Aile, geçmiş, şimdideki boşluk: Halil Yörükoğlu’nun öyküleri

“Yörükoğlu’nun öykü kişileri daha çok kendi hikâyelerini anlatıyorlar, dertlenerek, şikâyet ederek, itiraf ederek... Beri yandan birkaç istisna dışında öykülerin kime anlatıldığı meçhul, ama karşımızda gibiler ya da karşılarında gibiyiz. Meçhul birine, anonim, adsız birilerine, ama belki de biraz benzer dertlerden mustarip birilerine kendilerini anlattıkları hissi bırakıyor öyküler.”

03 Kasım 2022 22:30

 

Halil Yörükoğlu’nun iki yıl önce yayımlanan Kaçış Rampası’ndaki[1] öykülerinde olduğu gibi, geçen ay yayımlanan Keşke Yüzüme Baksanız’da[2] da erkek öykü kişileri daha önde. Kendi hayatları üzerinde pek bir etkileri, başkalarına da hayırları olmadığını düşünüp eseflenen, “Biz kimin umurundayız” diye soran, “sokaklardan hayalet gibi geçip giden”, merakla açtıkları gözlerini başka hayatlara çevirdiklerinde gördükleriyle kendi hayatları arasındaki farkların nedenlerini, nasıllarını sorgulama çabasına girdiklerinde çok zaman net yanıtlar veremeyen, birçok şeyin onlar için dönüşsüz, telafisiz biçimde tam olarak ne zaman değiştiğinin farkında, bunları “unutmak isteyip unutmayan”, “Unutsam hatıra olmazdı, unutmayınca dert oluyor” diyen, ezcümle gücü yetmeyen, sözü geçmeyen, gözü yemeyen genç adamlar – nefes alıp vermekle beraber Vüs’at O. Bener’in eşsiz kelimesiyle “yaşamasız” bir hayat sürenler.

Yörükoğlu’nun bu adamlarını öykücülüğümüzde çok uzun yıllardır sıkça rastladığımız, artık klasikleştiği söylenebilecek “küçük adam”a ve son yıllarda daha sık karşılaştığımız “kırılgan erkekler”e benzetmek mümkün, ama aralarında çok temel bir fark olduğu kanısındayım. “Küçük adam” büyük hırsların karşısına bir tevazu timsali olarak çıkartılmıştır çoğunlukla, şöhretlerin, büyüklerin dünyasında edebiyatın asıl odağına alması gerekenin onlar olduğu düşünülerek, özenilecek mütevazı yaşantıların örneği olarak sunulmuştur. Benzer bir durum “kırılgan erkekler” için de geçerli, rekabetin, hırsın, bencilliğin hâkim olduğu bir çağda insancıl duyarlıklarına sımsıkı sarılmış, kıymetleri bilinmemesinden ötürü mutsuz olmakla beraber kendileriyle az çok gurur duyan ve yine özenilecek kişilerdir onlar da. Yörükoğlu’nun genç adamları için böyle bir şeyler pek söz konusu değil. İlk etapta şu hemen söylenebilir, “kırılgan” değil “bağırtkan” erkekler onlar; –bağıra çağıra konuşmak anlamında değil, bağıra çağıra ağlamak anlamında bağırtkan– yıkılmayıp ayakta oldukları tesellisine gönül indirmiyor, yıkıldıkları yerde kalakalıyorlar. Yörükoğlu’nun adamlarında farklı tonlarda beliren kendilerine acımaya “küçük adam”da ya da “kırılgan erkek”te pek rastlamayız, gururları buna engeldir, kendilerinden hoşnutlukları da keza. Oysa Yörükoğlu’nun ikinci kitabının adı bile kendine acımayı ima ediyor: Keşke yüzüme baksanız… Bakmadınız, bari baksaydınız hiç değilse! Beri yandan onlardaki kendine acıma mağduriyet psikolojisine varmıyor; daha önemlisi, bu topraklarda uzun süredir en çok prim getiren şey mağdurluk olduğu halde, Yörükoğlu’nun öykü kişileri mağdurluklarını piyasaya sürmüyorlar, talepkâr değiller, hak iddia etmiyorlar; (kendilerine bakılması hariç, ama bunu bile kendi içlerine söylüyorlar, dışarıdakilerin haberi yok bu talepten) onlardaki kendine acıma daha çok içlerini kanırtmanın bir manivelası. “Acı çeken erkek enkazından bildiriyorum” deseler de, başka birilerine bildirmiyorlar, hatta bu cümlede sezildiği üzere ironik bir mesafeyi de koruyorlar.

