Lydia Davis, Orhan Duru, verili estetiğe karşı olmanın dışında, hem anti-türcü hem de “yeni”nin deneyselliğini sınayan metinlere öncü yazarlar...
10 Ocak 2019 13:53
70’lerden itibaren yaşam üzerinde baskısını her geçen gün daha da arttıran neoliberalizm; aslen paranın hızıyla, diğer bir tabirle sermayenin dolaşımının hızlanmasıyla insanın yaşamında önemli bir dönüşüme neden oldu. Böylece insanın modern yaşam içinde başına gelenin ne olduğuyla, farkındalığı arasındaki makas gittikçe açıldı.
Oysa 50’lerde felaket bu denli büyümemişti, modern yaşam yine tahammül edilemezdi belki ama kapitalizmin üretim fazlası yarattığı bir dönemde şeylerin anlamlandırılması için insanlar, en azından kurguda geçmişin yapaylığı (nostaljisi) ile geleceğin plastikleşmesi endişesi arasında özgürlükçü ara duraklar inşa ediyorlardı kendilerine. Aynı zamanda yergiciliğin, büyük ironik anlatının tüm kurumları dışlamaya başladığı bir dönemdi. Şimdiyse, göstergeler daha da fazla, daha “yapay” ve “yapıntı” bir dünyanın içindeyiz ve belleğimiz, düşüncelerimiz daha çok imajların istilası altında. Dolayısıyla kozmopolitizm de farklılıklardan doğan yaratıcılık ile farklılıkların aynileşmesi arasında bir yerde duruyor. Bu anlamda modernizmin sabitleştirici etkisi karşısında insan, kapitalizmin yarattığı o “devasa” imaj üretimi bolluğuyla sendelemişe ve kendinden geçmişe benziyor. İnsanın ve dünyanın daha da “küçülmesi” bahanesinin ardında, insanın bir “tüketim” birimine indirgenmesi ise yeni bir şey değil.
Peki, şimdinin öyküsünün ya da kurmacasının günümüzün koşullarının ışığında, vardığı estetik çehre ile bağlantısı ne? Sanırım en çok alakalı olduğu yer; edebiyatın artık bir gövde anlatısına sıkışması, daha çok gerçekçiliğe, samimiyetin itirafına, güncel sanata ve sıradanlaşma olgusuna yaklaşmasıyla ilgili. Yazınsal türlerin, parçalı bir zihne dönüşen bu “yeni” insanın yapısıyla nasıl bir ilişki kurduğu daha bir önem kazanmış durumda artık.
Mesela şöyle sorabiliriz: “Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ı ’yeniden’ yazılabilir mi?” Yazılamaz elbette ama, bu esere eş değer bir şeyler yazılsa bile, bu yapay (ve de sanal) üretim fazlası dünyada ne anlam ifade eder ki. Buddenbrooklar’ın o çöken koca koca burjuva aileleri hâlâ aynı biçimde mi yıkılıyorlar, aynı yıkımla mı karşılaşıyorlar; yoksa başka türlü bir dağılma (ya da yeniden karılma) mı söz konusu? Sadece bir anıt olarak duruyor orada, Thomas Mann’ın eseri.
Bunların daha da detaylandırılması bir yana, mevcut değişimler odağında; öykünün, kurmacanın; güncelin estetiğinin gün geçtikçe bir “performansa” dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Elbette edebiyat, bu yeni değişim- dönüşümden beslenerek, labirentin farklı farklı yollarından yeni anlamlara kavuşuncaya değin “yeni” olan bu olguya duyarsız kalamaz, kalamıyor. Ama bu durum, edebiyatın büyük bir atölye çağına girdiği gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden de şiir, artık daha fazla konuşuyor, öykü ve romanda “ben” dili, birinci tekil şahıs anlatım, ve “gövde” anlatısı gittikçe daha da yoğunlaşıyor.
