Menderes Çınar: AKP ilk kurulduğunda bir lider partisi değildi, bugün resmî olarak başında bulunamayan bir liderin partisi. Bunun parti politikalarının oluşumuna yönelik önemli sonuçları vardır
28 Mayıs 2015 16:00
Seçimler yaklaşıyor. AKP 13 yıllık iktidarının ardından araştırma şirketlerinin gözlemlerine ve propaganda diliyle biçimlerine bakılırsa ilk kez bu kadar panik içerisinde bir genel seçime hazırlanıyor. Hem “tarafsız cumhurbaşkanı” hem de Davutoğlu AKP için miting yapmaya devam ediyor. Biz de bu yeni durumu ve AKP’nin her geçen gün daha derinden tecrübe etmeye başladığımız yeni yönetim anlayışını Vesayetçi Demokrasiden Milli Demokrasiye isimli kitabı Birikim Yayınları’ndan çıkan Başkent Üniversitesi’nden Prof. Dr. Menderes Çınar’la* konuştuk.
Kitabınızın giriş bölümü olarak tanımlayabileceğimiz “AKP’nin ‘Demokrasi’ Projesi: Hakimiyet” başlıklı yazı 13 yıllık AKP iktidarının 7 Haziran 2015 öncesi bir fotoğrafını çekiyor. Bu bölümde Bahçeli’nin çocuğunun olmaması, İhsanoğlu’nun Mısır’da doğması, Kılıçdaroğlu’nun Alevi olması gibi “verilerin” AKP tarafından kendi avantajlarına dönecek şekilde işlendiğini söylüyorsunuz. En son Demirtaş’ın da “domuz eti” yediği söylenerek bir kampanya yürütüldü. Bu algıların işe yaraması da bir ülke için sorun değil midir? Örneğin İhsanoğlu’nu Mısır’da doğduğu, Kılıçdaroğlu’nu Alevi olduğu için bu toplum benimsemiyorsa bir sorun yok mu? AKP bu sorunun ne kadar sonucu, ne kadar kaynağı sizce?
“Bak bu Alevi, şu aslında yabancı, şu da domuz eti yer zaten” diyerek oy alıyorsa, yani sizin dediğiniz gibi toplum bu türden söylemleri biraz olsun ciddiye alıyorsa, bu medeni, demokratik ve çoğulcu bir toplum olmamız açısından ciddi bir sorun. Peki, böyle “sorunlu” bir toplum veya toplum kesimleri varsa, biz bunu nasıl değiştireceğiz? Herhalde toplumun önyargılarına oynayan bir siyasi liderlik sergileyerek değil. Benim o satırları yazarken niyetim bu noktaya parmak basmaktı. Yani, Alevilik, Mısır’da doğmuş olmak gibi kişinin kendi tercihi olmayan özelliklerini veya çocuk yapmama veya evlenmeme gibi kişisel tercihlerini siyasete malzeme yapmanın etik olmadığını, demokratik terbiyeye pek uygun olmadığını ve medeni demokratik bir toplum haline dönüşmemize de katkıda bulunmadığını hatırlatmaktı. Bunu yapanların veya onayların geçmişte siyasi veya dini tercihleri nedeniyle “yobaz,” “gerici” gibi türlü biçimlerde damgalanmış kişiler olması ise, hem acı, hem de umut kırıcı. Zira toplumun bahsettiğim türden söylemleri benimsemesine neden olan önyargılarının çeşitli kaynakları olabilir, fakat bu önyargıları yeniden üreten yaklaşımlar daha en başından söz konusu kaynakların belirlenmesini gereksizleştiriyor. En başta önyargıların sorun olduğunu kabul etmek gerekiyor çünkü.
AKP uluslararası toplumda meşruiyetini nasıl kazandı sizce? Ve tabii ki kaybetti mi ya da kaybettiyse nasıl kaybetti?
İslamcı gelenekten gelen bir parti olduğu için ve bu gelenek demokrasi ile ilişkisi tartışmalı, Batı ve Batılılaşma karşıtı bir gelenek olduğu için AKP’nin başlangıçta seçilmiş olması dışında bir meşruiyet zemini yoktu. AKP geçmiş tecrübelerinden, özellikle de 28 Şubat sürecinden çıkardığı dersle daha önce yaptığı bazı şeyleri yapmayarak ve yapmadığı bazı şeyleri yaparak kendisine bir meşruiyet zemini oluşturdu. Avrupa Birliği ve Batı yanlısı bir politika izleyerek evrensel insan hakları ve demokrasi dilini kullandı. Avrupa Birliği projesini sahiplendi ve ilerletti. İslami kimliğin hak ve özgürlüklerini savunurken de devletin bireysel tercihlere müdahale etmemesi gerektiğini savunan negatif özgürlükçü, liberal bir dil kullandı. Eskiden olduğu gibi Batı karşıtı, toplumu yukarıdan aşağıya İslamileştirmek isteyen bir siyaset olmadığını gösterdi. Böylece bir yandan 11 Eylül sonrasında Batı yanlısı, demokratik ve yönetme kapasitesi olan bir İslami aktör arayışında olan uluslararası camiada heyecan uyandırıp, kabul görürken; diğer yandan kendisini İslamcı olarak kategorize eden laik muhalefet stratejisini boşa çıkardı, vesayetçi iktidar yapısını çözmede avantaj elde etti. Zira AKP olmadığı bir şeyle suçlanıyor, gayrı- meşrulaştırılıyor göründü. Söz konusu liberal dil bir süre sonra ortadan kalktı. Bunun en iyi örneği başörtüsü meselesini ulemaya, Diyanet’e soralım idi. Bu, dini kamusal düzenlemenin temeli haline getiren bir yaklaşım olduğu için o zamanki Diyanet İşleri Başkanı’nın da dediği gibi laiklik ilkesine aykırı idi. Demek istediğim, AKP tam olarak anlamadığı, benimsemediği ve araçsallaştırdığı liberal demokrasi dilini bir süre sonra kaybetti. Sonra, özellikle Arap Baharı’ndan sonra, Batı karşıtı diyebileceğimiz bir dış politika söylemini iç politika malzemesi yaptı. Bundan amaç biraz da kaybettiği liberal dilin getireceği içeriden ve dışarından eleştirileri savuşturmaktı. Zira ancak bu şekilde AKP’nin demokrasi performansını eleştiren AB İlerleme Raporları doğrudan çöpe atılabilirdi. Elbette Avrupa Birliği’ne üyelik projesinin daha müzakerelerin başladığı anda AKP için başarı gösterebilecek bir performans alanı olmaktan çıkmış olması bu değişimi kolaylaştırdı. AB’nin Türkiye’nin üyeliğine dair net bir siyasi irade gösterememesini ve bunun sonucu aynı anda müzakerelere başlayan Hırvatistan’ınkiyle karşılaştırıldığında son derece ayrımcı olan bir Müzakere Çerçeve Belgesi üretmesini kastediyorum. Bugün AKP liderlerinin, AKP adına söz söylemekle yetkilendirilmiş olanların Batı- merkezli uluslararası hiyerarşiyi, Batı- merkezciliği eleştirmelerinde bir haklılık payı elbette var. Ama bunun saf bir adalet duygusuyla yapılan bir eleştiri olmaktan çok Batı’yı AKP’nin demokrasi performansını eleştirmekten men etmek gibi iç politikaya yönelik bir motivasyondan kaynaklanan bir çıkış olduğunu düşünüyorum. Eğer AKP Batı nezdinde meşruiyetini yitirdiyse, bu sadece izlediği bağımsız, medeniyetimize/ ecdadımıza layık bir dış politika izlediğimizden değil, demokratik eksikliklerindendir de. Uluslararası camia sadece Batı’dan ibaret değil elbette. AKP Batı’ya karşı eleştirel tutumuyla Batı- dışı, İslam dünyasının sözcülüğünü de yapmak istiyor olabilir. Fakat bu coğrafyada da durumu pek iyi değil, en azından uluslararası ilişkilerin temel düzeyi olan devletler düzeyinde böyle. Bu, söz konusu devletleri ve sınırlarını yapay olarak değerlendiren ve doğrudan bu devletlerin halkına hitap etmeyi hedefleyen bir dış politika anlayışının kaçınılmaz bir sonucu olabilir. Netice itibarıyla durumumuz “değerli yalnızlık” durumu, fakat yalnızlık durumunda değeri zaten yalnız kalanın kendisi biçtiği için, değerinden çok yalnızlığı geçerli olan bir durum.