Bu adamların (ve görece az sayıdaki kadın öykü kişilerinin, ki onlar daha çok Keşke Yüzüme Baksaydınız’da anlatıyorlar bize hikâyelerini) yaşamasız hallerinin içerisinde yaşama iştahı da saklı, anlattıkları da zaten çoğunlukla bu iştahın nasıl kaçtığının, kaçırıldığının hikâyesi.

“Hayat, baktıkça yaşanılası bir şey. Asansörde gördüğüm çok güzel kadınların yanında iştahlandığın anlara benziyor hayat.” (KYB, s. 98)

Bunu diyen Hasan birkaç sayfa önce de şunu söylemiştir öykünün girişinde.

“Uzun zamandır iyi sayılabilecek bir şey yok. Hayatımdaki kötü şeylerin [de] haber değeri artık kalmadı. […] Ben plan yapamayan, planlara da yeterli ayağı uyduramayan, eksikliği çok da fark edilmeyen o adam. Hasan.” (KYB, s. 95)

Hasan’da bir örneği görüldüğü gibi, Yörükoğlu’nun öykü kişileri dışarısını büsbütün karanlık görmüyorlar, varoluşsal noktalara çekmiyorlar meseleyi, insan olmanın bu zamandaki kaçınılmaz sonuçları olarak koymuyorlar sorunu mesela ortaya; onlar içerisiyle meşguller, içeride nerelerde hasar olduğu, nasıl, ne zaman, ne şekilde sakatlanıp yaşamasız alana düştükleri onların derdi. Bununla beraber, Yörükoğlu’nun öykülerini salt bireysel dertlerin anlatıları olarak okuyamayız, öykü kişileri dertlerini, sorunlarını kendilerine alabildiğine odaklanmış biçimde aktarsalar da ortaya çıkan metinlerde yaşamasız hayatların toplumsal nedenleri de beliriyor.

Hasan’ın öyküsü (“Yolculuk”) üzerinden daha ayrıntılı bakılabilir sanırım. Yukarıdaki alıntıdaki gibi kendisinde kabahat arayan, bulan biri Hasan, ancak hikâyesinin nerede geçtiği çok önemli. Yalnız başına yaşadığı evinde, hava karardıkça içinin de karardığı izbe bir odada geçmiyor mesela, hayatını orada gözden geçirmiyor; aksine, bir toplu ulaşım aracında, körüklü bir belediye otobüsünde ya da metrobüste oluyor neler oluyorsa.

“Nerede ne oldu bana, bilen var mı? Acı çeken hayvanların öldürülmesi gibi bu böyle gitmez dediler belli ki. Her şey, şehrin en canlı ânında, üstgeçitlerin hıncahınç doluluğunda, birbirlerine dokunarak geçip giden, kimin koluna kimin sabah uyuşukluğunun değdiğinin bilinmediği, hiç bitmeyecek o telaşlarının arasında oldu.” (KYB, s. 96) [Vurgu eklenmiştir.]