Artık Samuel Beckett jestleri ne kadar doğrulanabilirse, günümüzde “varoluş” kerterizleri de o denli boyut değiştiriyor. Beckett, "en azından bir şey kesinlik kazanmış durumda, bir saat içinde her şey için çok geç olacak” derken, aslında bir nevi günümüzü tarif ediyordu. Ve yine yazarın, “her sözcük sessizlik ve hiçlik üzerinde gereksiz bir leke gibi” diye özetlediği şeyler; dünyanın aldığı son hâli, metanın dolaşımının son biçimini ve pek tabi Godot’yu bekleme çağına dair kavuşulan bir dizi anlamı içeriyordu. Godot’nun bekleniyor olduğu bir çağın, mesiyanik kurtuluş ideasını dolaylı bir anlatıma kavuşturan bir çokanlamlılıkla ilintili olsa da, Beckett aslen umudun temsilini (metaforik olarak) rafa kaldırmıştı bir kere. Peki, günümüzden bakınca, “Godot’yu beklemek hâlâ olası mı?”
Yok oluş ve bunun en önemli simgesi “ölüm” çağlar boyunca insanı meşgul eden en büyük sorunsaldı. Ama artık insanlar geçen yüzyıldaki gibi sadece varoluş sancısı çekmiyorlar. Daha doğrusu sancının biçimi daha “gündelik”leşti ve hâliyle de değişti. Günümüzde artık bu yokoluş (hiçleşme) olgusuna başka bir boyut daha eklendi, buna yaşadığımız uzayzaman içinde uç veren, geçmişin “yokuluşunun” ve varoluş duygusunun üstüne binen “her gün yok sayılmanın” bilinci olarak ifade edebiliriz. Bir nevi günümüz insanı açısından her gün güncellenmesi gereken şey, yaşıyor olmanın farkındalığının sürekli sorgulanmasıyla çakışan bir şeye dönüşüyor. Robotlaşma ve teknik buluşun gün geçtikçe ilerlemesi insanın yaşamını kolaylaştırdığı kadar da çaresizleştiriyor. Sonuç, insanın ne kadar “yetersiz” ve “yeteneksiz” bir konuma itilmeye çalışıldığına işaret ediyor.
Toplumun bölünmesi, halk kavramının çürümesi ve yitmesi de bu son dönüşümle ilintili. Bu durumda, olumlamak açısından değil belki ama edebiyatın kendi içine dönmesi ve yazarın konusuyla (ya da konusuzluğuyla) sürekli kendini anlattığı bir aralığa sıkışması kaçınılmazlaşıyor.
Hâliyle insanlar tüm bu olanların karşısında daha çok bir gövde ve yaşam (ya da bazılarının lifestyle gösterisine) savunusuna kapılarak edebî bir çıkış yolu arıyor kanımca. Günümüzde değişen bu olguların edebiyatına olumlu/ olumsuz etkilerinden ziyade, artık insanlar daha çok görünür olmak ve her gün takdir alabilmek adına kendilerini biçimlendiriyor. Yazar da etkileniyor bir yandan, bu köklü dönüşümden; kurmacadan, öyküden, şiirden, romandan öte; artık yazar metalaşıyor.
Sokakta, iş yerinde, sosyal medyada, nefes alınıp verilen tüm mekânlarda, herkes yaşıyor olma bilincini ve işaretlerini öne çıkarmak ve savunmak adına “yeraltına” çekilmiş gibi. Eğer günümüz insanın hoşuna gitmeyen bir şey varsa, diyaloğu imkânsızlaştıran şey tecelli ediyor, insanlar birbirine Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki öfkesini yansıtan bir biçimde sesleniyor: “Sen kimsin!?”
Böylece büyük bir “ötekileştirme aygıtı”nın durmadan çalıştığını ve her geçen gün işlevini arttırdığını rahatlıkla görebiliriz. Toplumun bölünmesi, halk kavramının çürümesi ve yitmesi de bu son dönüşümle ilintili. Bu durumda, olumlamak açısından değil belki ama edebiyatın kendi içine dönmesi ve yazarın konusuyla (ya da konusuzluğuyla) sürekli kendini anlattığı bir aralığa sıkışması kaçınılmazlaşıyor.
