"Derin devlet kokusu yayan bir faili meçhul cinayet, oğullarının adları birtakım rezaletlere karışan bazı devletlûlar ve bunları örtbas etme çabası, adliye vekilinin adliye üzerindeki “tazyik işaretleri”... Ve gazetecilerin daha demokratik bir basın kanunu beklentisi…"
20 Kasım 2020 14:10
Yirmi altı sayfalık bu küçük risale, 1940’larda cereyan eden üç şaibeli vaka arasındaki bağlantıları araştıran bir gazeteci kitabı. Bu vakalardan biri, zamanında gündemi uzun süre işgal etmiş olan, tarihe “Ankara Cinayeti” diye geçen ve hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamayan, Dr. Neşet Naci Arzan’ın muayenehanesinde vurularak öldürülmesi. İkincisi, “komünizm iyi bir şeyse onu da biz getiririz” vecizesiyle maruf, meşhur Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın intiharı; üçüncüsü ise Teknik Okul (İTÜ) pansiyon amiri Muzaffer Kayalıbay’ın Taksim-Dolmabahçe arasında bir yerde, bir otomobilin altında kalmak suretiyle ölümü.
Kitabın kapağında Amerikan gangster filmlerinin afişlerini andıran bir çizim bulunuyor, yazık ki çizeri belirtilmemiş. Elinde namlusundan duman tüten bir revolver tutan fötr şapkalı ve pardösülü bir adam, karşısında bir başka pardösülü, arka planda bir Amerikan arabası, yerde yatan maktul, koşuşturan bir iki kişi ve uzaklarda şehir ışıkları… Küçük kitabı okuyup bitirdiğinde sözü edilen olayların birçok yönüyle bir film noir karakteri taşıdığını ve böyle bir kapağı hak ettiğini anlıyor insan. Zaten olayların geçtiği tarihler de film noir’ın parlak zamanları. Üstelik rivayet o ki, Agatha Christie Ankara Cinayeti’nden haberdar olmuş, olayı fevkalade ilginç bulmuş ve mükemmel bir polisiye roman olacağını düşünerek konuyla ilgili bilgi toplamış. Velhasıl, kapağın içeriğe dair yanlış bir izlenim verdiğini söylemek pek mümkün değil.
Mesele kısaca şöyle; Ankara’nın tanınan doktorlarından Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945’te, Anafartalar Caddesi’ndeki muayenehanesine gelen meçhul bir kişi tarafından yedi kurşunla öldürülür, katil olay yerinden kaçar. Daha sonra Reşit Mercan adlı biri cinayeti kendisinin işlediğini söyleyerek teslim olur. Ancak mahkemedeki ifadesine göre asıl katil dönemin genelkurmay başkanı Kazım Orbay’ın oğlu ve Nevzat Tandoğan’ın özel kâtibi Haşmet Orbay’dır, cinayeti üstlenmesi için Haşmet Orbay ve Nevzat Tandoğan tarafından kendisine telkinde bulunulmuştur. Nevzat Tandoğan tanık olarak mahkemeye çağırılır, burada olayı örtbas etmeye çalışmakla suçlanır ve bu olayın ertesi günü, 9 Temmuz 1946’da tabancasıyla intihar eder.
Kitaba konu olan üçüncü olay da şu: 10 Mart 1945 gecesi, yani Ankara Cinayeti’nden yaklaşık altı ay önce, Robert Murat adında biri, otomobiliyle çarparak Teknik Okul pansiyon amiri Muzaffer Kayalıbay’ın ölümüne sebep olur. Ancak daha sonra DP milletvekili Ahmet Gürkan şu iddialarda bulunacaktır: Kayalıbay Olga adında Rus asıllı bir kadınla evlidir, olay gecesi başka bir Rus kadınla daha bir otele giderler, burada Nevzat Tandoğan’ın oğlu Haldun Tandoğan’la karşılaşıp birlikte eğlenirler, sonra Haldun Tandoğan Dolmabahçe sarayını arayıp “kadınlar da yanımızda, geliyoruz, bizi karşılayın” der. Yola çıkarlar, o sırada karşıdan başka bir araba gelir, bunda Hüseyin Hüsnü Paşa’nın yeğeni Mihri Hanım da vardır. Kadınları cebren almaya çalışırlar, Muzaffer arabada bulunan Ömer İnönü’ye yumruk atar, o da Muzaffer’e tekme atar, Muzaffer yere serilir, diğerleri arabaya atlayıp Muzaffer’in üzerinden geçerler. Robert Murat ise sadece olay kapansın diye suçu üstlenen biridir. Ahmet Gürkan’a göre cinayetin faili Ömer İnönü’dür. İsmet İnönü, oğluyla ilgili iddiaların tamamıyla iftira olduğunu söyler. Tuhaf olan şu ki, önceki olayda adı geçen Reşit Mercan’ın iddiasına göre, Muzaffer Kayalıbay’ın ölümünden sonra eşi Olga Amerika’ya gitmek istemiş, vize alabilmesi içinse bizzat Haşmet Orbay uğraşmıştır (ayrıca eşinin ölümünden sonra Olga’nın Çin ataşesiyle “münasebet tesis ettiği” ve onunla yaşamaya başladığı da iddialar arasında). Durum biraz karışık anlaşılan!
