Hindistan ve Türkiye: İki ülke de daha çok polis, daha çok Toma, daha çok karakol, kalekol peşinde. Zira bu, neoliberal ideolojinin bizim gibi ülkelere biçtiği büyüme odaklı yönetim rolünün bir ürünü
09 Nisan 2015 15:00
Arundhati Roy’u Küçük Şeylerin Tanrısı’yla tanımış, Irak Dünya Mahkemesi sürecinde hayranı olmuştum. Kapitalizm: Bir Hayalet Hikâyesi’ni yine merakla elime aldığımda, ilk sayfasından itibaren yoğun bir duygudaşlık hissettim. Bu ülkede giderek otoriterleşen hükümetle ilişkim bu kitapla birlikte evrenselleşiyordu adeta. Türkiye’ye has saydığım, delirme işareti olarak gördüğüm pek çok şey Hindistan bağlamında, ama adeta Türkiye’ye ayna tutarcasına anlatılıyordu. Üstelik tıpkı bir aynanın görüntüyü tersine çevirmesi gibi tuhaf rastlantılar vardı. Sözgelimi günümüz Türkiye’sinde İslamcı hükümet geri kalan herkese zulmederken, Hindistan’da zulüm görenler Keşmir’deki Müslümanlardı. Üstelik Hindistan hükümetin baskılarına direnirken gerçek bir haysiyet destanı yazıyorlardı. Silahsız halk koca bir ordunun elini kolunu bağlıyor, korkunç bedeller ödemesine rağmen asla geri adım atmıyordu. Bir başka bölgede ormanları maden şirketlerine satan devlet, buna direnen köylüleri Maocu gerilla ilan etmiş, şiddet ve zalimlik bakımından bizdeki özel tim ve köy korucularına tekabül eden asker ve milisler yoluyla katliamlara ve köy boşaltmalara girişmişti. Baskıcı bir hükümetin çevreyi ve halkları yok etme, emekçileri kitleler halinde ölüme gönderme pahasına küçük bir kesimi zenginleştirdiği bir ülkeydi bahsi geçen. Koca koca sanayi bölgeleri kuruluyor, halklar yurtlarından koparılıp büyük şehirlerde sefil hayatlar yaşamaya zorlanıyordu.
Burada “Kanal İstanbul” projesi yapılmasıyla, orada bir bakanın “Hindistan’ın iyiliği için insanlar köylerini terk edip şehirlere göçmeli” demesi aynı zihniyetin, aynı bakış açısının ürünü. İki ülke de daha çok polis, daha çok Toma, daha çok karakol, kalekol peşinde. Zira bu, neoliberal ideolojinin bizim gibi ülkelere biçtiği büyüme odaklı yönetim rolünün bir ürünü. Roy’un anlatısı iki ülkede de aynı reçetenin hayata geçtiğini teşhir ediyor. Otoriter yönetimler ülkelerin tabiatından kaynaklanmıyor, büyük şirketlerin iktisadi ihtiyaçlarından, daha çok kâr hırsından kaynaklanıyor. Tekil sermayedarlar ya da zümreler yer değiştirebiliyor, eskiler bir kenara atılıp yeniler parlatılabiliyor, ama sınıfsal konum sabit ve acımasız. Nitekim yine bizim ülkeye dönersek, en büyük sermayedarlardan biri çıkıp “rejimin adı önemli değil, yeter ki sermaye güvende olsun” diyebiliyor, her şey bu kadar net.
Ortaklık duygumu güçlendiren şeylerden biri de iki ülkedeki korkunç adaletsizlikti. Orada da iktidarın saldırılarına direnenler her türlü adaletsizlikle karşılaşıyor, tecavüz ve katliam vakaları cezasız kalıyordu. Kitapta anlatılanlar bir bütün olarak ele alındığında, işsizlik ve yoksulluk kader değil, neoliberal politikaların değişmez sonucu olarak çıkıyordu karşıma. Çalışanların ücretlerini düşük tutabilmek, onları her türlü haktan mahrum bırakabilmek için, insanlık dışı koşullarda yaşayan koca bir başka insan kitlesine ihtiyaç duyuluyordu. Oradaki saldırı ve direniş anlatılarıyla bugün Türkiye’de yaşananlar aynı hikayenin farklı bölümleri gibiydi. Nitekim bugün bu ülkede de nüfusun neredeyse yarısı yoksulluk yardımı alıyor. Hindistan’da en zengin yüz kişinin yıllık kazancı, nüfusun dörtte birinin kazancına eşit.
Rüşvet ve yolsuzluk yine her iki ülkede de gündemde. Ahbap çavuş kapitalizmi kimi zaman bizdeki gibi “hırsız” kelimesini kullanmayı bile yasaklıyor, kimi zaman oradaki gibi göz boyama amaçlı kampanyalar yürütüyor. Roy, ülkesindeki rüşvet karşıtı kampanya konusunda şu soruyu gündeme getirir: Zabıtalara rüşvet vererek sokak satıcılığı yapanları ortadan kaldırıp tüm halkı alışveriş merkezlerine yönlendirmekten başka bir faydası olmuş mudur?
Roy’un başka pek çok entelektüelden farkı, eleştirisinin içine kendini dahil edebilmesi. Şirket hayırseverliği eleştirisinde kendini de hedef tahtasına koymadan edemiyor. Zira alıştığımız, kanıksadığımız bir sistem bu, hepimiz bir parçasıyız. Şirketlerin “sosyal sorumluluk” projelerinin tüm toplumu nasıl korkunç bir riyakarlığa sürüklediğini tüm samimiyetiyle yeniden hatırlatıyor. Hatta belki de bunun böylesine dehşet verici bir tarzda hatırlanması tam da bu samimiyetin ürünü. Bugün bankaların sanat galerilerinde, müzelerinde dolaşıyor, büyük şirketlerin ya da onların kurduğu vakıfların sponsorluğunda kültürel faaliyetler yapıyoruz. Şirketler yoksullara yardım kampanyaları düzenliyor, ne ironi ama! İyi de kim bunları teşhir edip de sesini duyurabiliyor? Hükümet- şirket-hayırseverlik ilişkisi ancak Soma’daki gibi yüzlerce işçinin ölümüyle gözümüze çarpabiliyor, o da bir süreliğine.
İlk romanını yazdıktan sonra enerjisini aktivizme vermiş bir entelektüel Arundhati Roy. Muhalif yazılarında kapitalizm, ekoloji, yoksulluk, kadınların ezilmesi gibi sorunları ele alırken kullandığı yazım tarzı zaman zaman eleştirilmiştir de. Metinlerinde kavramların yerini olaylar, analizlerin yerini tasvirler almıştır. Fakat bu konuda tavrı nettir, akademik dilin değil duyguların dünyayı değiştirebileceğine inanır. Argümanlarını kurarken tekil olaylara, sözgelimi muhalif bir gazeteciye, adaletsizliğe uğrayıp idam edilen bir direnişçiye odaklanarak anlatır hikayesini. Evet, bunlar hayalet hikâyeleridir, korku hikâyeleridir ve hepsi aynı ikiyüzlülükle büyüme öyküleri, başarı öyküleri olarak sunulur. Sadece Hindistan’da, borç batağına saplanan iki yüz elli bin çiftçinin intihar ettiği, 800 milyon kişinin büsbütün mülksüzleştiği bir başarı.