Öykünün devamında Hasan başına gelenin, (“hiç bitmeyecek o telaşların arasında” olanın) nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışır; başkalarının mı dahli vardır, kendi etmiş kendi mi bulmuştur? Açık bir yanıtı yoktur bu sorunun. Olasılıkları tartarken şunları söyler:

“Valla çok acı çekiyorum, olmuyor, yapamıyorum derdim. Duyarlar mıydı, dur dur aklıma geldi. Tweet atardım. E-posta atardım. Toplu halde. Patronu da CC’ye eklerdim. Müdürü de boş geçmezdim. Nedir yani, internet paketim de var…” (KYB, s. 96)

Yabancılaşma ve yabancılaşmayı derinleştiren dijital çağ iması açık, çalışma hayatının insanı insanlıktan ve çileden çıkaran ritmi, hiyerarşisi de! (Şehrin en canlı ânının işe yetişme telaşıyla koşuşturulan vakitler olduğunun vurgulanması da elbette.) Bunların ipucu olabileceğini düşünebiliriz, ancak Hasan, “Bilmiyorum” diyerek devam ediyor.

“Bir sürü şey söyleyip bir şey dinleyip bilmiyorumla bitirdiğimiz konuşmaların birinden sonra mı oldu tüm bunlar?” (KYB, s. 96)

“Biz” diyerek kuşku duyulmayacak biçimde yeniden kendisini de hesaba kattığı ortada Hasan’ın. İşte, Halil Yörükoğlu’nun dertli, yaşamasız adamlarının alametifarikası burada, hesap dökümünde kendi yaptıkları, yapamadıkları, korkuları, çekiniklikleri hep var. Bu “Yolculuk” öyküsünde satır arasında beliren özel bir bakış açısı var. Hasan’ın sorgulaması bir yandan sürer, kabahatin kendisinde ya da başkalarında, toplumsal yapıda, çağda… olduğuna ilişkin veriler önümüze sürülürken, bir yandan da bu sorgulamayı beyhudeleştiren bir saptama sıyrılıyor aradan: “Ya çıkarılmışımdır bir oyundan ya da düşüvermişimdir.” Olasılıklar eşit, daha doğrusu birinin ya da öbürünün sebep olması arasında bir fark yok!

Yörükoğlu’nun öykülerinde başat bir sorunsal olarak karşımıza ailenin çıkması da bu anlamda çok manidar. Aileyi, bireysel olanla toplumsal olanın (“Yolculuk”ta tartıya konup indirilen olası sebeplerin) arasında bir kesişim kümesi olarak görmek çok yanlış olmasa gerek. Aile bir yanıyla içine doğduğumuz bir topluluk, dolayısıyla başkalarıyla ilk karşılaşmamız orada yaşanıyor, ama aynı zamanda daha büyük bir topluluğa nasıl karışacağımızı, o topluluktaki yabancı insanların yanında, karşısında neler yapacağımızı, yapmayacağımızı öğrendiğimiz yer. Bu nedenle daha büyük toplulukla ilişkimizdeki arazlarda ağırlıklı etkisi olması çok muhtemel. Sadece bu bahiste değil, bir ailenin parçası, birilerinin evladı olmanın yanında özerk birer birey olmak konusunda atacağımız adımların ve/veya önümüze çıkacak engellerin doğduğu, pekiştiği yer. Dolayısıyla yaşamayı ve yaşamasız bir hayat sürmeyi (yaşayanlar arasında bir ölü olmayı ya da olmamayı) tanıdığımız, öğrendiğimiz yer. Bunları öğrenmenin de farklı biçimleri var – görerek, taklit ederek öğrenmek mümkün ya da mecbur bırakılabiliriz. Kuşkusuz, aile içindeki ilişkide çocuk ağırlıklı olarak etkin değil, edilgen olandır, ama yaş ilerledikçe bu denklem de pekâlâ değişebilir, değişir. Ebeveynle çocuk arasındaki bağ hayli karmaşık; kimin kime neyi dikte ettiğinin ya da maruz bıraktığının/bırakıldığının açık seçik belirlenemediği, konumların değişiverdiği, bu yanıyla birinin ya da öbürünün sebep olmasının çok da öneminin kalmadığı bir yer aile.