Bu dönüşümün “yenlik” tarafına yoğunlaşırsak, yazının başında bahsettiğim samimiyet itirafı, gerçekçiliğe dönüşü hızlandırıyor. Bir yandan da bu büyük dönüşüm, türlerin klasik veya adlandırılmış (tanımlanmış) formlarını kaybettiği, tüm türlerin “anti”sinin yazıldığı bir çağı muştulamaya yarıyor. Yanlış anlaşılmasın, türler arası yazın ve üsluplaşma ne zamandır var olan bir şey, ama şimdi bu olgunun bir tık üstünde (kimilerince “altında”) 2000’lerle birlikte “anti”leşen türler dönemine girildi. Söylenecek ve yazılacak olan her şeyin daha da yataylaştığı bir dönem.
Öykü, bu gündelik hızlanmanın işaretlerini taşıyan türlerden biri. Şimdilik, verili olanın dışına çoktan çıkmış bir yazarı, Orhan Duru’yu Türkçe okurun “yeni” tanıştığı Lydia Davis ile karşılaştırarak, öykünün deneyselliği ve anti-öykücülük bağlamı üzerinden ilerlemek istiyorum.
Minimalizm, sadece anlatıda veya kurguda değil, mimariyle başlayan, son çeyrek yüzyılda tüm sanat disiplinleri içinde önemli bir konum edindi. Oysa “kısa öykü” diye yıllardır sunulan biçimsellik üzerine uzlaşılmış değil. Kimilerince, bu türün tarihi O. Henry’e kadar uzanıyor. Orhan Duru’nun yıllar önce Adam Öykü Dergisi’nin “Kısa Öykü” soruşturmasına verdiği cevap, bu bağlamda oldukça çarpıcıydı.
“Öykünün kısalığına ve uzunluğuna bakılarak başka başka adlar kullanılmasına karşıyım. Bu bir yazın işi. Öykü mezura ile ölçülmez. Aslına bakılırsa yazılan her şeyin adı ‘öykü’ olabilir, yeter ki öykü olarak düşünülmüş ve tasarlanmış olsun. Öyküyü dar kalıplara ve tanımlara sokmaya karşıyım.” (Adam Öykü Dergisi, s.36, 1997).
Orhan Duru’ya katılmamak mümkün değil: “öykü mezura ile ölçülmez.” Esas önemli olan nokta, gündelik yaşamın ve onun göstergelerin hızlı akışı, bir bakıma öykünün güncel yaşamı daha doğrudan yansıtmasını sağlayan bir biçimsellik barındırmasına neden oluyor.
Tüm “kısa öyküler” aynı biçimsellikle malul değil elbette. Ferit Edgü, Binbir Hece ve Do Sesi ile imgesel eksende bir dil yaratırken, öykünün imkânlarını genişletmiş bir yazardı. Edgü, şiir ile öykü arasında yakaladığı biçemi sonra başka anlatılarına da taşıdı. Yazarın adlandırılmasıyla bu öyküler, minimal öykülerdi; fakat mesele günümüzde biçimler ya da formlar arasındaki geçişimler, türler arasılıkla şekillenmeye doğru bir yöneliş içinde.
Edebiyat açısından, her türün “anti”sini yaratan bir çağın varlığı şaşırtıcı değil artık. Enis Batur’un Elma ve Acı Bilgi ile başlayan anti-romanları, Ahmet Güntan’ın Olanlık ve Tam Bu Sırada anti-romanlarının deneyselliği, geniş bir anti-türcülük döneminin işaretlerinden birkaçıydı.
Orhan Duru’ya dönersek, yazar belki de 50 Kuşağı içinde, yazın yaşamı ilerledikçe anti-öykücülüğe doğru meyleden, bu bağlamda kendi kuşağı içinde öne çıkan yazarlardan biriydi. Özellikle yazarın Boğultu’sunun (YKY’nin yaptığı edisyona bakarak sınıflandırıyorum, toplu öykülerinin ikinci cildinde); gezi notlarıyla öykünün, anlatıyla günlüğün, kısacası tüm formların iç içe geçtiği güncelliği esas alan mizahi öyküleri içerdiğini biliyoruz. Bir anlamda, bilindik öykü formunun dışına taşma, “göz”ün işlevini gözlem aracılığıyla “olay”ın içinde yeniden kurgulama ve anlatma dürtüsünün “sınırsızlığı”, yazarın, verili öykücülüğün sınırını ihlal eden bir anti-öykücülüğe varmasına olanak sağlamıştı.
