Edebiyat enikonu “teknik bir iş” olmaya eviriliyor: roman cover’ları, öykü remix’leri, şiir rap’leri, DJ yazarlıklar vs diyesi geliyor insanın...
11 Temmuz 2016 14:15
“1980’den sonra dünyaya gelmiş edebiyatçılar” dendiğinde, özellikle son on yılın verimleri üstünde durmamız gerek. Şiirde, öyküde, romanda giderek genişleyen bir yazar kitlesinden söz ediyoruz. Çeyrek asırlık bir yayıncı, üstelik dergi editörü olmama rağmen yeni neslin kaçta kaçını tanıdığım; kaçının kitabını, edebiyatını tam manasıyla bildiğim; çıkardıkları dergileri ne ölçüde izleyebildiğim elbette tartışılır. Dolayısıyla netameli bir mevzuun başında olduğumun farkındayım.
Aklıma hemen bundan yirmi yıl önce Adam Öykü’nün ilk sayılarından birinde Tomris Uyar’a verdiğim tepki geldi. Tomris Uyar 1980’lerin siyasi, kültürel, toplumsal bütün bozulmalarından payına düşeni alan bencileyin gençleri topluca 12 Eylül potasına atmıştı. Severek izini sürdüğüm bir yazar tarafından hırpalandığımı düşünmüş, söylediklerinden alınıp Adam Öykü’de kısa bir yazı yayımlamıştım. Açık bir yanıt, bir reddiye ya da bir kuşak savunması değildi yazdığım; önü ilikli, çekingen bir itirazdı.
Demek istediğim, dergilerde sıkça görünmeye başlamışsanız; adınız ağır ağır şaire, öykücüye çıkmışsa; hele hele ilk kitabınızı yayımlamışsanız bir hareketin, oluşumun içinde olmasanız da yaşıtlarınızla dayanışma duygusu baskın gelebilir, tepki verebilirsiniz. Süreyyya Evren’in Genç Şairler ve Yazarlar Kitabı (1995) içinde bu dürtüyle yer almıştım. Kitabın kapağında Goya’nın Rubens’ten esinlenerek yaptığı Çocuklarını Yiyen Satürn resmi vardı.
Edebiyat tarihimizdeki kuşak çatışmalarına dayalı polemiklere bakıldığında birbirine benzeyen suçlamalar, yargılamalar, kınamalar, öteye itmelerle yazarların birbirlerini kolayca harcadıkları görülür. Zar atmalarda, mavi boncuk dağıtmalarda bile gizli açık paylar bırakılması âdettir. İşte, geçenlerde okuduğum Muharrir Neden Yetişmiyor? konulu anket kitabı da bu görüşümü destekleyen acımasız numunelerle, haksızlıklarla dolu. Daha doğrusu eski kuşakların “okumam etmem” küçümsemeleriyle ahkâm kestikleri genç yazarları tek tek düşününce gülümsemeden edemiyor insan. Her biri bugünkü edebiyatımızın temel taşı olan ustalar olmuş sonradan.
Kuşak bazen nesil yerine, bazen akım yerine kullanıldığı için kafa karışıklığı yaratıyor. Sözgelimi şiirde 80 Kuşağı dendiğinde 1980’lerde temayüz etmiş şairleri anlıyoruz, bir şiir hareketini değil; öyküde 50 Kuşağı dendiğinde ise Sait Faik sonrasını, ilk kitaplarını 1950’lerde yayımlamış, birlikte dergiler çıkarmış öykücüleri anlıyoruz. Yoksa tek tek bakıldığında bu şairlerin de bu öykücülerin de başka başka özellikleri olduğu görülür, bilinir.
2000’lerden sonra dergiler, fanzinler arttı, şiir öykü dergileri çoğaldı. Ama teknolojinin basım-yayımda yeni seçenekler sunmasının, maliyetleri düşürmesinin, amatörlükleri gizlemesinin bu hareketlilikteki etkilerini de göz ardı etmemeli. Yani her şey yazınsal dinamiklere bağlı değil. Sonuçta yeni imzaların çıkabilmesi yayıncılıktaki gelişmelerle, bu sektörün işleyişiyle de ilintili.
Önceleri, kitabı çıkmamış bile olsa hatırı sayılır dergilerde yayın yapmak bir şair, yazar kimliği sağlardı. Yazın kamuoyunun hakkınızda bir fikri olurdu. Şimdiki iletişim biçimleri, ilişkiler, ihtiyaçlar bambaşka. Dolayısıyla dergi kümeleşmeleri üzerinden bile toptan bir yargıda bulunamayız.
Utku Özmakas Şiirimizde Milenyum Kuşağı (2008) kitabıyla 2000’lerde yazılan şiiri teşhis etmeye çalıştı. Şairler kendilerini tanımlama noktasında her zaman aceleci, girişken olmuştur. Birbirini okuyan, takip eden, birbirilerinin kitapları üstüne yazan sayısı şiir ortamında daha fazladır. Ama elbette bir grup şairin belirli bir şiir anlayışını, bir şiir çizgisini savunması ya da söylemlerinin “bugün böyle şiir yazılır,” “bugünün şiiri böyle olmalıdır” savını gütmesi onlara hemen bir etiket yapıştırmayı gerektirmez.