Laik muhalefet tanımını çoğunlukla CHP için kullandığınızı görüyorum. Bugün laik muhalefet cephesi sizce Kobanî’de olanların ardından genişlemiş sayılabilir mi? Kürtler geniş laik bir çemberin parçası mı, yoksa laiklik ya da sekülerlik tanımları arasındaki farklar böyle geniş bir kategori açmayı imkânsızlaştırıyor mu?
Kürtler derken, Kürt siyasi hareketinden bahsediyorsanız, evet onlar laik çemberin bir parçası sayılabilir, ama kayda değer bir muhafazakâr/ dindar Kürt seçmen/ nüfus olduğu da unutulmamalı. Aksi takdirde Kürtçe Kur’an bir kampanya malzemesi haline getirilemezdi. Geçmişte Meleler ve Diyanet Kürt meselesinin çözümü için seferber edilemezdi. AKP’nin bazı yönetici adayları da “Kürt yok Müslüman var” “Müslüman Türklerin laik devletle mücadelesi Kürtler için de yapılmış bir mücadeleydi” anlamına gelecek sözler söyleyemezdi. Yani bunların bir anlamı olmazdı. Bununla beraber, AKP’nin Kürtlerin sorunlarının “Müslüman kimliğimizi” zayıflatan laiklik politikalarından kaynaklandığını, dolayısıyla Müslüman kimliğinin çözüm olduğunu savunan yaklaşımının Kürtlerin dindar olanına dahi hitap ettiği şüphelidir. Zira Kürt sorunu Kürt kimliğinin tanınması ile ilgili bir sorundur, Müslümanlığın içinde eritilmesi ile ilgili değil. Kobanî’de olanlar laik muhalefet cephesini genişletti mi bilmiyorum, ama dindar Kürtleri dahi AKP’den uzaklaştırmıştır. Sanırım Kobanî olayında Kürtler AKP’nin İslam’a vurgu yapan çözümünün bir yol olmadığını görmüşlerdir. Laik muhalefet deyimini çoğunlukla CHP için kullandım çünkü CHP Kılıçdaroğlu’na kadar ağırlıklı olarak laiklik üzerinden muhalefet yapan partiydi ve 2002’de sadece iki parti barajı geçtiği için 2007 seçimlerine kadar parlamentodaki tek muhalefet partisiydi.
AKP’nin daha en başından İslamcı olarak tanımlanmasının onun için hem avantaj hem de dezavantaj olduğunu söylüyorsunuz. Bugün AKP’nin İslamcı olarak tanımlanması belli ki sekülerler açısından geri tepen bir strateji oldu. AKP’ye geldiği ilk günden bu yana antikapitalist, IMF karşıtı bir muhalefet düzenli bir şekilde yapılsaydı durum farklı olur muydu?
Evet, AKP’nin İslamcı olarak kategorize edilmesi ve bu kategorizasyon üzerinden yürüyen, sadece laikliği korumaya odaklı muhalefet stratejisi geçersiz bir strateji oldu. Hem kategorizasyonun yanlış olması açısından, hem laiklik dışında kalan eşitsiz gelir dağılımı, ekonomik kalkınma gibi meseleleri gündem yapmaması açısından, hem de mevcut laiklik pratiğinden mustarip, onun mağdur ettiği toplum kesimlerinin temsilini dert etmemesi açısından geçersiz bir strateji oldu. AKP İslamcı gelenekten geliyordu, kurucuları nispeten daha dindardı ve İslami kimliğin meselelerini de şimdilik gündeme getirmese bile, unutmadığını ele alacağını gösteriyordu. Ama bunlar AKP’nin İslamcı olarak kategorize edilmesini haklı çıkarmıyordu. AKP uzun iktidarının ilk birkaç yılında gösterdiği gibi farklı bir siyasal yaratıktı. Bugün de laikliği demokratikleştirmek yerine İslamcılığı normalleştiren bazı politikalarına rağmen AKP’nin hâlâ farklı bir siyasal yaratık olduğunu düşünüyorum. Muhalefetin bunu fark edememesi ve İslamcı kategorizasyonunu gözden geçirmeyi reddetmesi, AKP’nin attığı her adımın altında bir bit yeniği, gizli gündem arama gibi absürt durumlara neden oldu. AKP’yi İslamcı olarak kategorize etmiş ve bunu tek muhalefet ekseni yapmış muhalefet, özellikle AKP’nin hükümet olduğu ama henüz iktidar olmadığı dönemde, bir iktidar dili ve edasıyla, yani AKP’ye biraz yukarıdan bakarak AKP’yi her gün İslamcı bir parti olmadığını göstermeye çağırdı. Bunu da bir demokrasi dili kullanarak yapmadı. Dolayısıyla, AKP örneğin Avrupa Birliği’ne üyelik projesini sahiplenip demokratikleşme reformları yaptığında veya genel olarak demokrasi dili kullandığında baştaki kategorizasyona dönüldü, yok siz yine de İslamcısınız denildi. Böylece demokrasi alanı da AKP’ye terk edilmiş oldu. AKP’nin demokrasi anlayışının eksikliklerini yetersizliklerini ortaya çıkaracak bir demokrasi gündemi benimsenemedi. Her gün İslamcı olmadığını göstermeye zorlanması AKP açısından sinir bozucu bir dezavantajdı, fakat bunun demokrasi alanı AKP’ye terk edilerek yapılması da AKP açısından bir avantajdı. Zira böylece AKP, demokrasiyi ne derece anladığını ve benimsediğini göstermek zorunda kalmadan kendini “tek demokrat” ilan edebildi. Ayrıca laik muhalefet, muhafazakâr kesimleri AKP’ye mahkûm etmiş olduğu için büyük bir konfor kazandı. Bu toplum kesimlerinin taleplerini istediği gibi erteledi ve yönetti. AKP’nin kurulduğu dönemde yapılacak düzenli antikapitalist, IMF karşıtı bir muhalefetin etkisi fazla olmazdı, çünkü AKP’nin öncelikli amacı yönetebilme kapasitesi olduğuna dair güven vermekti. AKP gibi meşruiyet zemininden yoksun bir parti için bunu yapmanın yolu da neoliberal ortodoksiye sadık kalarak, uluslararası piyasalara güven vermekti ve AKP kurucuları bunun farkındaydı. Ayrıca, bazı küçük modifikasyonlarla neoliberal politikaların AKP’nin iktidar stratejisine hizmet ettiğini de belirtmeliyiz. Bazı Latin Amerika ülkelerinde de gördüğümüz gibi neoliberal politikalar AKP’nin yerleşik iktidar yapısını çözmesine, kaynakları kendi destekçilerine veya destekçisi olacak kesimlere aktarmasına yardımcı oldu. 2001 krizinden sonra iktidara gelmiş olması da bu neoliberal politikalar uygulamasını kolaylaştıran bir unsurdu.