Orhan Duru, Düşümde ve Dışımda kitabıyla belki de son dönemde inşa ettiği üslubun şifrelerini serimlemişti zaten. Artık dil işçiliği ile birlikte koşulan olay odaklı öykü yazımı bir eşgüdüme kavuşmuştu. Kitabın “Düşümde” bölümünde, bir bakıma belleğin anıştırmaya dayalı, rüyaya yakın, çağrışımlarla örülü tekniği ile şekillenen öyküler yer alırken, “Dışımda” bölümündeki öyküler ise; dışarda olup bitenin, yaşamın kendisinin resmedilişine dönüşmekteydi. Sadece bu kitaplarda değil, son öykü kitabı Küp’e değin, Duru’nun anlatıyla öyküyü, anı anlatımıyla günlük yazımını iç içe geçiren yeni bir formu denediğini rahatlıkla gözlemleriz.
Orhan Duru’nun öyküleri, öyle bir biçimsellik barındırır ki, artık dilin kendisi her konuyu veya olayı (imge, ansiklopedik bilgi, tarihsel mekânlar veya isimler de olabilir) kendi içinde öğüten bir öykülemeye imkân verir. Orhan Duru öyküsünde, her şeyi bir arada bulabilirsiniz, ama yadırgamazsanız. Bazen bir film eleştirisi ve izlenimleri de (“Matrix” öyküsü, s.309., YKY) bir öykünün çatılmasında pekâlâ etkili olabilir. Çünkü yazarın dil-üslup inşası her şeyin bir arada oluşunun imkânsızlığı üzerine de kuruludur. Orhan Duru aslında öyküyü bir spontanlık içinden kurar. Kendiliğinden kurulan hikâye, çağrışımlarla kurulu teknik ve dil işçiliği, günümüzü resmeden bir buluşmadır aynı zamanda. Her şeyden önce olay odaklılık, mizahi olanın veya ironik olanın öykü içinde yeniden kurulumunu beraberinde getirmiştir.
Yaşamın artık hızlı aktığı bir çağda, “gözün” işlevinin öne çıkışı, olay odaklı öykü kuruluşu, spontanlık, ister istemez Orhan Duru öykücülüğünü hem deneysel hem güncel modern yazınla birlikte okunmasına imkân sağlar. Artık öykünün geldiği evre, her gün yeni gösterge ve imaj tufanına tutulmuş günümüz insanının; kendi yemek tercihlerinden, hangi TV programlarını izlediğine; aşkı, ölümü kısacası büyük duyguları nasıl yorumladığından türeyen çoğul anlatımına değin; edebiyatın “yazan” etrafında döndüğü yeni bir edebî üslubun “buluş”a dayalı biçimiyle özetlenebilir.
“Maykıl’la orada karşılaştık, orangutanları da çevresindeydi gene. Bana Londra’dan gelen bir dekoratör olduğunu söyledi. Küçük bir ev tutmuştu kendine ama büyük bir yat açıklarda demirlemişti. Bu kıyılarda kimsenin umurunda değildi Maykıl, Jimi Hendrix, Madonna, Prince, Bon Jovi, Elton John, Mick Jagger, Guns and Roses, Phil Collins, Quincey Jones ve M.C.Hammer ya da Mayk Hammer ve tüm öteki züttürükler. O nedenle rahatlıyordu burada Maykıl. Küçük bir ev tutmuştu kasaba içinde eskiden kalma ve beyaz badanalı. Kapıları ve pencere çevrelerini çivit rengine boyamıştı./…/ süper modern koltuklara yayıldık. Dışarının sıcağı yoktu burada. Soğutmalıydı ev. Duvarda adaleli bir zenci posteri.” (Bkz. Boğultu, s. 107, YKY)
Lydia Davis ise bir bakıma paralel uzamlarda Orhan Duru öykücülüğünün son dönemiyle karşılaşan bir öykücü. Davis’in son zamanlarda daha çok eseri çevrilmeye başlandı Türkçeye. Yazar, günümüz Kuzey Amerika kıtası öykücülüğünün önemli yazarlarından. Türkçedeki en oylumlu çevirisi, Encore’dan çıkan Yapmam ya da Yapamam adlı öykü seçkisiydi. Ayrıca Everest Yayınları’ndan çıkmış, Rahatsızlık Çeşitleri ve Neredeyse Hiç Hatırlamıyor adlı kitapları var.