Kuşkusuz romancının kendi nesliyle bağ kurması şaire, öykücüye göre çok daha kolaydır. Roman ne de olsa geniş kitlelere hızla yayılabilen, edebiyat dışına çabuk kayabilen bir tür. Her nesil kendi döneminden şairler, yazarlar arar; edebiyatın bu arayışa vereceği bir karşılık olmalıdır. Sözgelimi 1981 doğumlu Emrah Serbes bu anlamda bugün bir yerde duruyor. Okuru olmadığım için burada bir yorum yapamıyorum. Öte yandan, yakından izlediğim, okuduğum, tanıdığım, beğendiğim iyi öykücülerin, şairlerin sayısı hiç az değil.
Bilgisayarın, internetin, sosyal medyanın, yeni iletişim teknolojilerinin her şeyi baskıladığı, kitap-defter-kalem üçlüsünün yerini bilgisayara bıraktığı, görselliğin türlü boyutlarının yaşandığı bu çağın yazarları, şairleri de tıpkı müzikte, sinemada, çağdaş sanatlarda olduğu gibi küresel bir dilin, baş döndürücü bir hızın içindeler. Gutenberg’le birlikte ortaya çıkan “yığın edebiyatı” internetle birlikte dallanıp budaklandı. Bugün bu karışıklığı ayıklamak, sınıflandırmak, adlandırmak konusunda eksiklikler var. Tabii bu iki büyük sandığın içinde eskimiş ama hâlen kullanılabilen pek çok kavram var: arabesk, lümpen, elitist, toplumcu, bireyci, mistik, popülist vs. “Yüksek Edebiyat” ile “Yığın Edebiyatı” kutuplaşması her dönemde kendine taraftar toplamış, sert müsabakalar yapılmasına sebep olmuştur. Bu konuda iyi hakemlik yapan bir yazıyı elli yıl önce Nermi Uygur yazmıştı: “Yığın Edebiyatı,” İnsan Açısından Edebiyat, 1965.
Yayıncı gözüyle yazımı hatasız ama özünde Türkçesi tartışılır anonim bir dilin, bir blogger dilinin dalga dalga büyüdüğü; teknoloji olanaklarıyla karşılıklı etkileşimlerin hızlanmasıyla kendine özgülüklerin yitirildiği söylenmekte. Kimilerinde manidar bir gülümseme yaratacağını bilerek, lafı dolandırmadan söylersem, ben de bugünün sanatında edebiyatında ciddi bir özgünlük sorunu görüyorum. Yani yeni nesil yazarlar aşırı kültürlü, aşırı birikimli, aşırı bilgili, aşırı bilinçli, aşırı tavırlı, aşırı zeki, aşırı muhalif görünüyor. “Görünüyor” diyorum çünkü internet malumatfuruşluğu, sosyal medya entelektüalizmi diye tanımladığım yanıltıcı bir durum var.
Bir süredir 1990’larda doğanların yazdıklarıyla da haşir neşir olmaya başladım. Sözgelimi Kitap-lık dergisine ürün gönderenlerin doğum yılı 1998’e dayandı. Yani bugün yaşları 18 ila 35 yaş arasında değişen yazarlarla geçiyor günlerim. Yaşlarıyla yazdıkları arasında şaşırtıcı uçurumlar oluyor bazen: O yaşta o dille, o biçimde yazabilenlerin sayısı o kadar çoksa edebiyatımızın geleceği çok parlak demektir, demekten başka bir şey bulamıyorum. Bilgiye, kaynaklara erişimin hızı ve kolaylığı onlardan yararlanma biçimlerini çeşitlendirdi. Birbirinden alıntı düşünceler, kaynağı bulanık cümleler bir süre sonra metinleri giderek anonimleştiriyor, silikleştiriyor, kişiliksizleştiriyor. Edebiyat enikonu “teknik bir iş” olmaya eviriliyor: roman cover’ları, öykü remix’leri, şiir rap’leri, DJ yazarlıklar vs diyesi geliyor insanın.
Oyunbaz, zekâya dayalı, karikatürle ironi arasında salınan, eleştiriyi salt mizah ve alaya dayandıran, biçim denemelerine eğilimli, sinema ve müzikten beslenen, hayatı ciddiye almayan, ayrıntıları çoğu kez gereksiz yere kullanan, şiddet ve komedi öğelerinden vazgeçemeyen, bilimkurguya tarihsele eğilimli, her şeyden az biraz mantığıyla “serpme kahvaltı” masasını andıran, etkisi fazlasıyla hesaba katılarak yazıldığı izlenimi veren bir edebiyat. Hem okur merakıyla, hem mesleğim gereği anlamaya, analiz etmeye çalıştığım ama dil-düşünce dozunu düşük bulduğumdan beni tam doyurmayan bir edebiyat bu.
Dilin geri çekilmesi dünyanın silikleşmesidir. Yazarın elinde sözün kudretine inanmaktan başka bir güç yoktur. Tekrarın tekrarı olacak ama dil, aktarıcı bir araç değil Büyük Yaratıcı olmalı edebiyattan söz edebilmemiz için. Edebiyatın her şeyden önce bir dil olayı olduğu, dilin de kültür, uygarlık, zihniyet, ideoloji boyutları olduğu bilincinin yeni kuşak yazarlarda gelişmesini ve yerleşmesini en azından kendi adıma umut ediyorum.