Antonio Altarriba: Savaştan, saldırılardan, açlıktan, göçlerden, kovalamacalardan, çevresel zehirlenmenin tetiklediği hastalıklardan ölen bu kadar çok insan varsa, öldüren çok fazla insan olduğundandır...
08 Haziran 2017 13:58
Antonio Altarriba’ya ilk kez 2010 yılının buz gibi bir kış akşamı Salamanca’da ışıklarını yakmış müşteri bekleyen bir çizgiroman dükkanının raflarında rastladım. Adı, elime aldığım kitaplardan birinin üzerindeydi. Kitabın sahifelerini karıştırmaya başladım. Karikatürvari çizgilerin, tiplerin yüz ve hareketlerine çok canlı anlamlar kazandırdığı bir ihtiyarın hikâyesiydi.
Antonio Altarriba bugün Avupa’nın hatırı sayılır çizgiroman senaristlerinden biri. Onu özellikle zirveye taşıyan senaryosu bir köy çocuğu olarak doğan babasının neredeyse yüzyıllık yaşamının hikâyesini anlattığı Uçma Sanatı oldu. Ama onunla kalmadı. “...peki ya anneniz? Salonun dibinde bir kadın sordu, soruyu. Ve yanıtı bana kolaymış gibi geldi. En azından başlangıçta… Böylece, özellikle de anne ve babamın benim duygusal hayalimde tuttukları yer ve onun gelişimine dair argümanları bir yeniden gözden geçirme sürecine giriştim...” Bu hesaplaşmanın ürünü öksüz doğan köy çocuğunun, annesinin hikâyesini anlattığı Kırık Kanat oldu. (Kitapların isimlerine dikkat: Onlarda birbirini “ayıklayan” bir metafor var. İkisi de kanatlarla yapılabilecek bir eylemi anımsatıyor ama, ilkinde “kanat”, ikincisinde de “uçmak” kelimesi yok. Yani ilki kanatları bile olmadan uçma arayışında, “diğeri” kanatları olduğu hâlde “uçamıyor” -kadın ve erkeğin nice “vatan”daki hâli-...)
Ve bu ikisi arasına bir başka ödüllü eseri sıkıştırdı: Ben Katil. Alışkanlıkları sorgulayan bir yazar Altarriba. Babasının hayattan vazgeçişini, annesinin vazgeçmeyişini, insanın doğasını sorguluyor. Dünyaya alıştığımız gibi bakınca, bize sadece bir vazgeçmeme mücadelesinden ibaretmiş gibi görünen hayatın, aslında pek çok vazgeçiş sayesinde böyle göründüğünü gösteriyor.
Geçen yıl Barselona Çizgiroman Fuarı’nda ona Kırık Kanat’ı uzatarak imzasını istediğimde, Uçma Sanatı’nı Türkçeye çevirdiğimi söylediğim zaman, gözlerindeki ışığı unutmayacağım. Babasına yârenlik etmiş birine bakar gibi baktı ve “nasıl oldu da bu kitabı fransızlardan bile önce siz fark ettiniz” diye sordu.
Bazen dünyanın önünde yürüdüğünü bilmek güzel bir duyguymuş. Ama beni çizer Kim’le tanıştıracağı için, babanın hayallediği uçma keyfini, oğlunun sözcükleriyle yaptığı kanatlarda deneyimlemeyi bırakıp yere inmek zorunda kaldım.
Bu defa, bir kıtadan ötekine seslenerek yazılı yaptığımız aşağıda okuyacağınız sohbetin cevaplarını gönderdiğinde, şimdiye dek hiç düşünmediği şeyleri düşündürdüğümü yazmış. Ben, kardeşler bunun için vardır, diye düşünüyorum.
Uçma Sanatı artık bir klasik. Babanıza itibar iadesi yolculuğuyla başlayan macera okura öyle bir ufuk açtı ki, bugüne dek alışkanlıkla baktığı şeyleri sorgulama şansı buldu. Peki okuyucu yorumları, kitap ve satışları hakkında ne söylersiniz?