Lydia Davis’in öykülerinde de, Orhan Duru’ya benzer bir biçimde; sıradanın, durumun, olayın estetikleştirilmesi olgusu göze çarpıyor. Yazar, öykülerinde yaşamını sürdüren bireyin çatışkılarına odaklanıyor; odaklanırken de yemek tariflerinden, müşteri memnuniyet anketlerine, ürünlerin ambalajlarının ardında verilen bilgilerden, marketlerdeki raf dizilişlerine ve TV programlarına; hikâyenin ortasından anlatmaya koyulacağı güncel malzemeleri öykünün içine dahil ediyor. Tuhaftır, ürünlerin ambalajlarında yazılan bilgilerin edebiyata dahil olması, John Ashbery’nin şiirlerinde de görülen bir özellikti (ve çeyrek yüzyılda nice yazarda). Veya George Perec’in Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesinde, şeyleşen metanın ve bunlarla derin bir yabancılaşma yaşayan insan çehresinin dolaylı bir anlatımıydı. Perec, gözlemle “önemsizliğin ve alaleladeliğin envanteri”ni çıkarmak istemişti, kendi deyimiyle ‘hiçbir olay yokken olup bitenleri” izlemek istemişti. Ama bir yandan da bu tavrın kendisi, Şeyler’in bir devamı olarak, göreceli modern refahın yadsınmasıydı. Yenilik açısından sonuç şu, edebiyatın büyük devinimleri, aslında güncelliğin ve gündelik hayatın dönüştürülmesinde yatıyor.
Lydia Davis’e dönersek, yazarın öykülerinin, ironik olduğu kadar anti-entelektüel bir yanı olduğunu söylemeliyim. Bu durum, aslında olgusal olarak, az önce bahsettiğim, günümüzdeki “yok sayılma endişesinin”, bir tür sıradanlıkla (ya da sıradanlaşmayla) çakışan, metodu olmayan bir terapiyi andırıyor. Davis tüm türleri yataylaştıran ve içeren bir üslupla, gündelik yaşamın formlarını edebiyatla buluşturan bir anti-öykücü.
Lydia Davis tüm türleri yataylaştıran ve içeren bir üslupla, gündelik yaşamın formlarını edebiyatla buluşturan bir anti-öykücü.
Kısa öykülerin içinde gizli duran en önde gelen biçimsel özellik, ironik olanın da biçimlendirilmesidir. Daniil Kharms’ta da rahatlıkla görülebilecek bu özellik, Davis’te de öne çıkıyor. Elbette öyküdeki yenilik, sadece olay odaklılıktan beslenmez.
Mesela, Ali Teoman’ın öykülerinde en belirgin olan şey, birbirini tümleyen iç metinlerin dizinleşmesiydi. Kişi yok, olay hiç yoktur, Ali Teoman öykülerinde. Kurgu, bir bakıma süreğen bir anlatı formunu imler. Her bir kısa öykü için göstergesel bir imge (artık simge de denilebilir) vardır, onun öykülerinde. Öykülerin öznesi, imgeleşir âdeta. Yazar, “Adem” öyküsünde, “Adımlarım beni bir adımda beni siliyorlar, siliyorum, siliyorlar” demesi, dilin içine gizlenmiş bir boşluğu anlamlandırma çabası olduğu kadar, belirsizliğin anlama kavuşmasıdır da. “Çakıl P.” öyküsünde ise, “benim adım nedir, benim adım ne” sorusu, ilk başta bir serzeniş gibi görünse de, aslında “gizin” bir edebî biçim olarak sunulmasına imkân sağlar. Bu nedenle “belirsiz özne- imgesel anlatı” Ali Teoman’ın kurgusunun başat unsurlarındandır.
Bu bağlamda, Lydia Davis ve Orhan Duru olay odaklı güncel anlatı bakımından Ali Teoman’dan ayrılır. Ama öykünün doğası, zaten en başından beri temelde iki farklılık üzerine ayrışır. Ya “imgesel anlatı- belirsiz özne” kuruluşuna çıkar ya da olay odaklı bir güncellikle şekillenen deneysel bir formdadır.