Vesayet kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Türkiye’de askeri vesayet sizce hâlâ bir tehlike olarak var mı? AKP şu an askerle ilişkisinde nerede duruyor?
Öncelikle vesayetin bağlamına göre değerlendirilmesi gereken bir kavram olduğunu belirtmeliyim. Tek parti döneminde vesayetçilik halk hazır olduğunda demokrasiye geçileceğini iddia eden, halkı “demokrasi”ye hazırlamayı amaçlayan bir pratiği ifade ediyor. Bu açıdan vesayetçilik, tek parti rejimini sonsuza dek meşrulaştırmayan, geçici sayan bir kavram. Tabii rejim, tek parti rejimi ve halkın demokratik katılıma ne zaman hazır olduğuna da belli bir iktidar karar verecek. Bu da bir iktidar pratiği. Meşhur halk- vatandaş ayrımında olduğu gibi halkın kim olduğunu, hazır olmasının ne anlama geldiğini, dolayısıyla demokrasinin zamanını ve kapsamını belli bir iktidarın tekeline bırakması açısından bir iktidar pratiği. Tek parti döneminin CHP’si bir irade göstererek büyük bir kırılma yaşanmaksızın çok partili rejime geçişi sağladı. Bunun iç ve dış çeşitli nedenleri olabilir, ama bu ortada bir CHP iradesi olduğunu reddetmemizi gerektirmez. Bununla beraber, vesayetçilik gibi bazı alışkanlıkların devam ettiğini de belirtmemiz gerekir. Türkiye’de demokrasiye erken geçildiği gibi bugün hâlâ duyduğumuz bazı tezler bunun göstergesidir. Dolayısıyla, çok partili rejime geçişten sonra vesayetçilik, halkın desteğini almaya ve halkın taleplerine duyarlı olmaya dayanan siyasete karşı güvensizlik ve şüphe anlamına geldi. Siyaseti ve siyasetçileri kontrol ve terbiye etme arayışlarını ve pratiklerini ifade etti. Özellikle 1960 darbesinden sonra TSK’nın merkezinde ya da arkasında bulunduğu çeşitli kurumsal düzenlemeler ağı olarak da tezahür etti. Siyasetin, demokratik siyasal faaliyetin medeni bir toplum olmak için olmazsa olmaz olduğunu düşünenler için bu Türkiye’nin çok önemli bir sorunuydu. AKP vesayetçi iktidar yapısının bir mağduruydu ve onu geriletti. Fakat burada bir tercihten ziyade bir varoluş refleksi söz konusuydu. Zira AKP vesayetçi iktidar yapısı tarafından rejime tehdit olarak kategorize, ülkeyi yönetmekten diskalifiye edilmişti. Kitapta da ifade ettiğim gibi, AKP kendi varoluşu ve tanınması için vesayetçilikle mücadele etmek zorundaydı. AKP, Türkiye’de askerin siyasal rolünü konjonktürel bir mesele olarak değerlendirmişti, hükümetlerin yarattığı boşluğu askerin doldurduğunu, güçlü hükümetlerle askerin siyasal roller oynamasının engellenebileceğini iddia etmişti. Mücadele motivasyonun varoluş refleksi olduğu ile birlikte düşünüldüğünde, AKP’nin meseleyi sadece bir güç dengesi meselesi olarak tanımlaması daha en baştan reformist olma olasılığı sınırlı bir yaklaşımdı. Geçen süre içinde AKP, MGK’nın profilini ve statüsünü değiştirmek gibi reform niteliğinde bazı kurumsal düzenlemeler de yaparak askerin siyasal roller oynamasını zorlaştıran bazı adımlar attı. Askerin sahip olduğu alanları daraltan bu girişimlerin çoğunu muktedir olmak, iktidar alanını genişletmek için yaptı. Çünkü kitapta da belirttiğim gibi, varoluşunu ve tanınmasını hukuk ve demokrasi normlarının kurumsallaşmasına değil, iktidar olmaya bağlamıştı. Bu sırada, ordunun toplumsal prestijini zayıflatacak, ordu mensuplarını dokunulabilir kılacak bazı skandalların, keyfiliklerin medyaya sızmasından da faydalandı. Bir davalar dizisinin açılmasına izin ve destek verdi. Bugün geriye dönüp baktığımızda bu süreçte Cemaat’ten epeyce destek aldığı, hatta esas olarak Cemaatin faaliyeti olan bu davalara destek verdiği anlaşılıyor. Cemaatle arasının bozulmasından sonra Yalçın Akdoğan’ın “milli orduya kumpas kuruldu” çıkışıyla söz konusu davaların da birer birer düştüğü yeni bir süreç başlatıldı. Bu süreçte en son nokta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada orduya kumpas kurulduğunu, davalarda suçluyla suçsuzun birbirine karıştırıldığını, sonradan sahte olduğu anlaşılan “belgeler” önüne konulduğunda hukukun üstünlüğüne saygı duyduklarından “gereğini” yaptıklarını ve kendisinin de aldatıldığını ifade etti. Bu sözlerini bir çeşit özür dileme olarak nitelendirenler de oldu. Benim anlayabildiğim kadarıyla ortaya çıkan resim şu: Demokrasi kültürünün yerleşmesi açısından önemli davalar Cemaate teslim edilerek, bu davalarda hukukun temel ilkelerinin ihlal edilmesine göz yumularak, kazananın hukuk ve demokrasi olması engellendi. Bunu en başta mümkün kılan, AKP’nin kendi varoluşunu ve tanınmasını hukuk ve demokrasi normlarının kurumsallaşmasından ziyade hâkim olduğu iktidar alanlarının genişlemesine bağlayan yaklaşımı idi. Bu durum 17/ 25 Aralık operasyonlarıyla bizzat Erdoğan’ın kendisi hedef alınana kadar aşağı yukarı sürdü. Bundan sonra da, ortada bazı somut belgeler ve iddialar olmasına rağmen “gereği” bu kez hukukun üstünlüğüne saygı gösterilmeden yapıldı. Üstüne yine hukukun üstünlüğü ilkesi göz ardı edilerek “kumpasçılar” hedef alındı. Bu tablo, kurunun yanında yaşı da yakan davaların tek sorumlusu kumpasçılardır iddiasını asker ve toplum nezdinde kabul edilebilir kılacak bir tablo gibi görünmüyor. Genel olarak şunu söyleyebilirim, demokrasinin güçlenmediği, güçlü olmadığı her durumda demokrasi dışı seçeneklerin şansı vardır. AKP’nin kendisini güçlendirmesi demokrasinin güçlenmesi anlamına gelmez. Ve ne yazık ki, AKP demokrasiyi güçlendirmekten sadece kendisini güçlendirmeyi anlıyor.