Burada bütün bu polisiye olayları söz konusu risale çerçevesinde özetledim. Ankara Cinayeti’ni merak edenler, İhsan Tombuş’un bu olayları romanlaştırdığı Ankara Cinayeti adlı kitabında (Bilgi Yayınevi, Ankara 2003) daha fazla bilgi bulabilirler.
İşte iki gazeteci, daha ilk sayfada “umumi efkârda dedikodulu akisler bırakan” bu hadiseler arasında “bir münasebet ve irtibat” olup olmadığı sorusunu sormak için bu küçük kitabı hazırladıklarını ve “herhangi bir şahsı hedef tutarak itham edecek” olmadıklarını belirtiyorlar ve kitap boyunca bu olayları ve etrafındaki iddiaları çeşitli yönleriyle ele alıyorlar. Aynı zamanda konunun taraflarının ve bazı uzmanların görüşlerine de yer veriyorlar.
Yazarlar mahkeme heyetinin doktorun muayenehanesinde yaptırdığı tatbikatta bulunmuşlar, duruşmaları takip etmişler, dolayısıyla küçük kitapta mahkeme süreciyle, tanıkların ve sanıkların ifadeleriyle ilgili epey bilgiye ulaşmak mümkün. Davalarda adı geçenlerin ve mahkeme salonunun bazı fotoğraflarına da yer verilmiş.
Dr. Neşet Naci Arzan cinayetini önce üstlenen, daha sonra bunu baskı altında yaptığını söyleyen Reşit Mercan mahkemede, teslim olduktan sonra Nevzat Tandoğan’la görüştürüldüğünü, Tandoğan’ın kendisine “Eğer kabul etmez, davayı karıştırmak istersen biz başka türlü de hareket etmesini biliriz. Seni öldürür ve doktorun kaatili intihar etti, diye rapor verdiririz. Şimdi daha iyi anladığını zannederim…” dediğini, bu da yetmezmiş gibi, polis müdürü Naci Uluer’in “Sen polisi bilmezsin.. Eğer kalleşlik yapıp adliyede ifadeni değiştirirsen, bir bahane bulup seni buraya getiririm. Pencereden atar ve arkandan birkaç kurşun sıkarız… Sonra kaçarken vurduk, deriz.” diye tehdit ettiğini ifade eder.
Durum böyle olunca bu kez Haşmet Orbay sanık olarak yargılanır ve idama mahkûm edilir, fakat hapishaneye sevk edilirken şöyle der: “Ben idam edilmiyeceğim… Beni asamıyacaklar!... Kaatil ben değilim. Belki bir gün gelir benim masum olduğumu anlarsınız!...” (Gerçekten de idam edilmez.) Bu idam hükmüne rağmen cinayetin üzerindeki sis perdesi kalkmaz. Mesela mahkemede en büyük delillerden biri sayılan, maktul doktorun muayenehanesinde unutulmuş ve ağır ceza mahkemesi başkanının özellikle vurguladığı gibi “bob stillere” mahsus biçimli şapka ne Reşit Mercan’ın başına uymaktadır ne Haşmet Orbay’ın.