Hala şaşkınlığımı atamadım. Bu kitabı babamın intiharının etkisi altında, neredeyse şeytan çıkarırcasına, bir acıyı kovma eylemi gibi yazdım. Senaryoyu resimleyecek bir çizer de, basacak bir yayıncı da bulamam diye düşünüyordum. Çok uzun, çok kişisel bir öyküydü ve o sıralar (2004’de yazmaya başlamıştım) bu tipte bir çizgiroman alışıldık değildi. Şaşırtıcı bir biçimde, neredeyse mucize kabîlinden her şey çözümlenmeye başladı. Muhteşem bir çizer, para almadan çalışmaya gönüllü olan Kim ve sonra kitaba ilgi gösteren küçük bir yayıncı buldum. Kitabın ilk baskısı 2009’da bin adet yapılmıştı. Okuyucu yorumları sayesinde kitap azar azar değer görmeye başladı. Yayımlanışından sekiz yıl sonra çevirileri 17 ülkede basılmış durumda ve binlerce adet satmaya devam ediyor. Babamın yaşamından veya İspanya’nın koşullarından da ötede, kitabın çok farklı kültürlere sahip ülkelerde ilgi çektiğini fark ediyorum. Babamınki uçmak isteyen bir adamın hikâyesi ve ayakları git gide daha çok yerden kesiliyor, yıldızlaşıyor. İdeallerle gerçek arasında, isteklerle olgular arasındaki derin insanî yüzleşmeyi ortaya koyuyor. Herkes bunu anlıyor. Herkes bir ölçüde bundan muzdarip. Başarısının anahtarı orada olabilir. Tabii onu senaristlik kariyerimde artık pek çok acemilik ve deneyimin tortulandığı bir noktada yazmış olmam da bana önemli görünüyor. Çizgiroman gibi bir görsel anlatının sunduğu çeşit çeşit olanakları tamamen kendi zevkime göre kullandığım bir noktaydı bu.
Türk okurun çizgiromana ilgisi henüz az olsa da Uçma Sanatı’nın yeri farklı çünkü eser hakkında konuştuğum neredeyse herkes, onu şimdiye dek okuduğu en iyi çizgiroman olarak tanımlıyor. Yani artık Türkiye’de de bir klasik. Eserinizin çevrildiği ilk yabancı dilin Türkçe olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk okurunun bu kitaba değer verdiğini öğrenmek beni çok sevindirdi. Umarım, karmaşık konulara yaklaşma yeteneğiyle cazip bir anlatım biçimi olan çizgiromanın yaygınlaşmasına katkı sağlar. Üstelik Türkiye kitabın ilk çevrildiği ülkelerden biri. Babamın hikâyesinin evrensel karakterini göstermesi bakımından benim için dikkate değer bir sürpriz ve mutluluk. Farklı kültürler olmayı sürdürmekle birlikte, her hâlükârda Türkiye ve İspanya tarihlerinin ortak noktaları var. Benzer gelişmişlik seviyesinde iki ülkeyiz ve moderniteye neredeyse aynı zamanda dâhil olduk. Bu yüzden öyle zannediyorum ki, bizim ailelerimizin tarihi birçok Türk vatandaşının ailelerinin tarihiyle benzer görünebilir. Çok emin olmamakla beraber kimi karakter izlerinin de bizi yaklaştırdığı izlenimine sahibim.
Kırık Kanat’a gelirsek, alışkanlıklara meydan okuyan tarzınız devam ediyor. Üstelik bu hikâye Türkçe okuru için öyle tanıdık ki, birçok yerde kendi, ya da ailesinden bir kadının yaşamını okuyormuş gibi hissedecek. Ama bu sadece annenin yaşam öyküsüyle ilgili değil aynı zamanda Kim ve sizin ona kâğıt üzerinde bir ruh kazandıran yeteneğinizle de ilgili. Bunu nasıl başardınız? Bir senarist, bir çizer ve erkeklerin kaleminden çıkma bu kadın hikâyesinde bir annenin hikâyesinden çok fazlası var. Onun gözünden bir dünyayı çizmenin zorlukları nelerdi?
Çizgiroman bu kimlik efektlerini kolaylıkla başarabilir. Onu romanda olduğu gibi hayalimizde canlandırmak zorunda kalmadığımız için karakterlere bağlılığı çok güçlüdür. Çizgiroman karelerinde karakterleri, yüzleri, ifadeleri, hareketleriyle birlikte görürüz... Üstelik, balonlarda görünen diyaloglar aracılığıyla direkt olarak konuşurlar da.. Sanıyorum bunların hepsi, okuyucuyla daha sıkı bir ilişki kurmaya elveriyor. Burada çizerin görevi çok önemli ve Kim çok büyük bir iş çıkardı.