AKP “düz gitmek” istediği her alanda birilerini pasifleştiriyor. Başkanlık sistemi bunun daha rahat yapılması için bir yöntem olabilir mi? Eğer öyleyse siz başkanlık sistemine karşı mısınız? Neden?
Evet, sizin deyiminizle AKP düz gitmek istiyor ve önüne ne çıkarsa hedef alıyor. Bunu yaparken de demokratlığı kimselere bırakmıyor. Dolayısıyla, mesele biraz da AKP’nin demokrasi anlayışı ile de alakalı. AKP halk tarafından yetkilendirilmiş yönetimlerin serbestçe yönetebilmesini savunan, bu çerçevede güçler ayrılığı gibi demokratik kontrol ve denge mekanizmalarının sorunsallaştıran, hatta vesayetçilik olarak sorunsallaştıran, oldukça sığ bir demokrasi anlayışına sahip. Muhalefetin topyekûn bir ayakbağı olarak değerlendirilmesi ve hukukun üstünlüğü ilkesinin göz ardı edilebilir kılınmasını da bu bağlamda değerlendirilmeli. Zira bunlar düz gitmeyi zorlaştıran demokratik ilkeler. Bu durum, AKP’nin, özellikle Erdoğan’ın demokrasiye bürokrasi muamelesi yaptığını gösterir. Yani, demokrasiyi işleri gereksiz uzatan, zorlaştıran bürokrasi gibi değerlendirdiğini gösterir. Tüccar siyasetten kastedilenin de, bu demokrasiye bürokrasi muamelesi yapan siyaset anlayışı olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Türkiye’nin bir anonim şirketmiş gibi yönetilmesi gerektiğinin savunulduğunu hatırlatırım. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, dolayısıyla AKP’nin ilkesi anlayabildiğim kadarıyla “hayırlı işlerde acele ediniz” ilkesi. Elbette yapmak istedikleri bütün işlerin de hayırlı olduğunu ve halk tarafından bunun için yetkilendirildiklerini düşünüyorlar. Bu çerçevede 2023 hedefleri gibi gelecek vizyonu çizen muğlak söylemleri demokrasinin düz gitmeyi zorlaştıran normlarını gereksizleştirmek için kullanıyorlar. Başkanlık sistemi arayışı da bu çerçevede düz gitmeyi kolaylaştıracak bir sistem arayışı olarak değerlendirilebilir. Türk usulü başkanlık sistemi de bu arayışın veciz ifadesi olabilir. Bunlardan bağımsız olarak, karşılaştırmalı demokrasi çalışmaları, yani bilimsel bulgular, demokrasilerin pekişmesinde parlamenter sistemlerin başkanlık sistemlerine üstün olduğunu, demokratik yönetimin devam etme ve derinleşme ihtimalinin hükümet sistemi parlamenter olduğunda daha yüksek olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla, evet, düz gidilmesine ve düz gitmeyi kolaylaştıracak bir başkanlık sistemine demokrasiye ters gittiği için karşıyım.
Sizce Erdoğan’ın kafasındaki başkanlık ile Obama’nın yürüttüğü başkanlık arasında ne tür bir fark var ya da fark var mı?
Öncelikle şunu belirteyim ki Cumhurbaşkanı Erdoğan başı sonu belli bir başkanlık sistemi önerisi getirmiş değil. Kendisine güvenilmesini, bu sisteme geçiş için AKP’nin yetkilendirilmesini istiyor. Bu istediğini dile getirirken de kendisinin yapmadığı sistem tartışmasını muhalefetin yapmasını istiyor. Ha, bir de fani olduğuna dikkat çekerek, başkanlığın kendisine kalmayacağını, dolayısıyla sistem meselesi olduğunu savunuyor. Fakat böyle baktığımızda hepimiz faniyiz ve yaptığımız bütün tartışmalar sistem tartışmasıdır. O yüzden ilk bakışta sorduğunuz sorunun cevabı yok çünkü ne Erdoğan’ın, ne de AKP’nin Amerikan sistemi ile karşılaştırma yapabileceğimiz bir başkanlık sistemi önerisi yok. Erdoğan’ın başkanlık sistemini tam olarak anladığından da şüpheliyim. Zira bir konuşmasında başkanı parlamento yetkilendirecek, başkan parlamentonun kendisine verdiği yetkileri kullanacak ve parlamento tarafından denetlenecek anlamına gelen ifadeler kullandı. Bunlar aslında parlamenter sistemin özellikleri, başkanlık sisteminde yürütme ve yasama doğrudan halk tarafından ve ayrı ayrı yetkilendirilir. Yine de verdiği değişik demeçlerden Erdoğan’ın nasıl bir başkanlık sistemi düşündüğü hakkında bir fikir edinebiliriz. Kendisini yürütme kılacak, yürütmeyi yargı, yasama ve bu sırada partisi karşısında üstün kılacak, kontrol ve denge mekanizmaları son derece zayıf bir başkanlık sistemini öngörüyor gibi. Bu sistemin demokratikliği yürütmenin/ kendisinin halka hesap vermesi ve halk tarafından yetkilendirilmesinden kaynaklanacak. Bu da onun plebisiter demokrasi anlayışına uygun. Halk istediğini indirebiliyorsa, mesele bitmiştir, demokrasi vardır demiş olması, yargıyı millete hesap vermeyen, o yüzden millete hesap verenlere hesap vermesi gereken bir erk olarak değerlendirmesi ve güçler ayrılığını ayakbağı olarak değerlendirmiş olması böyle bir sistem arayışının göstergeleri sayılabilir. Kitabın ilk yazısında da ifade ettiğim gibi AKP’nin kendisine kurduğu “Milli” demokrasi paradigmasının bir boyutu da demokrasinin karar almayı zorlaştıran, karar alma sürecini uzatan olmazsa olmazlarını hedef almasıdır. Bu hem yanlış, hem de keyfi kararlar alma ihtimalini artıracak bir yaklaşımdır. Biraz önce söylediğim gibi, demokrasiye bürokrasi muamelesi yapan bir yaklaşımdır.