Gerek Kaçış Rampası’nda gerekse Keşke Yüzüme Baksaydınız’da aile bağlarının, (“bağımlılıklarının” diye de okunabilir) farklı dolayımları, dolaşıklıkları, ebeveynle ilişkilerin öykü kişilerinin hayatlarına geçmişten şimdiye aktarılarak nasıl ve ne ölçüde etki ettikleri üzerine hayli öykü var. Öykülerin anlatıcı-kahramanlarının ağırlıklı olarak erkekler olduğunu belirttim, ama ebeveyniyle, özellikle anneleriyle sorun yaşayan genç kadınlar da var aralarında. Üzerinde durulması gereken bir başka noktaysa, öykülerin anlatıcılarının erkek ya da kadın olması fark etmeksizin, annelerin çok canlı çizilmiş olmaları. Banu Yıldıran Genç de buna dikkat çekmişti Kaçış Rampası hakkındaki yazısında, Yörükoğlu’nun “kadınları çok iyi tanıyıp gözlemle[diğini]” vurgulamıştı.[3]Gözlem gücünün yanında ayrıntılara düşkünlüğüne de dikkat çekmek gerek – bu ikisi birbirini tamamlarlar zaten. Bu gibi ayrıntılara birkaç örnek:

“Dudaklarını birleştirip çenesi kırışacak şekilde o konuşmadan çok şey anlattığı hıh sesini çıkarsa.” (KYB, s. 21)

“Annem, Naciye Hanım’dan gelen bu olağanüstü çabaya ilkin karşılık vermedi. Sakin sakin dudağının kenarındaki susamları ağzına atmakla meşguldü. […] Sonra yeniden dizlerini, bacaklarını ovdu.” (KR, s. 24)

“Güya annem ayağındaki dikenle uğraşıyor. Zaman geçip gitsin, onun derdi bu.” (KYB, s. 52)

Beri yandan, Yörükoğlu’nun her iki kitabındaki öykü kişilerinin ebeveynleriyle geçmişteki (hatta şimdideki) ilişkilerinin, öykülerin anlatı zamanındaki hayatları üzerinde şu ya da bu ölçüde etki etmiş olmasının (bu durum bir öyküde vurucu bir ifadeyle “çocukluk evi korkusu” diye anılıyor) bir mesele olarak ortaya konmasını, ailenin, çocukluğun yetişkinlikteki birçok soru ve sorun için mutlak bir neden ya da yanıt olarak belirdiği şeklinde yorumlamamak lazım. Öncelikle Yörükoğlu’nun öykülerinde meselelerinin yanıtlarını ortaya sermek gibi bir dert yok, Yörükoğlu hikâyelerini anlatıyor onların, bunlardan hisse, pay çıkarılmasını istemiyor. Hatta bir öyküde bunu yapmanın ne kadar basit bir “çözüm” olacağına da dikkat çekiyor. “Güzel de mi böyle, ne gelirse aklına atıver suçu çocukluğa” diyor bir öykü kişisi ve ekliyor: “Oradan zıpla aileye. Kahrolmayasıcalar.”

Bu son kelime tam da öykülerdeki hâkim duygunun ifadesi aynı zamanda, kahrolmalarını istemekle istememenin arasında bir yer, bir gelgitin, salınmanın, kararsızlığın ifadesi; hatta şundan da söz edilemez mi, bu ifadede kahrın yanında varlıklarına inceden bir şükür de yok mu? Suçu onlara büsbütün yıkamamaları da kendilerini hesaptan düşme kolaylığına kaçmamalarından, kaçamamalarından. Olanlarda payları bulunduğunu görmezden gelmiyorlar; bu korkaklıkları da olabilir, koruyuculukları da. Kaldı ki bütün sersemlemiş hallerine rağmen ebeveynlerinden kendilerine geçmiş bir şeyler olabileceğini görmeyecek kadar kör de değiller. Mesela, sevgilisiyle arasındaki sorunları anlatıp ondan dert yanan bir öykü kişisi bir yerde, daha önce anne babasından hiç söz etmemişken gıyabında annesine şöyle sesleniveriyor.