Thomas Bernhard’ın Ses Taklitçisi, aslında üçüncü şahıs dilinin, gözlemin, gazete kupürlerinin bir aktarma biçimine dönüşmüş hâliydi. Bu bağlamda, Bernhard’ın kısa öykülerinin olayı anlatan ama olayı kendi aktarmayan, dolayımlı bir aktarıcının (üçüncü öznenin) gözünden süzülerek bizlere ulaşmasına şahitlik ederiz. Zaten kitabın adı da, Ses Taklitçisi, bu açıdan manidardır.
“Linz’te geçen hafta yüz seksen kişi ölmüş, şu sırada Linz’te salgın olan gribe yakalanmışlarmış, ama bu grip yüzünden değil de göreve yeni başlayan bir eczacının yanlış anladığı bir reçete yüzünden. Eczacı herhalde ihmal yüzünden ölüme sebebiyet vermekten mahkemeye çıkarılacak, gazetenin yazdığına göre, hem de Noel’den önce.” (bkz. “Reçete”, Ses Taklitçisi, YKY).
Daniil Kharms’ın öykülerinde ise, vurgulama ve tonlama öne çıkar. Fiil tekrarlarına sıklıkla başvurur. Kurgunun çatısını, mekânını, kişilerini; masal ve tekerleme dilinin içinden tekrarlarla kurduğuna ve dönüştürmesine şahit oluruz.
“Bir gün Orlov kendisini bezelye lapasıyla tıka basa doldurdu ve öldü. Bunu fark eden Kirilov da öldü. Spiridanov Allah’ın işi bu ya durup dururken öldü. Spiridanov’un karısı büfenin üstünden düşüp öldü. Kruglov elinde kamçı tutan bir kadın resmi çizince kafayı yedi./…/ Hepsi iyi insanlar ama yere sağlam basmasını bilmiyorlar.” (bkz. Ufak Tefek Şeyler, s.8, Encore)
Lydia Davis de Orhan Duru gibi öykü kurgusunu “düş(ümde)” ile “dışarda” olmanın kurgusu içinde tasarlar. Kimi öykülerinde “bir rüyadan” anektodlar şeklinde aktardığı biçim, daha çok imgeseldir. Şüphesiz bilerek yapılmış bir seçimdir. Rüyanın biçimselliğine koşut imgesel bir anlatıyla şekillenen öykülerdir. “İnsanlar aynı anda her yöne doğru yürüyor, bazıları da duruyor. Tibetli bir Budist rahip de var, kaygılı görünüyor.” (Bkz. Yapmam ya da Yapamam, s.91, Encore)
Burada açık bir biçimde, yazılan ve anlatılmak istenen formun içeriğine uygun bir dil inşasıyla karşılaşırız. Aynı biçimde, Yapmam ya da Yapamam adlı kitabında yazarın sıklıkla denediği şey, Flaubert anlatılarına öykünen öyküleme tekniğidir. Davis, Flaubert’in karakterleri ve tasvirleriyle bir tür gerçeklik parodisine başvurur. “Dün, on bir yıl önce eski dostum Orlowski’yle birlikte ziyaret ettiğim, buradan iki saat mesafedeki köye gittim yeniden. /…/ O defaki gibi, yağmur çiseliyordu yine. Bazen belli anlarda, sanki evren hareket etmeyi kesmiş, sanki her şey taşlaşmış da, bir tek biz hâlâ canlıymışız gibi görünüyor. Doğa nasıl da cüretkâr!” (bkz. Agy., s. 227)
Kurgu, Flaubert’e nazire olduğu kadar klasik olan edebî biçime geri dönüş arzusunun sönümlenme ihtiyacını da giderir. Klasik kurgunun parçalanmasıdır aynı zamanda, yazarın bu türden öyküleri. Yazarın çoğunlukla sınadığı, anti- kurgusal olan, olay odaklı öyküleme tekniğinin yanına yerleşir Flaubert parodileri.
Lydia Davis, Orhan Duru arasındaki benzeşim rüya ile iç içe geçen, ama diğer bir yandan güncel gerçekliği dönüştüren ve aktaran açık öykülere kapı aralar. Âdeta yeni bir gerçeklik tarifi yapar her iki yazar da.