Sol iktidarlar yavaş yavaş telaffuz edilir hale geldi. Syriza, Podemos derken, HDP’nin de Türkiye’de ulus hareketi destekli bir rüzgâr yarattığı ortada. Bu vesayetçi demokrasi ve sonrasında gelen “milli” demokrasi için bir kırılma yaratır mı, yoksa o da mı bu sisteme boyun eğer ve eklemlenir mi?
“Milli” demokrasiden kastımın evrensel demokrasi normlarından uzak, AKP’nin keyfine göre bir demokrasi olduğunu belirtmeliyim. AKP kendisine, sadece ve her daim kendisini “demokrat” kılacak bir demokrasi paradigması kurma projesine girişmiş durumda. Bunu da daha çok muhaliflerini demokratik siyasetten diskalifiye ederek yapıyor, demokratik bir performans göstererek değil. Fakat otokrat dahi olsa attığı bütün adımları kategorik olarak demokratik kılacak şekilde, kendisini genetik olarak demokrat ilan etmeyi de ihmal etmiyor. Medeniyet perspektifini de bu iddiasını güçlendirmek, kendisi dışında kalan herkesi Batı paradigmasından konuşan, böyle konuştuğu için kaçınılmaz olarak vesayetçi olan gayrı- demokratik unsurlar olarak kategorize etmek için kullanıyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus AKP’nin kendisine bir demokrasi kurduğu, yani bu projenin tek taraflı ve ortaksız bir proje olduğudur. AKP’nin projesi doğası gereği bilinçli bir tercih yapmayı ifade eden eklemlenme seçeneğine izin vermeyen, bir mecburiyeti ifade eden boyun eğmeyi şart koşan bir projedir. Dolayısıyla, HDP olarak kalacak bir HDP’ye sunulmuş bir eklemlenme seçeneği yoktur. Bu açıdan bakıldığında HDP’nin ne yapacağından çok, barajı geçip geçmeyeceği kritiktir. Zira AKP’nin “milli” demokrasi projesine devam etmesi ne kadar güç elde edeceğine bağlıdır ve elde edeceği güç HDP’nin barajı geçme durumuna göre değişecektir. Bunu gören AKP liderliği HDP’nin normalleşmesini, geniş kitleler tarafından kabul edilmesini, dolayısıyla barajı geçmesini kolaylaştıracak diye düşünerek, çözüm sürecini askıya alma hamlesini yaptı. Bu hamlesini HDP’yi gayrı- meşrulaştırarak devam ettiriyor. Bunların HDP rüzgârı karşısında ne derece etkili olduğunu seçimlerde göreceğiz. AKP’nin kısa sürede birbiriyle çelişen pozisyonlara girmesi ve fırsatçı bir parti olduğu izlenimi bırakması onun inandırıcılığını ve güvenilirliğini zedelemiş olabilir. Bu da HDP’yi karalama kampanyasının etkisini azaltabilir.
Dengir Mir Mehmet Fırat, Erdoğan’ın bugün inkâr ettiği Kürt sorunu ile ilgili parti kurulurken programı birlikte yazdıklarını anımsatarak isyan ediyor. Fırat’ın bu isyan ve ardından gelen uyarıları sizce Erdoğan’a yanlış yaptığını düşündürüyor mudur? Erdoğan Kürt sorununda aldığı konumdan memnun mudur?
İki husus var. Birincisi Dengir Mir Mehmet Fırat’ın AKP’sinin üzerinden çok sular geçti. Bugünkü AKP’nin o günkü ile alakası pek yok. Şu açıdan, AKP ilk kurulduğunda bir lider partisi değildi, bugün resmî olarak başında bulunamayan bir liderin partisi. Bunun parti politikalarının oluşumuna yönelik önemli sonuçları vardır. Dengir Fırat’ın ayrılma nedeni de muhtemelen o sonuçlardır zaten. İkincisi, AKP 2011 seçimlerinde de aynı bugün yaptığı gibi bir kampanya yaptı. O zaman bağımsız adayları vasıtasıyla seçime katılan BDP’lilerin Kürt CHP’si olduğunu, Apo’yu peygamber ilan ettiğini, Zerdüştlüğü Kürtlerin dini saydığını ve Kürtlere hizmet etmekten ziyade ideolojik siyasetle meşgul olduklarını iddia etti. Kitapta 2011 seçimlerinin analizini yaptığım yazıda bunlardan bahsediyorum. İnkâr, ret, asimilasyon politikalarına son verdik, dolayısıyla Kürt sorunu yoktur iddiası da yeni değil. Fakat çözüm süreci diye bir süreç 2011 seçimleri sonrasında da devam etti. Üstelik Kürt siyasetçileri katarak devam etti. O zaman şimdi neden eski söyleme geri dönüldü, ortada bir tutarsızlık yok mu diyeceksiniz. Cevabım Erdoğan’ın AKP’nin anayasa değişikliğini referanduma götürebilecek sandalye sayısına ulaşmasını istiyor olması ve bunu seçime bu kez parti olarak girme karar almış bulunan HDP’nin barajı aşması durumunda kesinlikle başaramayacak olması şeklinde olur. Yani AKP bir seçim/ sayı hesabıyla eski söylemine dönmüştür ve bu sırada HDP’nin Türkiyelileşmesini engellemeye çalışmaktadır. Benim görebildiğim kadarıyla Erdoğan eyleminin/ tercihinin yanlışlığını/ doğruluğunu gerçekleşmesini öngördüğü sonucuna göre değerlendiriyor. Yani sonuççu yaklaşıma sahip. Dolayısıyla, bugün bulunduğu konumdan memnuniyet derecesini de elde ettiği sonuç belirleyecektir. Elbette bu zik zakların hem Türk seçmende, hem de Kürt seçmende bir yansıması olacaktır. 13 yıllık iktidar tecrübesi sonucu AKP belli bir sicil oluşturdu. Bu nedenle, AKP kendi tutarsızlıklarını eskisi kadar kolay saklayamıyor. Dolayısıyla amaçladığının aksine hem dindar Kürt seçmenden, hem de milliyetçi Türk seçmenden başka partilere oy kaymasını engelleyemeyebilir. Dolayısıyla, konumunu alırken öngördüğü sonuçları elde edemeyebilir ve memnun olmayabilir ama seçim sonuçlarını gördükten sonra.
