"İki elin parmakları kadar kalan kitabevleri kitap satışı yapabiliyorlar mı, nasıl hayatta kalıyorlar, okurlar mahalle kitapçılarını ne kadar tanıyor" sorularının peşine düştüğümüz söyleşi dizimiz Akademi Kitabevi'yle devam ediyor
28 Haziran 2018 14:19
Otuz yıldır yayıncılık yapan Özcan Sapan, zamanında Nişantaşı’ndaki yazar ve okurların önemli buluşma noktası olan Akademi Kitabevi’nin müdavimlerinden biri. Nişantaşı şubesi kapandıktan sonra ortağı Muzaffer Olca ile Kadıköy’de 2013’te yeniden o ruhu canlandırmak için yola çıktı. Sapan ile beş yılın ardından “İyi ki yeniden açmışız” dediği Akademi Kitabevi’nde buluştuk ve Akademi Kitabevi olarak nasıl ayakta kaldıklarını konuştuk.
2013 yılında yani aradan 24 yıl geçtikten sonra Akademi Kitabevi’ni yeniden açmaya nasıl karar verdiniz? Sizi motive eden şey neydi?
Biz zaten sektörün içindeyiz. Otuz yıldan fazladır yayıncılık yapıyorum. Kitaplara sevgimiz çok eski yani. Yoksa kitapla tanışmak daha da eski. Kadıköy’de içinde bulunduğumuz bu mekân zaten daha önceden de bir kitabeviydi. Onu da biz açmıştık. Daha sonra Akademi Kitabevi yaptık. Bizi Akademi’yi açmaya iten şey, Akademi’ye olan sevgimiz. Ben birçok yazarı Akademi’de tanıdım. Attilâ İlhan, Edip Cansever, Cemal Süreya gibi isimleri ilk Akademi’de gördüm. Emil Galip Sandalcı ile Akademi’de tanıştık, dost olduk. Vedat Türkali’yi, Aziz Nesin’i Akademi’den biliyoruz biz. Benim için çok önemli şahsiyetler...
Tabii, Akademi’nin olmaması içimizde bir yaraydı. Akademi’nin Nişantaşı’ndaki yerini bina eski olduğu için yıktılar. O tarihten sonra Akademi artık anılarda kaldı. Benzer ismi kullanan yerler vardı ama gerçekten tarihini biz yaşatabilirdik. Çünkü biz Akademi’nin sadece ismini almadık, tarihini de aldık. Bunlar gelişigüzel şeyler değil. Bu duvarlarda gördüğünüz imzalar kopyalandı ama aslı bizde. Defterlerin aslı bizde, fotoğrafların aslı bizde. Akademi’nin tarihi bizde. Vakti zamanındaki Akademi’nin kurucusu Hadi Olca’nın oğluyla birlikteyiz zaten burada. Aşağıda adına kütüphane yaptık. Kocaman bir kütüphane, kitap dolu: Hadi Hoca kütüphanesi. Böyle bir tarihten dolayı biz bu sürece sahip çıktık.
Akademi Kitabevi’nin kurucusu Hadi Olca, Doğan Hızlan’ın yorumuyla Akademi’yi bir kitabevinden ziyade kitaplı bir buluşma mekânı olarak tasarlamış. Siz de bu anlayışla devam ediyorsunuz, değil mi?
Tabii tabii. Biz beş yıldır Kadıköy’de hiçbir kültür merkezi, vakıf ya da hiç kimsenin başaramadığı bir şeyi başarıyoruz. Açıldığımız günden beri haftada en az bir, bazen iki yazarla imza günü, söyleşi yapıyoruz. Alttaki kütüphane salonuna bir yazarı davet ediyoruz, kahvaltıda edebiyat yapıyoruz. Sonra kitaplarını imzalıyorlar. Yazarın imzasının iyi veya kötü geçmesi, bize bir kazanç veya zarar sağlamıyor. Biz bunu geleneği sürdürmek, o zamanki Akademi’yi yaşatmak için yapıyoruz. Nişantaşı’nda genellikle cuma günleri yapılırdı. Hafta sonu insanların başka işleri olurdu. Ama şimdi insanlar o kadar yoğun çalışıyor ki, hafta sonu geliyorlar, biz de hafta sonu yapıyoruz. Bir tek gün değişti. Orada da her hafta imza vardı, bizde de var. Bazen çok sıcak olduğu zaman yaz aylarında, mola veriyoruz. İmza yapmadığımız zamanlarda da insanlar gelip “Niçin imza yapmıyorsunuz” diye soruyorlar.