“Korkuyorum anne, benzemekten çok korkuyorum. Onu düzeltme, belki de değiştirme hırsımdan çekiniyorum. Duygularımdan şüphe ediyorum. […] Kapıyı çarpıp çıkamadığım için kendime acıyorum.” (KYB, s. 104) [Vurgu eklenmiştir.]

Bu kadın kime benzemekten korktuğunu belirtmiyor, ama öykü boyunca müşteki olduğu sevgilisini ima ettiğini zannetmiyorum; aksine, umuma anlattığı öyküde birden muhatap olarak annesini anması, “Korkuyorum anne” deyivermesi ibreyi annesinden yana döndürüyor. Öykünün devamında başka ipuçları da çıkıyor, konu yine “çocukluk evi korkusu” çevresinde dolanıyor.

Yörükoğlu’nun öykü kişileri daha çok kendi hikâyelerini anlatıyorlar, dertlenerek, şikâyet ederek, itiraf ederek... “Kısa Kollu Gömlek” ve Kaçış Rampası’ndaki “Kaç Hikâye Çıkar Bir Balık Karnından” öyküleri dışında bütün öyküler birinci tekil kişinin ağzından – bu ikincisinde bile öykü kişileri “Ahmet amca” ve “Zehra abla” diye anıldıkları için burada da birinci tekilden çok da uzaklaşmış sayılmaz belki de! Beri yandan birkaç istisna dışında öykülerin kime anlatıldığı meçhul, ama karşımızda gibiler ya da karşılarında gibiyiz. Bir öykü kişisinin kendisini kalabalık bir caddeye attığında söze, “‘Benim adım Ali, artık otuz üç yaşındayım ve İbrahim’in eşofmanını sobaya attım çocukken ama” diye başlamayı hayal edişinde Adsız Alkolikleri andıran bir tını var, bir başka öykü de benzer bir kalıpla başlıyor: “İsmim Ali, otuz üç yaşındayım.” Dediğim gibi, meçhul birine, anonim, adsız birilerine, ama belki de biraz benzer dertlerden mustarip birilerine kendilerini anlattıkları hissi bırakıyor Yörükoğlu’nun öyküleri. (İstisnalar da var, birinci tekil kişi ağzından anlatılan bir öykünün odağında anlatıcının babası var mesela, ya da bir öyküde anlatıcı bize Salih’i anlatıyor, ne ki o da öykünün sonunda Salihleşiyor biraz, onun yerine geçiyor, oyuna onun yerine giriyor ya da.)

Öyle ya da böyle, anlatıcının kendisinin ya da bir başkasının başından geçenleri aktardığı klasik öykü kurgusundan çok vazgeçmiyor Halil Yörükoğlu. Anlatmak ön planda, anlatıcılar lafın çok dolandırılmadığı, süsten püsten değil, sadelikten güç alan bir dille anlatıyorlar öykülerini. Bir de iç dünyalarını açma cesaretlerinden. Belki de kendilerinden başkasının onlara çok büyük zararlar vermesinin mümkün olmadığının farkındalar. Burada bir ayrım yapmak şart yalnız. Sayısı az olmayan aşk acısı çeken adamların öykülerinden söz ederken “kendilerinden başkasının” demeden önce bir “artık” eklemek lazım, çünkü bu öykülerde sevgilileri, eşleri öykülerin anlatı zamanından önce onları yere yıkmış durumdalar zaten.

Anlatmakla neyin peşindeler, diye sorulabilir. Söyleyip ruhlarını kurtarmak mı, hemdert bulmak ya da kendilerini siygaya çekip hesaplaşmak mı? Elden başka bir şey gelmemesi mi? Hepsi mümkün, çok da önemli değil, ama anlatmayı ve dolayısıyla hikâyeleri önemsedikleri çok açık. Kendilerininkini değilse bile başkalarının hikâyelerini. Bu, meraklı komşu tavrı değil kesinlikle, öncelikle kendi dışlarına çıkma arzuları var, içlerine fazla gömüldüklerinin farkındalar, ama çıkmanın mümkün olup olmadığını bilemiyorlar, içinde bulundukları nahoş durumlardan kendilerini koruyamadıktan sonra bunu nasıl becersinler? Gelgelelim, hikâyelerden hikâyelere bir geçiş umudundan da söz edilebilir pekâlâ. Onları hikâyelere çeken bu. Keşke Yüzüme Baksaydınız’daki bir öykü kişisi, “Gidilemeyen yollar hep merak konusu” derken bunu sezdiriyor; başkalarının gittikleri yollar onların gitmedikleri, gidemedikleri ya da daha ilk adımda ayaklarını gerisingeri çektikleri.