AKP’liler “yeni anayasa” yapma yolunda HDP’nin barajı geçmesinin bir engel olduğu görüşündeler. Yalçın Akdoğan, Erdoğan ve daha birçok siyasi temsilci, birçok yolla HDP’yi dışlama eğilimlerini dışavurdular.
Sadece HDP’yi mi engel olarak görüyorlar? AKP kendisi dışında kalan bütün partileri sanki onların hiçbir toplumsal temsil kabiliyeti yokmuş gibi eski Türkiye’nin partisi olarak damgalıyor. Özal’ın yaptığı gibi bir 1980 öncesinin çatışmacı, ideolojik siyasetçileri var, bir de yenilikçi uzlaşmacı ben varım diyor. Erbakan’ın yaptığı gibi bir taklitçiler, bir de medeniyetimizin tek gerçek temsilcisi ben varım diyor. Bunlar özü itibarıyla siyaset karşıtı siyaset anlayışını ifade eden sözler. Yeni Türkiye’yi kurma iddiasında olan AKP’nin eski Türkiye’nin sözlerine takılı kaldığının işaretleri. Biliyorsunuz, Özal bu yaklaşımıyla 12 Eylül 1980 darbesinin getirdiği siyaset yasaklarını bile savunabilmişti. AKP de yeni Türkiye’nin anayasasını “bunlar ruh ikizi, arkalarında illegal yapılar çeteler var diyerek” ve tümünü bir sepette toplayarak demokratik siyasetten diskalifiye ettiği, eski Türkiye artığı saydığı muhalefet partileriyle yapacak değil herhalde. Tek başına yapmayı amaçlıyor. 2011’de de durum böyleydi. Kitapta bunu ifade eden bir yazı da var. HDP’ye yüklenmelerinin nedeni daha önce söylediğim gibi, onun barajı geçmesi halinde AKP’nin tek başına anayasa yapmasının imkânsızlaşacak olması. Dolayısıyla, evet HDP’nin barajı geçmesi yeni anayasa yapımına engel olur, ama HDP anayasa yapmaya karşı olduğu için veya HDP’nin anayasa yapım sürecine katkıda bulunma kapasitesi olmadığı için değil. AKP anayasayı tek başına yapmak istediği için. Ve hatta benimsediği siyaset karşıtı siyasetin kaçınılmaz bir sonucu olarak başkalarıyla ortaklaşa anayasa yapma kapasitesine sahip olmadığı için. Kürt meselesini siyasi olarak çözme iddiasında olan bir partinin HDP gibi siyasi seçeneği güçlendirecek bir girişimi daha başından boğmaya çalışması da çok manidar. AKP siyasi çözüm istiyor ama muhataplarının siyasetçi olmasını istemiyor gibi çelişkili bir durum var şu anda. Tabii bir de şunu eklemek lazım, HDP taze ve gerçek bir siyasal girişim ve az sayıda milletvekiliyle de olsa, AKP’nin ezberini bozma, etkili olma potansiyeline sahip. Bu da AKP’yi tedirgin ediyor.
Türkiye’de Balyoz, Kafes, Sarıkız ve Ergenekon ile ilgili davalar açıldı. Bunlar gündeme taşındı ve konuşuldu. Ancak 27 Nisan muhtırası bir tabu gibi orada duruyor. Ne aktörler, ne şahitler ses çıkarıyor. Milli vesayete geçiş aşamasında muhtıra sonrası yaşananların ne gibi bir rolü var ya da bir rolü var mı? Siz 27 Nisan muhtırasına nasıl bakıyorsunuz?
Muhtıranın AKP’ye yaramasından ve sorumlularının yargılanmamasından yola çıkarak AKP’yi güçlendirmek için yapılmış bir komplo olduğunu düşünmüyorum. Gerçi Türkiye’nin erozyona uğrayan hukuku, kurumsal yapısı ve bununla bağlantılı olarak artan keyfilik komplo teorileri için elverişli bir ortam yaratıyor. Mesela bu muhtırayı da Cemaatin ordu içindeki bir gruba kurduğu kumpas olarak değerlendirmeye müsait bir ortam var. Fakat ben yine de ortada bir komplo olduğunu düşünmüyorum. AKP’nin başlangıçta karşılaştığı laik muhalefet militaristti. AKP ve onun temsil ettiği muhafazakâr dindar toplum kesimlerini sorun olarak tanımlıyor ve bu sorunun militarist yöntemlerle çözülebileceğini düşünüyordu. Buna elbette TSK’nın durumdan vazife çıkarması isteği, beklentisi de dahildi. Dolayısıyla ortam muhtıra için elverişli bir ortamdı. Ordunun hiyerarşik düzeni içinde mi verildi, ondan emin değilim. Öyle olmadıysa, dönemin Genelkurmay Başkanı hem kendisinin hem de TSK’nın kurumsal çıkarları açısından bunu kamuoyu önünde sahiplenmiş, fakat gerçek durumun ne olduğunu da o zaman başbakan olan Erdoğan’a aktarmış olabilir. Erdoğan da TSK içinde bir grubun muhtırasına karşı çıkmakla, TSK’nın muhtırasına karşı çıkmak arasındaki prestij farkını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçi. Fakat elimizde bilgi olmadığı için, olay açıklığa kavuşturulmadığı için, şeffaflık olmadığı için bunlar benim spekülatif yorumlarım, benim komplo teorilerim olarak değerlendirilebilir. Burada benim dikkat çekebileceğim husus şudur: Şeffaflık ve hesap verebilirlik konularında AKP’nin kamuoyunu devreden çıkaran bir yaklaşımı var. Kendisine hesap verilmesini yeterli görüyor. Bunun yarattığı şeffaflık ve hesap verebilirlik açığını da Erdoğan’ın karizmasına ve güvenilirliğine yaslanarak kapatmaya çalışıyor. Erdoğan ben görüntüleri izledim, durum onların dediği gibi değil diyor, aynı görüntüleri bizim izlememize gerek kalmadan konu kapanıyor. Dolayısıyla bizim konu üzerinde bağımsız bir görüş oluşturmamıza imkân verilmiyor, fakat durum her türlü spekülasyona da açılmış oluyor. Muhtırayla ilgili durum da biraz böyle. Erdoğan ile Büyükanıt Dolmabahçe’de anlaştı, hesaplaştı, konu Erdoğan tarafından kapatıldı. Daha fazlasını istemek herhalde ayakların baş olmasını istemektir.
“Vesayetçilikle örtüşmek siyaset değildir,” diyorsunuz. Bugün Fethullah Gülen Cemaati’nin siyasallaşmakta ve destek bulmakta güçlenmesinin nedenlerinden biri de bu olabilir mi? Aynı şekilde Erdoğan’ın vesayetle örtüşmeyi arttırması AKP’nin oy oranında beklenen düşüşün gerekçesi olarak sunulabilir mi?