Yazarla bir araya gelmek okur için farklı bir deneyim…
Tabii. Gelenlerin anılarını yazdığı, imzaladığı bir defterimiz var. Altı ciltti, biz bir cilt daha kattık. İmzayı ben sadece kitaba atılan imza olarak algılamıyorum veya insanlar kitap imzalatmak için geliyorlar ama çok önemli değil o iş esasında. Esasen okuduğu yazara dokunmak, onu görmek için geliyor. “Gerçekten bunları yazan siz misiniz” diye onun kulağına fısıldamak istiyor. Biz genellikle bunlarla karşılaşıyoruz. Yoksa buraya gelen bütün yazarlar benim arkadaşlarım, ben kendi ismime bile imzalatmıyorum. İmza başka bir şey. İmza şeklîdir, bazıları imzalı kitap koleksiyonu yapar, bunlar şeklî şeylerdir. Önemli olan burada yazara dokunmaktır, yazarla iki kelam etmektir.
İmza gününe gelen yazarların yorumları nasıl?
Biz burada öyle imzalar yaptık ki, örneğin Sezgin Kaymaz bize şunu demiştir: “İnanmıyorum, siz bana şaka mı yapıyorsunuz? Benim kitabımı satırı satırına hepsi okumuş. Ben ne konuşacağımı şaşırıyorum.” Ercan Kesal, Vecdi Çıracıoğlu, Mario Levi üç dört defa gelmiştir buraya. İkinci defa geliyor, imza atacak bir şey yok ama önemli olan orada bulunmak, konuşmak, dokunmak. Ben bunu çok önemsiyorum.
Teşvikiye’deki Akademi Kitabevi’nde kafe yoktu. Burada neden kafe açma ihtiyacı duydunuz?
Bir kere gördüğünüz gibi mekânımız oldukça büyük. Ana cadde veya çok merkezî bir yerde olsaydık, belki daha farklı düşünürdük. Ama biz zaten burayı bir konsept olarak yaptık. Türkiye’de bir ilki yaptık, burası kütüphanesi olan bir kitabevi. Eğer yapıldıysa bundan sonra yapılmıştır. Mütevazı olmayacağım. Avrupa’da bile yok. Kitabın satıldığı yerde, kitapların bedava olduğu kütüphane olmaz. Bizim aşağıda kütüphanemiz var. Müzik yayını bile yok. İnsanlar ders çalışıyor, kitap okuyor ve oradaki bütün kitaplardan, ansiklopedilerden, bilgisayardan, internetten yararlanabiliyor. Garson oraya inip sipariş almıyor. Ancak siz isterseniz, sessizce size çay veriyor. Ses çıkaran malzemeleri de içeriye almıyoruz. Böyle bir yer yapınca; kütüphanede insanlar çalışacak, mutlak surette çay-kahve olması lazım. Bu kadar insanı burada nasıl tutacağız, nasıl yapacağız derken ortaya böyle bir şey çıktı. Doğrusunu söylemek gerekirse burası sadece kitabevi olsaydı, ömrü ne kadar olurdu bilemiyorum. Maalesef insanları görüyorsunuz, kitaplar duruyor raflarda, bakıyorlar, geçiyorlar. Biz çok fazla kitap satamıyoruz. D&R’larda insanlar moda olsun diye kitap alıyorlar. Burada oturan insanlar bile, Kadıköy’ün kültürel yapısı çok yüksek olmasına rağmen kitap almıyorlar, kitabı internetten alıyorlar veya fuara gidip alıyorlar. Sonra üzülüyorlar, “Aa bizim mahallemizin kitapçısı vardı ya, ne oldu şimdi, bar mı oldu burası, yazıklar olsun...” Ama bir gün gelmemişsin! Hiç olmazsa bir gün gel, kitap almasan bile kitapçın var, burası mahallenin kitapçısı, biz de cesaretlenelim.
Haklısınız. Ben bir okur olarak söyleyebilirim ki, aklıma bir kitap düştüğünde hemen almak istiyorum ama o an etrafımda bir kitapçı olmadığını fark ediyorum. Zincir kitapçılardan da almak istemiyorum...
Bir de şöyle bir şey var. Geliyor mesela buraya, bir kitap soruyor, yok. “Zaten yok” diyor. Şimdi ama eskisi gibi değil. Eskiden, ben yayıncılığa başladığım zamanlarda, 30 yıl önce yani, bir kitapçıda bütün kitaplar vardı. Şimdi nasıl olacak söyler misiniz bana? Yılda 15 bin ayrı başlıkta kitap çıkıyor. Bu, ayda 1200 kitap yapar. Şimdi siz düşünün. 200 bin kitap alacak bir kitabevi biliyor musunuz İstanbul’da, 50 bin? Yok. Bütün kitabevlerinin alacağı rakamları söyleyeyim ben size; en fazla 15-20 bin kitap alır. Bilemediniz 25 bin kitap, belki... Hâl böyle olunca, siz zaten klasikleri, çağdaş Türk edebiyatını, yeni çıkmayan eskileri barındırmak zorundasınız. Bu bir kitabevinin yarısı demektir. Geriye kaldı, yarısı. On bin kitap alan bir kitabevi, beş bin kitap barındırabiliyor. Beş bin kitap barındırınca ne oluyor? Beş aylık kitap, altıncı ayda ne olması lazım, iade etmesi lazım ki, yer açılsın.