İşin doğrusu, kadın dünyasını resmetmenin hatırı sayılır güçlükleri vardı. Ve annemin dönemindeki kadın dünyasının daha da fazla... Bunu olayların gerçekliğine çok büyük ölçüde bağlı kalarak ve anneme hâlâ hissettiğim aşkla yaptım. Kesinlikle onun mahremine girmeye cüret etmedim. Babamın hikâyesinde onun sesi oldum ve ilk ağızdan anlattım. Ona dönüştüm çünkü onu hissedebiliyordum, onu yaşayabiliyordum. Annemde bu mümkün değildi. Onun kadınlık konumunu yaşamadığımdan duygularını paylaşabilme, o noktaya dek içine geçme şansım yoktu. Bunda çok nettim ve denemedim bile. Bu yüzden denilebilir ki, Kırık Kanat’ın anlatımı Uçma Sanatı’na göre daha dışsaldır. Ama aynı saygı ve sevgiyle yüklü olarak.
Kırık Kanat’ta beni çok etkileyen bir şey var: Ana karakterin kimliğinde bir araya gelmiş iki paradoks. Birinci paradoks, bazen olaylar karşısında gençliğine rağmen ruhunun yaşlanması, bazen de aksine ileri yaşına rağmen ruhunun gençleşmesi. Bununla birlikte, bu iki olgu altüst edicilikleri bakımından benzer görünseler de yarattıkları fiziksel ve psikolojik etkileri tümüyle farklı. Bu durumda ikinci paradoks, onun bedeninde cisimleşmiş bir aradalıkları. Peki Kırık Kanat buna nasıl direndi? Dini inancıyla mı, içgüdüsel bir kadın kimliğiyle mi? Anneniz özelinde ya da genel olarak, sizce kadınlar nasıl direniyor?
Çok haklısınız. Şimdiye kadar farkında olmadığım bir şey bu. Annem küçüklüğünden beri yetişkinlerin sorumluluklarını ve görevlerini üstlenmek zorunda kaldı. Ailevi durumlar onu çocukken bile bir kadın gibi davranmaya mecbur bıraktı. Bununla birlikte ileri yaşında, özellikle yaşlılar evine yattığında, çocukça yaramazlıklar yaptı. Bu, sonunda kendini özgürleştirmeyi, kendisi olabilmeyi başardığını gösteriyor sanıyorum. Bir erkeğin vesayetine bağımlılıktan (ilki babası, ardından hizmet ettiği general ve sonra babam), ailevi sorumluluklardan kendini kurtardı. Aslında, hayatının son yılları en mutlu yılları oldu. Son yıllarında bir depresyonun karanlık kuyusunda yaşayan babamın yaşamıyla bir karşıtlık oluşturur. Babam, ki çok yükseklerde uçmanın hayalini kurmuştu, kendini bir pencereden atarak sonunu getirdi. Annem kırık kanatlarıyla daha yükseğe çıkmayı başardı. Onun daha pragmatik ve babamdan daha az idealist olduğuna inanıyorum. Yaşadığı zorluklara rağmen, etrafını saran dünyaya çok iyi entegre olmayı başardı. Kör talihin darbelerine en uygun biçimde göğüs germeyi bildi. Daha doğduğu andan itibaren alnına yazılmış trajik kaderinin üstesinden geldi... Ve böylece, doğallığıyla, yüceliğini gösterdi.
Çevirdiğim üçüncü eseriniz Ben, Katil, gerek senaryosu, gerek çizgileri ve renklendirmesiyle, her karesinde okuru kendini sorgulamaya zorlayan bir başyapıt, bence. Fakat senaryo, okuyucuyu adeta bıçak sırtında yürümeye mecbur bırakarak, kendi "tehlikeli alanlar"ına girmeye zorluyor. Engizisyonu, faşizmi ve ETA deneyimini yaşamış bir kültüre, kendi suçlarını sorgulamaktan kaçması için açık bir kapı bırakıyor: suskunluğunu "katil olmama"nın erdemini yücelten haykırışların ardına gizleme imkanı.