Ayrıca yazarlara göre Nevzat Tandoğan gibi “sağlam irade”li birinin intihar gibi bir zaafa sürüklenmesi pek kolay açıklanabilecek bir şey değildir. Aslında haksız da sayılmazlar, “komünizm iyi bir şeyse onu da biz getiririz” diyebilmesi için insanın epey “sağlam irade” sahibi olması gerekir! Üstelik adli tıp raporunda da olayın intihar olmayabileceğini gösteren bazı noktalar vardır.
Gazetecilerin bu üç vakanın birbirleriyle ilgisi hakkında görüşlerine başvurdukları birkaç kişiden biri, kriminoloji uzmanı Avukat Mehmet Ali Sebük, bir diğeri, “tanınmış genç avukatlarımızdan” şeklinde takdim edilen Burhan Apaydın. Her ikisi de bu vakalar arasında bir bağlantı bulunduğu görüşündeler. Burada bu iki hukukçuya dair bir parantez açalım. Mehmet Ali Sebük, Nâzım Hikmet’in avukatlığını üstlenip onun özgürlüğüne kavuşması için büyük bir mücadele veren, daha sonra 1954’te Demokrat Parti’den İzmir milletvekili seçilen, Korkunç Adli Hata ve Nâzım Hikmet’in Özgürlük Savaşı (Cem Yayınevi, 1978) kitabının da yazarı olan hukukçu. Burhan Apaydın ise Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes’in avukatlığını üstlenen, bu davalar sırasında bir süreliğine kendisi de tutuklanan, daha sonra 1961’de Adalet Partisi’nden milletvekili seçilen, meslek hayatı boyunca çok farklı kesimlerden ve birbirine benzemez siyasi görüşlerden insanların savunmalarını yapmış olan bir avukat.
Her ne kadar gazeteciler olayların arkasındaki gerçeklerin anlaşılabilmesi için uğraşıyorlarsa da, kitabın tek parti döneminin henüz sona erdiği sırada hazırlanmış olduğu ve bütün bu olaylarda adı geçenler göz önünde bulundurulduğunda, satır aralarında, mahut dönemin artık sorgulanabilir olması gerektiğine, “totaliter zihniyet”in yarattığı rahatsızlıklara dair bazı göndermeler göze çarpıyor ve bundan sonrası için gerçek bir demokrasi beklentisi hissediliyor. Zaten DP Tokat milletvekili Ahmet Gürkan, kitapta yer alan 26 Haziran 1950 tarihli TBMM konuşmasında, Kayalıbay olayı hakkındaki iddialarına başlarken “Dünkü iktidarın şef sisteminin bu memlekette yarattığı karanlıklar içinde işlenen binlerce faciadan, işte birisi daha…” diyerek söze giriyor. Fakat anlaşıldığı kadarıyla Ahmet Gürkan iddialarını ispat edeceğini söylese de ispat edemiyor. Diğer yandan, görüşüne başvurulan Burhan Apaydın laf arasında “Bugün ise mevcut iktidar değişikliği ile devlet faaliyetleri üzerindeki umumî esrar perdesi kalktığından, âmme efkârı bu üç hâdise ile yakından meşgul olmak imkânına kavuşmuş…” diyor ve “Hükûmetin o zamanki Adliye Vekilinin, Adliye üzerindeki tazyik işaretleri”nden söz ediyor.
Yazarlar, vakalarla ilgili son durumun değerlendirmesini yaparken basın kanunu gereği tahkikat seyrini yazamadıklarını belirtiyor, “Fakat hiç belli olmaz. Belki bu broşür satışa çıktığı zaman, elimize yeni hükûmetin demokratik Basın Kanunu da geçebilir” umudunu dile getiriyorlar ve sözü, “Totailter idareden Demokrat bir devire bilfiil geçmiş olmamız bütün bunların tek tesellisidir.” diyerek bağlıyorlar. Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı boyunca bu umutlu başlangıcın yarattığı gerçek demokrasi beklentisi tatmin olabildi mi, tabii o ayrı bir soru.
Küçük risaleyi bitirip kapattığımda aklımda kalanlar, derin devlet kokusu yayan bir faili meçhul cinayet, oğullarının adları birtakım rezaletlere karışan bazı devletlûlar ve bunları örtbas etme çabası, adliye vekilinin adliye üzerindeki “tazyik işaretleri” ve gazetecilerin daha demokratik bir basın kanunu beklentisi… Katil Kim?.’in basım tarihine tekrar bakıyorum; 1950…
•