Yazarlar içerdeyken hiç kimsenin sözü özgürlüğün güvencesi altında olmaz. Toplumun özgürlük karnesi yazarlarının hapiste olup olmayışıyla ölçülür
01 Eylül 2016 16:15
“Düşünce suçu” kavramından irkilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir ülkedeyiz; Nef’î’yi söz söylediği için boğduranların torunları burada yaşıyor.
Devlet belki de ta o zamandan bu yana “kendi çizgisine uyan ve uymayan sanatçılar” çetelesi tutar. Sanatçı, “üzerine vazife olmayan” işlere burnunu soktu mu başına bela alır.
Nef’î bağlamında olmasa da modern anlamda entelektüelin tanımı tam da budur: Üstüne vazife olsun olmasın bir düşünceyi söylemek.
Uzun zamandır böyle; bir yazar, bir şair çizgiyi aşarsa “refleks” devreye girer. Nâzım Hikmet örneğin, hapsedilir. 1962 yılına kadar şiirleri el altından dolaştırılan şair günün birinde “büyük şair” olarak anılsa ne fayda, eğitim kitaplarına “denize dönmek istiyorum” şiiri dışında sokulmaz. Oysa aynı devlet, din, millet ve siyaset açısından “sakıncalı” görmediklerini çoktan kanona almış, onların yollarındaki taşları temizlemiştir.
Yani “yararlı” bulunanlar ve bulunmayanlar bellidir: Devlet, sanatı kendi başına bir amaç olarak görmez, onları kendi amaçları yolunda bir araç olarak değerlendirir. Dün anti- komünizm savunanların başı okşanır, bugün “yerli- millî yazar”ların, yarın bilmem kimlerin…
Halide Edip gibi ilk önemli kadın romancımızın, hem sürülüşü hem de sürgünden getirilişi, böylesi bir “araçsallaştırma- kullanma”dan başka neyle açıklanabilir?
Sabahattin Ali’yi unutmayalım: Komünist olduğu gerekçesiyle Ankara Konservatuarı’ndaki işinden edilmişti. İşsiz kalan yazar, yaşamını nakliyecilik yaparak kazanmaya başlamış, bir yandan da Markopaşa’yı çıkarmıştı. Sabahattin Ali’yi yaşamın her alanında sıkıştıra sıkıştıra, ite ite, sonunu göstere göstere hazırlayarak onu ülkeden kaçmak zorunda bırakan birileri vardı bir yerlerde. O karanlık kişiler nihayet son noktaya ve son âna gelindiğinde yazarı Bulgaristan sınırında öldürttüler.
Bana öyle gelir ki Sabahattin Ali’yi “düşünce suçlusu” yapan geçmiş yüzünden bu toplum bugün acı çekmektedir: Onun yapıtlarını edebî ölçütlerle değerlendirmez, ona karşı duygusaldır. Çünkü Sabahattin Ali, düşünceleri yüzünden öldürülmüş ilk modern çağ yazarımızdır; sonraki siyasal cinayetlerin, yazar öldürümlerinin prototipidir.
Çetelede yer alan kim varsa bir şekilde acılardan payını almıştır. Markopaşa’nın öbür yaratıcısı Aziz Nesin’in adı bugün öldürülmüşler arasında geçmiyorsa rastlantıdandır elbette. 1993 yangınında farklı düşünenleri yakan bir güruhun elinden son anda kurtulduğu akıllardadır.
Muhalif yayınlar basan Tan Matbaası 1945’te yakılmıştı. Bu yakma eylemi, yazarların üstüne yalnız kolluk güçleriyle değil sokak çeteleriyle de gelindiğini gösterir. O tarihlerden bu yana toplumun farklı düşünen, sanat yapan, yaratıcı kesimi paramiliter güçlerce hep itilip kakılmıştır. Sokaktaki akılsız düşünce, sanattaki aklı tehdit etmiş, bilinmeyen güçler yazarlara hep silah doğrultmuştur. İşkilli olmak bizi yönetenlerin de, yargılayanların da sokağın da ortak özelliğidir: “Medarı Maişet Motoru” kitap adının yasaklandığı bir tarihten geliyoruz biz.