Öyle derken kastım toplumdan çok devleti temsil etmenin bir siyaset olmadığı idi. Türkiye’de şu an sağ kanatta yeni bir partinin dolduracağı siyasi boşluk yok. Solda bir boşluk vardı, onu da HDP şu anda doldurmaya çalışıyor. İyi bir başlangıç yaptı, sonucunu seçimlerde göreceğiz. Bunun dışında bir boşluk AKP’nin durumuna bağlı. O konuda seçim sonuçları bir işaret olacak, ancak başka bir partinin kurulmasına imkân verecek boşluğun oluşması zaman alır. Cemaatle ilgili olarak, Kırmızı Kitaba sokulmuş, silahsız terör örgütü ve yasal görünümlü illegal yapı diye kategorize edilmiş bir teşkilat böyle bir niyeti olsa bile parti kurabilir mi ki? Bunlardan bağımsız olarak niyeti varsa bile tekrar gözden geçirmesinde fayda var, siyaset bambaşka bir alan. Cemaatin kurduğu bir siyasi parti bir cemaat partisi olacağı için şansa sahip olmayacaktır. AKP’nin oy oranın düşeceği beklentisinin çeşitli nedeni olabilir. Bence en başta geleni hâkim parti konumunu sağlamlaştırmayı, iktidarını genişletmeyi ve pekiştirmeyi birinci önceliği yapıp, gerçek ve gerçekçi bir demokrasi ve kalkınma siyaseti izlememesidir. Yeni Türkiye, 2023 hedefleri, medeniyet perspektifi gibi söylemler üzerinde iyi düşünülmemiş, projelendirilmemiş, muğlak söylemlerdir. Hâkim parti konumunu koruyacak, güçlendirilecek kullanışlı söylemler olarak devreye sokulmuştur. Daha önce söylediğim gibi eski Türkiye’nin siyaset dilini kullanarak yeni Türkiye’yi kuracaklarını iddia etmeleri de söz konusu hazırlıksızlığın göstergelerinden biridir. Bu bir anlamda tüccar siyasetin ya da siyaset tüccarlığının limitine geldiğimizin göstergesidir. İkincisi, AKP kendisini eleştirel gözlerden ve sözlerden muaf tutmak için ya vesayetçilik mazeretine sığınmış ya da kitleleri seferber etmeye hizmet eden bir teyakkuz hali yaratmıştır. Artık bu yaklaşımın geçerliliği azalmıştır. Üçüncüsü, AKP’nin kendi seçmenini konsolide etmek için izleyegeldiği kontrollü gerilim, kutuplaştırma siyaseti, artık kontrolün kaybedilebileceğine dair endişelere neden olmaktadır. Zira toplumun bir kısmının, siyasi temsilcileriyle birlikte mütemadiyen gayrı- meşrulaştırılmasının birlikte yaşamaya yönelik bir irade beyanı olmadığı AKP seçmeni tarafından da anlaşılmaktadır. Dördüncüsü, Erdoğan faktörünün bu kez bir dezavantaj olarak işliyor olmasıdır. Erdoğan kendi başkanlık gündemini AKP’nin ve Türkiye’nin gündemi kılmak için AKP’nin gerçek liderinin hâlâ kendisi olduğunu göstermiştir. Bunu da küçük krizler yaratarak, AKP hükümetini ve Başbakanı mahcup ederek, küçük düşürerek yapmıştır. Bu da mevcut AKP hükümetinin inisiyatif alma kapasitesini ve kredibilitesini zayıflatmıştır. Erdoğan’ın tarafsız olması gerekirken “parti ismi vermedim ki” diyerek AKP’ye oy istemesi, bu isteğini dile getirdiği mitinglere katılım olması için yapılan zorlamalar ve hatta bu mitingleri yapmak için yapılan zorlamalar hem halk nezdinde kendisinin aşırı iktidar hırsının göstergeleri olarak değerlendirilebilir, hem de kendisinin neden olduğu kredibilite kaybını telafi etmeyebilir. AKP’nin oy oranındaki olası düşüşün nedenleriyle ilgili olarak ilk aklıma gelenler bunlar.
Kitabınızda bir bölüm/ makale var ve alt başlığı şu: “Paradigma değişikliği: Kongar Barlas’ı aşmak.” Türkiye’nin temel çelişkisinin Kongar- Barlas çelişkisine indirgendiği bir dönem yaşadık ve AKP bu dönemde palazlandı, koalisyonunu güçlendirdi, karşıtlarını (Numan Kurtulmuş vs.) yavaş yavaş içine çekti. Sizce yeni paradigma nedir? AKP’lilerin başka partilerden vekillerle asla programa çıkmadığı, hatta AKP’li gazetecilerin bile bir şekilde buna yanaşmadığı bu düzeni nasıl adlandırıyorsunuz?
