruz?
Bu çok uzun bir süre gerektiriyor, çok zor. Bu topraklardaki tarihe baktığımız zaman, Hititler 3500 yıl, Helenistik dönem, Roma dönemi, Selçuklu, Osmanlı hep babalar. Cumhuriyet dönemi, yani İttihat ve Terakki ile başlayan süreç aslında bu babalığı yıkmak için. Çünkü baba demek kral ve padişah demek. Tanrı dediğinde kul kültürü ortaya çıkıyor. İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal Atatürk, Kuvayı Milliye yahut Cumhuriyet projesini yapanlar aslında kul kültürünü kırmak istiyorlardı. İş başına geldiler, fakat halk buna hazır değildi. Onları da birer kral, baba olarak algıladılar. Atatürk’ü bile böyle algıladılar, İsmet İnönü’yü böyle algıladılar, Adnan Menderes’i, Süleyman Demirel’i… Asıl mesele bu kul kültürünü kırmak. İnsanlarımız birey olmaya başlarsa, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymazlarsa, kurtarıcılardan kurtulurlarsa, o zaman biz kul kültüründen kurtuluruz. Önemli olan kurtarıcılardan kurtulmak. Bir kurtarıcı beklemek her zaman korkunç bir şeydir! Ne zaman ki kurtarıcıdan kurtuluruz, o zaman işte Türkiye’de bütün bu sorunlar ortadan kalkar.
•