Sanırım çağımız dünyası kendinden pek hoşnut bir vizyona sahip. Adaletsizlik sürüyor ve anlaşmazlıklar ya da daha yumuşak söylersek ekonomik çıkarlarla bağlantılı olarak her gün binlerce insan ölüyor. Ekonomik çıkarların öncülük ettiği acımasız bir dünyada yaşıyoruz. Bununla birlikte biçimsel doğrulamalar sayesinde ahlâkın aynasında kendimizi çok yakışıklı görüyor ve kendimize fazla yüklenmiyoruz. Kötülüğün doğası ya da bizzat kendi koşullarımızdaki kötülük gibi çok önemli felsefî tartışmaları erteledik. Ama aşikâr olan, gitgide katlanılmaz sonuçlar doğuruyor. Savaştan, saldırılardan, açlıktan, göçlerden, kovalamacalardan, çevresel zehirlenmenin tetiklediği hastalıklardan ölen bu kadar çok insan varsa, öldüren çok fazla insan olduğundandır. Bu çizgiroman daha başlığından başlayarak sorunu ortaya koyuyor. Ana karakter bir katil olarak bize gerekçeleri ve gerekçesizliklerini açıklamaya varana dek, hayatını anlatıyor. Ama okuyucunun önüne attığı soru çok huylandırıcı. “Ben, katilim, kabul ediyorum. Peki ya sen?”
Bask ülkesinde yaşıyorum ve yıllarca ETA terörüne maruz kaldım. Üniversiteden bazı öğrencilerim komandoya katıldılar ve ulusal özgürlük varsayımı adına öldürdüler. Herhangi bir gerekçe var mıdır ki, bir diğerinin katledilişini aklasın? Vatan, din, sosyal adaletsizlik silahlı eylemleri mazur göstermek için kullanılıyor. Politika veya ekonomik çıkarlar, biyoloji üzerinde kendilerini ne kadar dayatabilirler? Bunlar kitabın öne çıkardığı sorunlardan bazıları ve cevaplar hep rahatlatıcı değil.
Bir söyleşinizde Ben, Katil’i bir üçlemenin ilk kitabına dönüştürmeye karar verdiğinizi okumuştum. Bu fikir hala güncel mi ve neden?
Evet, ikinci cilt için serinin çizeri Keko ile çalışmayı sürdürüyoruz. Başlığı Ben, Deli olacak, ilaç endüstrisi ve davranışlarımızdaki “hastalık çığırtkanlığı” üzerine bir tartışma. Üçüncüsü Ben, Yalancı olacak, politikacılar ve medyanın enformasyon manipülasyonu üzerine. Üçünde de, hep polisiye şifrelerle ve bunalımı yaşayan ana karakterin ağzından anlatılan güçlü bir sosyal deşifrasyon unsuru söz konusu.
Çizgiroman “dokuzuncu sanat” olarak adlandırılacak ölçüde etkili bir sanat olmasına karşın, çok daha az sayıda “tutkunu” var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çizgiroman modern sanatın en eski ifadesidir, çizime dayalı görünümlerle tarih anlatmaktır. Tarihöncesi mağara resimlerinden Osmanlı’nın zengin illüstrasyonlarına kadar (minyatür Ç.N.) dünyanın geniş bir görüntülü anlatım geleneği vardır. Son birkaç 10 yılda çizgiroman, seri görüntülü anlatı örgütlenmesi olarak açığa çıkarma ya da tanıklıktan ziyade daha oyalayıcılığa dayalı içerikler veya çocuk ürünleriyle ilişkilendirildi. Ve bu onun önemsiz bir kültürel ürün olarak ele alınmasına katkıda bulundu. Ama şimdi hızlı bir biçimde değişmekte. Sayısız okuyucu, şimdi “grafik roman” denilen zengin, karmaşık ve onları daha cazip kılan estetik bir unsura sahip hikâyeleri keşfediyor.
Son olarak bir soru yerine Türkiye’deki okura aktarmak istediğini düşünceleriniz için bir “freezon” alan açmayı tercih ederim.
Türkiye okuruna çok açık bir şey söylüyorum. Okumaya devam edin. İster çizgiroman, ister roman ya da deneme, ama okuyun. Sadece bir keyif kaynağı olarak değil, kişisel kriterlerin güçlenmesi ve bir o kadar da alabildiğine özgürlüğün tohumu olarak. Tabii ki, her zaman kitaplarımızın tadını çıkarmayı arzu ederek. Çok teşekkürler.