Barlas- Kongar paradigması anlaşmama üzerine konuşma paradigması idi. Bir çeşit münazara ama müzakere değil. Müzakere, konuşma sonunda konuşmaya başlarken sahip olduğunuz görüşlerinizi, fikirlerinizi gözden geçirmeye, değiştirmeye hazır olmanızı gerektiriyor. Yeni paradigma Barlas’ın ve Kongar’ın ayrı ayrı kendi cemaatlerine konuştuğu paradigma. Birinin sesi diğerinden fazla duyuluyor olabilir. Zira Kongar’a daha önceden açık olan mecralar şimdi kapalı gibi. Kongar ve Barlas derken bu kişilerden çok, temsil ettiği görüşleri kastediyorum elbette. AKP, tartışmalara milletvekilleri değil de gazetecileri vasıtasıyla dahil oluyordu, son zamanlarda onlar da geri çağrıldı anlaşılan. Burada yine AKP’nin demokrasi anlayışıyla ilgili bir durum var sanıyorum. AKP kamusal tartışmayı vatandaşın farklı görüşleri dinleyerek kendi yargısında varacağı, tercihini oluşturacağı zeminler olarak görmüyor. Algıların yönetileceği platformlar olarak görüyor. O nedenle AKP’li gazeteciler, diğer tartışmacılar AKP’yi eleştirmeye başladıklarında araya girip önce muhalefeti eleştirmemiz ve AKP’nin geçmişte yaptıklarına saygı duruşunda bulunmamız gerektiğini vazediyor, konuşmayı sabote ediyorlardı. Bunun belli anlayışın belli bir disiplin içinde yerleştirilmesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Anlayış, nesnelliğe ve nüanslı düşünmeye izin vermeyen, birbirini dışlayan ya/ ya da ikiliklerine dayanan popülist siyaset ve tarih anlayışıdır. Bu, kitapta yer alan bir yazıda da işaret ettiğim gibi bir tarihsel dönemin veya güncel olayın ya sadece lanetlenerek ya da sadece güzellenerek anlanabileceğini ima eden bir yaklaşım. Erdoğan’ın Erbakan’ı, Menderes’i, Mursi’yi eleştirmek darbelere destek vermektir veya bitaraf olun bertaraf olur çıkışlarında görüyoruz bu yaklaşımı. İşte bu yaklaşım AKP camiasında bir disiplin haline getirilmiş halde. Disiplin haline getirilmesi belli ceza ve ödül pratiklerine işaret eder. Yani bahsettiğim yaklaşıma uyanlara ödül, uymayanlara ceza verilir. Bu da bize AKP’nin kendi içinde eleştiri mekanizmasının neden işlemediğine dair bir fikir verir. Fakat sorunuzla ilgili olarak söylersek, AKP adına konuşanların neden bazen aklımıza hakaret ederek, bizi hayrete düşürerek kayıtsız şartsız AKP’yi savundukları hakkında bir fikir edinmiş oluruz. Bunun sadece gazeteciler düzeyinde kaldığı da sanılmasın, toplum alt katmanlarına doğru ilerliyor bu yaklaşım. Bazı AKP’li akademisyenler dahi en ufak bir AKP eleştirisine tahammül edemiyorlar. Bahsettiğim, nüansları reddeden yaklaşım taraftarlıktan başka bir seçenek bırakmadığı için tartışma ortamları ister istemez bayağılaşmıştır. Bu tartışma ortamları devam ettikçe, ya toplum bayağılaşmanın nedeni hakkında bir fikir edinecekti, ya da AKP’li gazeteciler dahi AKP’nin söylemine uymayan bazı gerçekleri kabul etmek zorunda kalacaktı. AKP’li gazetecilerin geri çağırılması muhtemelen o yüzden. AKP’nin birer parti personeli statüsüne indirgediği, yasa yapmakla ve verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü kıldığı milletvekilleri ile ilgili durum da bir farkla benzer. Onların kazara partinin söylemi dışında bir değerlendirme yapmaları bir parti hiyerarşisi ve disiplini sorunu haline gelecektir. Ancak birlik olunduğunda güçlü olunabileceği düşünüldüğü için ve birlikten tek seslilik anlaşıldığı için, bu türden değerlendirmeler partinin gücüne yönelen tehdit olarak değerlendirilebilecektir. Nitekim çiziği dışına çıkan milletvekillerinin cezalandırıldıklarının, mahcup edildiklerinin, özgül ağırlıklarının törpülendiğinin örnekleri vardır.
Barajın dışında kalmış bir HDP ile yeni yasama dönemine girersek karşımıza nasıl bir tablo çıkar?
HDP herhangi bir parti değil, Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşme girişimi. Dediğim gibi taze, gerçek ve etkili olma potansiyeli taşıyan bir oluşum. O yüzden HDP’nin baraj altında kalması siyasette bir canlanma ihtimalinin ve siyasete tanınan şansın azalması anlamına gelecek. Bu durum onları silahlı kanat karşısında nispeten zayıflatabilir. Bundan kastım HDP barajın altında kalırsa silahlar konuşmaya başlar değil, siyaset yapalım diyenlerin ağırlığının zayıflamasıdır. İkincisi, sandalye sayısı itibarıyla milli irade denilen şeyin aslında seçim sisteminin bağımlı değişkeni olduğu HDP’nin parti olarak seçime girme kararı almasıyla daha belirginleşti. HDP barajın altında kalırsa % 10 barajı, seçim sistemi daha çok sorgulanır diye düşünüyorum.
AKP’nin siyasal başarısının temelinde sağlık politikaları olduğu hep iddia edilir. Onlar da söylemlerini bu algı üzerine kuruyorlar. Diğer partilerin sağlık üstüne söylemleri sizce toplum üstünde ikna edici değil mi? Ya da AKP neoliberal sağlık sistemine geçiş sürecinde dümende olmanın avantajını mı kullanıyor?
AKP’nin sağlık politikaları başarısına katkıda bulunan faktörlerden biridir, belki en başta gelenidir ama biridir. 2011 seçimlerinde “hayaldi gerçek oldu” kampanyasına, bugün “onlar konuşur, AK Parti yapar” kampanyasına baktığınızda, AKP’ye başarı kazandıran hizmetlerin çeşitliliğini görebilirsiniz. AKP neoliberal sağlık sistemine geçiş sürecinde dümendeydi ve geçiş doğrultusunda irade kullandı. Daha önce de söylediğim gibi neoliberal politikalar AKP’nin o zamana kadar marjinalleştirilmiş bazı kesimlere hitap etmesine imkân veriyor, kendisine bir taban yaratmasına katkıda bulunuyordu. Sağlık sistemi konusunda da AKP bütün vatandaşları sağlık güvencesine kavuşturarak eskiden sadece formel sektörde çalışanların farklı farklı düzeylerde sahip olduğu güvenceyi evrenselleştirdi. Fakat bunun bir de öbür tarafına bakmak lazım. Anlayış, zaten öğretmeler üç ay tatil yapıyor türünden mesleğin özelliklerini ve hakkıyla yapılması için gerekenleri gözardı eden popülist bir anlayış olduğu için, doktorlar büyük bir baskı altında, performans baskısı nedeniyle yüzeysel muayene yapıyorlar, sağlık hizmetlerinin ve eğitiminin kalitesi düşüyor. Bu olumsuz sonuçların etkileri uzun vadede çözülmesi gereken yeni sorunlar olarak karşımıza çıkacaktır.
“Saray iradesi” kavramının bu kadar sık kullanılması sizi tedirgin ediyor mu? Sanki Cumhuriyet bitmiş de meşrutiyet dönemi tekrar başlamış gibi hissetmiyor musunuz?
Yok, öyle hissetmiyorum. Saray iradesi kavramını da sizden duyuyorum. Hükümet veya AKP içinde üretilmiş bir kavram olsa gerek. Zira Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten sonra iradesini ilk önce oralarda hissettirdi. Erdoğan’ın durumunu tarif etmek için meşrutiyetten, sultanlıktan ziyade popülizmin daha faydalı olacağını düşünüyorum. Popülist liderlerin bir özelliği de ter dökmeleridir. Yani halkın desteğini kazanmak için koşturmaları, kampanya yapmalarıdır. Bu da sultanların yaptığı bir iş değil. Öte yandan, popülist liderlerin, halkın tek gerçek temsilcilerinin kendileri olduğunu sanmaları, dolayısıyla sadece kendi temsil ettiklerini halktan saymaları; seçimler ve anket yoklamaları dışında halka bir etki alanı bırakmamaları; tüm özerk kurum ve kuruluşları yok etmek ya da ele geçirmek amacıyla hedef almaları; temsili demokrasiye ve bunun gerektirdiği tutum ve davranışlara mesafeli olmaları, demokrasi diye bir derdi olan herkes için tedirgin edicidir.