Şiirsel sıfatı, düzyazıya olduğu kadar, şiire de hakaret gibi gelir bana. Sema Kaygusuz'un hâli, dili, yazmadan öncesinde de şiirlidir ve biliyoruz ki ona açık olan, gören, isteyen için şiir her yerdedir...
28 Mart 2019 10:00
Aramızdaki ilk düğümü Sema attı. “âlem, öldüğümde” isimli şiirimi alıp Yere Düşen Dualar kitabının ortasına koydu; aynı şiir benim kitabımda Sema’ya hediyedir. Kitaplarımızda birbirimizin adı var, birbirimizde hakkımız var. Sonradan o şiirin olduğu kitabım yayımlandığında, “seninle aramızda büyük bir orman var” diye imzaladığımı hatırlıyorum. Sanırım Sema o şiirde en çok “yeryüzü tanımaz denizi/ sadece ıslak bazı çukurları” dizelerini sevdi, en azından ben öyle olsun umuyorum.
Sema’nın son kitabı Aramızdaki Ağaç’ı okuduğumda, bu tahminim biraz daha güçlendi. Yazılarında Hölderlin’in “insan pek çok şey yaşadı/ ve birçok göksel şeyi adlandırdı” dizelerini tekrarlaması da buna kanıt; alıntıladığım dizelerimdeki kastım her ne kadar tersi olsa da. Kısa yoldan İlhan Berk gibi diyelim; “adlandırmak ölümdür.” Bana kalırsa, insan dille beraber büyük bir istifleme işine girer, kültür, örf, fikir, deneyim… Artık adlandırdığı ne varsa biriktirmeye başlar; daha da önemlisi dillendirdiği, adlandırdığı şeyi duraksatır ve artık hiçbir şey ilk hâli gibi ya da ilk seyrinde değildir. Hölderlin’den yolla diğer tarafa meyletse de Sema da hissediyor bunu: “Sözcüklerden başka hiçbir halt olmadığımızı düşündüğüm zamanlar oluyor. Halt derken kelimenin tam anlamıyla insanın kendini türlü yanılgılarla, kanılarla, inançlarla katıp karıştırarak var ettiğini sandığı benlik bulamacından söz ediyorum, konuşa konuşa zihinsel bulamaç olduğumuz halimizden.”
Dilden sonra hiçbir şey olduğu gibi değildir insan için, yazık! Örneğin, cam: “Soda ve potas katılmış silisli kumun ateşte eritilmesiyle yapılan sert, saydam ve çabuk kırılır cisim.” İnsan bunu deneyle, fenle bilir, tanımlar; kum ile cam arasında kopmaz bir bağ, kumun yeni bir imkânı vardır artık; kumun hâli, imgesi, kendiliği camda duraksar. Şiir biraz da şeyleri sıfatlarından temizleme işidir bana kalırsa; üstüne söylenmiş şeylerden ayırma. Şiir için bu böyledir belki ama sanırım edebiyat için tersi daha kullanışlıdır; diyelim demirdeki cinayet imkânı.
Benim şiirle aradığım “ilk el”lik; “göksel şeyler”in, adlandırılmadan öncesi ya da tam dile geldiği andır. Kaba bir yabansılık değil elbette bahsettiğim. Şeylerin göze ilk göründüğü, olan bitenin ilk imgesi, yeni, çapaklı; kimilerinin hamlık dediği. İnsan anlığının şeyler karşısındaki ilk müdâhilliği, maruzluğu. Kuş var, uçmak var, gözün bunu gördüğü var elbette; ama insan ötekine “kuş uçuyor” cümlesini ilk kurduğunda, Hölderlin’in aynı şiirin devamında dediği gibi “bir diyalog olduğumuz”da, bunun akıldaki, kalpteki, tasavvurdaki, hâldeki etkisi bahsetmeye çalıştığım. Bir karşılama işi. Şiir “kuş uçuyor” dendiği anda parlayıp o anda bitiyor bana kalırsa, bu hâl tanımlanmaya, anlatılmaya, dolayısıyla bir diyalog olmaya başladığında ise edebiyat oluyor sanırım. Elbette böyle bir iki cümleyle anlatılabilecek bir ayrım, bir eşik değil bu, çokça düşünülmeli, yazılmalı ancak bana kalırsa dünya tam da orada değişiyor ve insan doğasından tam da orada ayrılmaya, uzaklaşmaya başlıyor. “Bilmek lanetlenmektir,” evet ama “bilmek lanetlemektir” de aynı zamanda. Hölderlin bunu insan lehine ileriye götürerek “ve birbirimizi duyabildiğimizden beri” diye devam ediyor. Oysa bu, bizim dilin imkânıyla doğaya atfımızdır, çünkü “yeryüzü tanımaz denizi.” Sema’nın kitabında bahsettiği sıkıntıyı ben buradan okuyorum. Dille beraber, kuşun uçmasının her yerlerde imkânlı olması, diyelim bu düşüncelerin metroda, yer altında okunması kuşun, uçmanın doğallığına halel getiriyor. “Ben de birçokları gibi teskin edilemez bir gurbetlik duygusu, sürgünlük kederi, doğadan koparılmış olmanın iç sıkıntısı, sıradüzenli zamana ayak uyduramamaya içkin parçalanmışlık duygusuyla uyumsuzluk çekerim.”