“Bir papaz gelecek ziyaretimize- veya belki iki papazdır. Ama hizmetçi kız elektrik süpürgesini holde bırakmış, tam giriş kapısının önünde. İki defa onu oradan almasını söyledim. O zaman ben de yapmayacağım kesinlikle. Üstelik biliyorum ki, papazlardan biri Patagonya Bölge Papazı.” (bkz. Yapmam ya da Yapamam, s. 143, Encore)
İzzet Yasar’ın Dönüşü Olmayan Hikâyeler’de kurguyu parodileştirdiği öyküleri, yine diğer bir öykü kitabı Özel Sektör İmamı ile bilim ile fantastiğin bir nevî geçişimini resmediyordu. Enis Batur’un anti-romanlarından söz etmiştim. Ahmet Güntan’ın diyaloglarla şekillenen anti-romanları da bu bağlama dahil.
Neticede, edebiyat yaşamla başa çıkabilmek kadar, başa çıkamamanın da sonucu.
Ya Sevim Burak? Sevim Burak’ı kısa öykü veya anti-türcülük, hangi bağlamda el alırsak alalım, yazarın zaten kendine içrek dilinin, parçalı bir imge anlatımına olanak sağladığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Herhangi bir gerçeklik tınısı taşımaz Sevim Burak öyküleri, olay odaklı ise hiç değildir. Tamamıyla simgelerle kurulmuş parçalı bir anlatıdır ve birçok türün; tiyatronun, denemenin, şiirin, öykünün bireşimdir âdeta.
Vüs’at O. Bener’in son dönemindeki öykü formu, anlatı ile otobiyografinin sarmal bir öyküleme kavuşmasıdır. Bener, özellikle Kara Tren’deki öykülerinde, romanı Bay Muannit Sahteginin Notları’nın parçalı bir anlatımına ve kurmacasına varmış gibiydi.
Şunu vurgulamak gerekir artık; anti-türcülük, anti-öykü, anti-şiir her neyse; günümüzde (sadece Türkçede değil) daha olay odaklı bir mecraya, güncelliğin içinde şekillenen, gündelik hayatı dönüştüren deneysel kurgulara doğru evrilmektedir. Bunda insanın gittikçe çoğalan göstergelerle başa çıkamama hâli etken olabilir; neticede, edebiyat yaşamla başa çıkabilmek kadar, başa çıkamamanın da sonucu.
Türkçede öykü, geldiği aşamada, gerçeklik duygusunu deneyselleştiren bir yöne doğru yol alıyor. Elbette aynı melodramın sürekli ısıtıldığı, ezberlenmiş biçimselliklerle donatılmış (çoğunlukla) bir tür “yeni” kentli arabeske çıkan pulp türlerden bahsetmiyorum. Oyun yerine yaşamı ve yüzleşmeyi koyan deneysellikten söz ediyorum.
Anti-roman, anti-öykü, anti-şiir… Türler arası bunun başat ilk biçimlerinden biriydi, ama bu “fikir”in kendisi gittikçe başka biçimlerle genişleyerek büyüyor ve sonunda anti-türün egemen olduğu bir döneme giriyoruz. Artık tasarımcılıkta dahi, anti-tasarım daha çok öne çıkan bir olgu hâlini alıyor. Hatta geçtiğimiz yıl, prestijli ödüllerden biri olan Turner Prize’ı video dalında kazanan Charlotte Prodger’in eseri aslında cep telefonuyla çekilmiş bir kurguydu. Bir bakıma profesyonelliğin yadsınması, günümüzde özellikle de edebiyatta “başka” kapılar açacağa benzer. Daha esnek ve daha deneysel bir dönem açılıyor önümüzde. Dediğim gibi, birçok şey “yeni” değil, önceki artçı sarsıntıları görmek ve değerlendirmek gerek.
Lydia Davis, Orhan Duru, verili estetiğe karşı olmanın dışında, hem anti-türcü hem de “yeni”nin deneyselliğini sınayan metinlere verdiğim örnekleri taşıyan öncü yazarlar. Ama benzer şeylere; başka şiirlerde, romanlarda, öykülerde rastlama olasılığımız zaten vardı ve gittikçe de artıyor. Sadece bunları okumak kalıyor geriye, buradan devam etmeyi umut ediyorum.