İnsanlar bize tepki gösteriyor, “Kitap yok” deyince. “Bu da mı yok, bu da mı yok…” Olmayabilir ama burada 10 bin tane kitap var. Senin istediğin olmayabilir. Midemiz ağrıyınca eczaneye gidiyoruz, istediğimiz ilaç olmadığında ne diyor, “Yarın gelir” diyor. Biz de öyle diyoruz; sen yeter ki iste, biz yarın getiriyoruz. Sen girdiğin kitapçıda kitabı bulursan şans, bulamazsan küsmeyeceksin. İnsanlar niye kızıyorlar ben anlamıyorum. Mesela soruyoruz, istiyor musunuz getirelim mi, ben biraz daha bakayım, diyor. Bakıyor bakıyor, gelmiyor. Okumak bir ihtiyaçtır. Tıpkı midesi ağrıyan bir insan için mide ilacı ihtiyaçsa, okumak da bir ihtiyaç. İhtiyaç olarak baktığınız zaman bunu bulursunuz. Bir baharat alacaksınız, bakkal yok diyor. Kırmızı acı biberimiz yok diyor. Siz kırmızı acı biber almaktan vazgeçiyor musunuz? Hayır. Üç gün sonra tekrar soruyorsunuz. Peki, kitabı niye sormuyorsunuz? Yoksa yok, daha iyi sanki der gibi, sordum olmadı, geçiştirdim. Böyle bir mantık var.
Zincir kitap mağazaları sizi nasıl etkiliyor?
Zincir kitabevleri olması bizim için bir sorun teşkil etmiyor. D&R’lar alışveriş merkezlerinde zaten. Alışveriş merkezlerine gidip kitap alanlar, normal olarak dışarıda bir yerde alışveriş yapmıyorlar. Ben D&R’ların veya kitabevlerinin, zincir olsa bile birbirini olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. Aksine, keşke çok sayıda kitabevi olsa da insanların gözü alışsa. Bugün geldiğimiz nokta Kadıköy’de dört-beş kitabevi, bu çok kötü bir şey.
Kitap satışını artırmak için bir şeyler yapıyor musunuz? Mesela ufak indirimler... Üyelik kartınız var mı?
Müdavim kartımız var. O elinizde olduğu zaman sadece kitapta değil, ürünlerde ve yediğiniz içtiğiniz şeyde de indirim yapıyoruz. Ara sıra kampanyalar yapıyoruz. Tanıdığımız müşterimiz olduğu zaman, hiç sormadan kendimiz indirim yapıyoruz.
Zincir kitabevlerinde yeni çıkan raflarında duran kitaplar, bazı maddî anlaşmalar sonucu seçiliyor. Siz neye göre seçiyorsunuz?
Biz kendimiz seçiyoruz. Burada öyle suya sabuna dokunmayan, içeriği moda olan kitapları biz barındırmıyoruz. Öyle kitaplar satmıyoruz. İnsanlar “O kadar iyi seçilmiş kitapları nasıl bir araya topladınız” diye bize teşekkür ediyorlar. Günde 100 kitap satmak için özel bir çaba sarf etmiyoruz. Bundan şikâyetçi değiliz, günde 10 kitap satalım ama nitelikli kitap olsun.
2015 yılında Yılmaz Özdil köşe yazısında HDP’ye oy vermeyi düşünenlere “Kalaşnikofa şarjör olmayın” diye seslenmişti ve siz de bu yazısına karşılık bir açıklama yapmış, Yılmaz Özdil kitaplarını satmama kararı almıştınız. Hâlâ satmıyor musunuz?
Evet, satmıyoruz.
Tepki alıyor musunuz okurdan böyle durumlarda?