Sema’nın apaçık ya da imâyla her fırsatta dem vurduğu, “insanlığın ortağı olduğu kadim hissediş,” “bütün aidiyetleri aşan ortak bir ruhsallık” dediği şeyin bu “dilsiz alan,” bu eşik olduğunu düşünüyorum. Sema’nın “doğal edebiyat” derken özlemini çektiği, tüm bir insanlık kültürünün, şeyler, olan bitenlerle ilgili her renkten, türden, dilden anlayışın, yorumun önemsiz kaldığı bu alan sanırım. Ama ne ki, bununla ilgili konuşunca o alan bir “benlik bulamacına,” o herkes için olan “yekpare bilinç”te kırılmalara neden oluyor.
Şimdi bunları düşünürken, Sema’nın yazdıklarını, romanlarını, anlatılarını okurkenki fikirlerimden cümleler geliyor aklıma. Onun büyük bir dağa yaslandığı, kendini, ötekini hiçbir yere koymadan herkes için olan o kadim cevhere, yukarıda bahsetmeye çalıştığım eşiğe olanca doğallığıyla yaklaşıp karıştığı fikri bende çok güçlü. Bildiği her şeyi yanında götürüyor, doğala, “kendi”ye en yakın bir varlıkla yaklaşıyor şeylere, özgünlüğü de elbet buradan geliyor. “Kendi olmak,” yukarıda bahsetmeye çalıştığım nedenlerle ve bu insan bilinciyle, Sema’nın dediği gibi “benlik bulamacı” ve “yekpare bir bilincin kırıkları” ile hiç kimse için mümkün değil ne yazık ki, çoktan bir diyalog olduk çünkü! Ama Sema’da her şeye karışmaya meyilli bir açıklık, bir kardeşlik, duygudaşlık, bir birlik duygusu var. “Bir yangının kül ettiğini bildiğim bütün bir mahlukatım. Hiçbir şeyi, fenalık ya da güzellik hiç fark etmez, dışarıdan seyredemeyecek kadar açım bu dünyaya. Bu öyle bir açlık ki, ancak çalıştığım, yazdığım, araştırdığım zaman kendimi doygun hissediyorum. Ben yangını seyredemem anne! Seyredip de ormanı kaplayan duman gibi gerçeği boğamam. Yangına şöylesi sokulup geri dönemem de.” Böyle diyor yokluğa doğru bir meyille, ancak ben çoğun o bulanıklığı gideren, o dumanı eliyle dağıtıp açıklığa kavuşturan, onaran bir hâl görmüşümdür Sema’da; ancak kadında görülebilecek bir merhametle.
İşte, bu açıklık ve “kadim hissediş”e olan iştahı, açlığı, Sema’nın aynı zamanda büyük bir şiirin çeperine, eşiğine sürünmesini sağlıyor; şiiri bunca sevmesinin, şiirden bunca ummasının nedeni bu olsa gerek. Şiirsel sıfatı, düzyazıya olduğu kadar, şiire de hakaret gibi gelir bana. Sema’nın hâli, dili, yazmadan öncesinde de şiirlidir ve biliyoruz ki ona açık olan, gören, isteyen için şiir, iki ayrı ağacın yaprağının savrulurken birbirine değmesi, çocuğun annesinden su istemesi ve diğer başka her yerdedir. Demem o ki Sema, doğumunda babaannesinin diktiği incire kardeş olması gibi, şiire de kardeştir. Altı yaşındayken babaannesinden şiirin en büyük sırlarından birini almış, bundan asla iflah olmamış, aksine buna kanıp bunu büyütmüş bir âal: “Babaannem yeryüzündeki bütün şeylerin aynı özden olduğuna dair kadim bir yasa koymuştu önüme.”
Evet Sema, öyledir; “kaldırırız taşı/ çukuru boşalır bir yerde.”