Bu mesele ilk kitapta, Kaçış Rampası’nda da daha ön plandaydı. “Hikâye Hikâye Üstüne”nin anlatıcısı şöyle diyordu:

“Doktor, neden başkalarının fotoğraflarıyla başkalarının evine gittiğimi soruyor. Hikâyemi tamamlıyorum, diyorum. Ne kadar eksiğim varsa başkalarına eklenerek tamamlamak istiyorum.” (s. 38)

Belki biraz da yaşamasızlık diye andığım şeyin hikâyesizlik olarak görülmesinden, ya da düpedüz böyle olmasından. Gene Kaçış Rampası’ndaki bir öykü kişisi, “Yan odadakilerin hikâyelerini dinlerken onlara kendimi de dahil edebilmenin yolunu bulmakla geçiyor günlerim” diyordu (KR, s. 75). Buydu çare umduğu. “Uyudum Uyandım Değişmedi Dünya”nın anlatıcısıysa başkalarının hikâyelerine duyulan düşkünlüğü açıkça başka biri olmak isteğiyle eşleştirir.

“Berber koltuğunda kaçıncı kez başka biri olmak istedim bilmiyorum. Elimdeki gazete sayfasını buruşturup berber örtüsünün altından yavaşça yere bıraktım. Kimin saçı kimin sakalıyla beraber çöpe gitti Allah bilir. Bize ait olan hikâyeler kimlerin hikâyesine karışıyordu acaba?” (KR, s. 47)

Kendileriyle çok meşgul gibi görünen öykü kişileri hayatlarının geride kalmış kısımlarının şimdi üzerindeki yoğun basıncının farkındalar, yaşananların ve yaşanmayanların telafisizliğinin de. Geçmişi ve şimdiyi deşip durmalarına rağmen, başka türlü anlatılamayacağını çok iyi bildikleri kendi hikâyelerini (şurası kesin, dürüst ve samimiler, sakınmasızlar) başkalarının hikâyelerine ulama çabasındaki yersizliği, boşunalığı da görmüyor değiller. Öyleyse ellerinde bir tek bu hikâyeyi anlatma imkânları var – anlatacakları ancak hikâyesizliğin, yaşamasızlığın hikâyesi olsa bile.

Halil Yörükoğlu’nun öykü kişilerinin anlattığı hikâyeleri büsbütün eksiklik, yoksunluk (“ahlanıp vahlanma”) anlatıları olmaktan çıkaran da hikâyesizliklerin, yaşamasızlıkların sadece onların hikâyesi olmadığının da sezdirilmesinde, birçok yerde hikâyelerinin başkalarının hikâyeleriyle birbirine karışıyor ya da paralel akıyor olmasında; en önce bağımlılık bağlarında, çocukluk korkularında, ama aynı zamanda üstgeçitlerde, kalabalık toplu ulaşım araçlarında, herkesin başını elindeki telefona gömdüğü ortamlarda, iş görüşmelerinde, televizyon programlarında, cami avlularında, berber dükkânlarında, mahalle aralarında, komik videolarda, geçip gitmeyen acılarda.

 

NOTLAR: 


[1] Kaçış Rampası, Halil Yörükoğlu, Sel Yayıncılık, 2020, 79 s.

[2] Keşke Yüzüme Baksanız, Halil Yörükoğlu, İletişim Yayınları, 2022, 127 s.

[3] Geri Döndüğüm Yerler, Banu Yıldıran Genç, Notos Kitap, s. 93.