Tabii, tepki alıyoruz. Yılmaz Özdil’i sevenler bize tepki duyuyor ama biz Yılmaz Özdil’in kitabını şu yüzden satmıyoruz: bir edebiyatçının, yazarın ne olursa olsun insanlara saygı duyması gerekiyor. Knut Hamsun’un kitabının Nazilerle ilişkisi olduğu ortaya çıkınca, evinin önüne herkes kitaplarını atmaya başladı. En büyük tepkiydi. Biz Knut Hamsun’un kitabını bile satıyoruz. Özrünü diledi. Sonuçta Yılmaz Özdil’i Knut Hamsun’la karşılaştırmıyorum ama Knut Hamsun buna çok üzüldü ve üzüntüsünü dile getirdi. Yılmaz Özdil’in söylediği laflar, insanları aşağılayan laflar. Özdil, o yazısında HDP’ye oy vermeyi düşünenlere, “Kalaşnikofa şarjör olmayın” diye seslenmişti. Böyle bir şey olabilir mi? Ben oy veriyorum, ben mermi miyim, hiç mi değerim yok? Ben hiçbir şey değilim. Ben bir patlayıcıyım. Hiçbir saygın olmayacak, inanılmaz bir şey. Yoksa biz burada fikrine hiç katılmadığımız birini de satıyoruz.
Akademi Kitabevi bir ayda kitap satışından ne kadar kazanıyor?
Ciromuz 20 bin ise, kitaptan beş bin lira kâr ediyoruz. O kadar.
Şu an kafe sayesinde kitabevi rahatça yaşayacak, diyebiliyor musunuz?
Kafe olmasa biz burada kitabevini yaşatamayız.
İkisinin birbirini besleyen tarafı var mı?
Kitap almaya gelen kafede oturuyor, kahve içiyor, kitabını inceliyor. Kafeye gelen de kitaba bakıyor. Evet, ikisi birbirini etkiliyor.
Yeni ve bağımsız yayınevlerinin yaşadığı en büyük sorun görünür olmak. Siz bu yayınevleriyle ilgili nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?
Biz bazılarıyla direkt çalışıyoruz. Direkt çalışamadığımız yerler varsa, kitaplarını dağıtımcılardan alıyoruz. Onları gözetiyoruz yani. Biz esas onların kitaplarını bulunduruyoruz. Şimdi isim vermem ayıp olur ama bazı yayınevlerinin ise bizde hiç kitapları yok. O kitabı biz satamayız. The Secret, Ferrari’sini Satan Bilge gibi kitapları satmıyoruz, bize onun kitlesi gelmiyor. Biz edebiyat kitaplarını çok iyi satıyoruz.
Dağıtımcılarla ilişkileriniz nasıl? Sorun yaşıyor musunuz?
Herhangi bir sorun yaşamıyoruz. Hepsiyle çalışıyoruz. Aradığımız kitap kimde varsa, onunla çalışıyoruz.
Çalışma arkadaşlarınızı seçerken neye dikkat ediyorsunuz?
Kitap bölümüne iki arkadaş bakıyor şimdi. Örneğin, Adorno veya Schopenhauer dediğinizde, “Kodlar mısınız” diye sormuyorlar. Adorno dediğinizde, kitaplarını sayabilecek, madem Adorno’yu okuyorsunuz siz şunu da okuyabilirsiniz, diyebilecek kapasiteye sahip insanlarla çalışıyoruz. Okumayan ama satış yapmak isteyen, tezgâhtar tipli kitapçılar türedi şimdi. Onları tercih ediyorlar herhalde. Bence onlar itici. Ben de kitap alıcısıyım. Nasıl konuşuyorlar, ne diyorlar diye, bakarım. Mesela iki defa bana anlamsız bir agresyon yaparsa ben kitap almaktan vazgeçerim. Kitap alıcısı daha naif bir kitledir, ne alacağını bilir. Bilmiyorsa zaten, gelir “Ben bir roman arıyorum, yeni bir şey var mı” diye sorar, siz de önerisine cevap verirsiniz. Kitapçıda kitabı sunanın çok büyük bir etkisi var.
Peki, 2013’ten bu yana beş yıl geçti, iyi ki tekrar açmışız, diyor musunuz?
Tabii ki, iyi ki açmışız, iyi ki bu tarihi burada yaşatmışız, insanları buluşturmuşuz. İnanın çok mutluyum, tarif edilemez bir şey. Burada ticarî olarak kazanmıyor olmak başka bir şey, ben çok güzel bir iş yaptığımın farkındayım. Burada oturup da buraya hiç gelmeyenler, kitabevinden kitap almayanlar bile bir gün gelecek, olur da biz gitmek zorunda kalırsak, o zaman anlayacaklar... Bizim insanımızın böyle bir şeyi var, insanın değeri öldükten sonra anlaşılır ya, ölünce hemen kitapları kapışılıyor. Belki bizim de öyle olacak. Ama ben işin orasında değilim. Zaten amacım sadece kazanmak üzerine kurulu olsaydı, burayı kitabevi yapmazdım. Çok güzel bir pide salonu olurdu, pilavcı olurdu, iyi para kazanırdım. Onun için iyi ki yaptık diyorum.