Bu ülkenin sanatçıları çok acı çekmiştir. Heykelden resime, sahne sanatlarından edebiyata varıncaya kadar durum hiç değişmez. İşin ilginç yanı, ülkemiz o acı çektirilen insanların yaptıklarıyla bilinir. Çünkü sanat, bir toplumun ruhunu başka toplumlara apaçık gösteren tek şeydir. Rusları insanlığa Çarlar değil Dostoyevski, Gogol veya Tolstoy anlatmıştır. Balzac Fransa’dır, Shakespeare İngiliz. İzninizle Nâzım da Türktür; onu kaçmak zorunda bırakan polis şefleri, arkasından “kanık bozuk, vatan haini” diyerek manşet atanlar, Türk denince ilk akla gelenlerden birinin o olacağını akıllarına getirebilmiş değildiler. Üstelik hep ezdikleri adamı dünya tanıdı, ezenleri ise bilmiyoruz, bilsek de iyi bir söz söylenecek durumda değiller.
Sartre, Zweig, ya da Pasternak’ı anımsayalım: Onlar, yönetimler tarafından tehdit edilmiş, çok acılar çekmişlerdi. Fakat bugün onların sözü işitilmektedir. Pasternak’a Nobel’i almak için yurtdışına çıkış izni vermeyenler, Zweig'ı yerinden yurdundan edenler şimdilerde hiç de hayırla anılmıyor ama dünyalılar, bu acı çekmiş insanların yazdıklarını okumaya doyamıyor.
Yazarlar toplumun ruhuna dokunur ve herkesin göremediği bir şeyi görmemizi sağlarlar. Bu nedenle onların özgürlüğü önemlidir, dokunulmazlıkları değerlidir. İsterse yazarlara dokunsunlar, bu bir şey değiştirmez çünkü hiçbir yazar, özgürlükten yoksun bırakıldığı için susmuş ve düşündüklerini yazmamış değildir. Düşünceyi yasaklamak için uğraşanlar, zamanla yasaklarının encamı hakkında çok düşünmüşlerdir.
Yazar özgürce söylemelidir. Fransa Devlet Başkanı De Gaulle, Sartre’ın 1958’deki Cezayir politikasını yerden yere vurmasından sonra onu yargılamak isteyen sıkıyönetim mahkemesine karşı koyan bilge bir kişilikti, “Sartre’ı yargılamak mı? O bütün Fransa’dır” sözünü söyleyen bir general, gerçekten çok heyecan vericidir. Elbette De Gaulle Sartre’ın haklı olduğunu düşünmüyordu ama onun bir filozof olarak değerinin farkındaydı.
Çok geçmeden Sartre haklı çıktı, Cezayir özgürlüğüne kavuştu ve Sartre’ı yargılamak isteyen yargıçlar, belki de De Gaulle’ün bilgece tavrı nedeniyle bir filozof yargılamış olmak gibi bir saçmalığa düşmemiş oldular.
Sanatçı velev ki siyaseten kabul edilemez görünen sözler söylemiş, güncel politikanın bir sanatçı için gerçek bir risk olan alanlarında gezmiş olsun. Dert edilmemelidir bu. Çünkü herkes derinden bilir ve anlar ki, dilediği gibi yazmak, düşüncelerini özgürce söylemek değerli bir haktır; kişilerin “düşünce yoluyla suç işlediği” iddiası kabul edilemez. George Orwell’ın ölümsüz yapıtı 1984’ün erkek karakteri Winston’ın şu sözleri bu gerçekliği hiçbir başka argümana gerek kalmadan kanıtlar: “Düşünce suçu ölüm tehlikesi yaratmaz, düşünce suçunun kendisi ölümdür.”
“Düşünce suçu” kavramını yürürlüğe koyanlar “düşünmeme övgüsü” yapmış olur. İtiraz, itirazı canlandırır; düşünce düşünceyle mayalanır. Yazarlar bir şeye itiraz etmezse onlara karşı çıkacak başka bir görüş de doğmaz. Herkesin bir ve aynı şeyi söylediği yerde düşünce değil buyruklar vardır. O zaman düşünceyi tebliğler ve kurallar sınırlamış demektir ki, asıl büyük suç budur.
Yazarlar içerdeyken hiç kimsenin sözü özgürlüğün güvencesi altında olmaz. Toplumun özgürlük karnesi yazarlarının hapiste olup olmayışıyla ölçülür. En az bir insanın düşüncesi yüzünden tutsak olduğu yer, bütün diğer insanların da aynı şeyle suçlanabilecekleri bir yerde yaşadıkları anlamına gelir.
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay derhal salıverilmelidir.
Düşünce suçu kavramı bilinçlerden silinmelidir.
Siyaset ve yargı, elini yazarların üstünden derhal çekmelidir.