Çalışma masasının üzerinde, Astrid hayattayken gelen mektupları yanıtladığı kartlar, daktilosu, elyazısıyla aldığı notlar bekliyordu. Evde, Astrid az önce pazara çıkmış gibi bir hava var. Herhalde bir okur cenneti varsa, bu evdir!
25 Ağustos 2016 13:30
İlham verici hikâyeler anlatmakla meşhur biri değilim, kabul. Edebiyatımı şöyle bir silkeleseniz, varsa yoksa şiddet görenler, ezilenler, pisi pisine ölenler, gözünü kırpmadan katil olanlar, o katilleri vicdansızca salıverenler boşalır üzerinize… Depresyon garantili toplumcu gerçekçi bir edebiyat kısacası. Ancak bir istisnayı, sanırım siz de ben de kaldırabiliriz. Çünkü benim gibi bardağın hep boş tarafına bakan birini bile silkeleyen bir hikâye anlatacağım bu defa size. Az şey değil ha!
Sabırsızlar için, önce özetler: Dünyayı kadınlar kurtaracak. Kadınların, çocuk edebiyatının herkese açık bağrında ve o bağrın yamacında örgütlenmesi kurtaracak dünyayı. Çok mu romantik geldi kulağa? Kesinlikle romantik değil. Değil, çünkü kendi (şaşkın, çocuk) gözlerimle gördüm! Yazdığı her satırda ve attığı her adımda barışı, demokrasiyi savunmuş, şiddetin her türüne karşı durmuş İsveçli yazar Astrid Lindgren’in anısına verilen ALMA ödül törenine (Astrid Lindgren Memorial Award) katılmak için Stockholm’e yaptığım seyahat şahidimdir!
Bir yazarlar cenneti varsa, Astrid Lindgren’in şu an orada (2016 İsveç’inde yani) olduğunu söyleyebiliriz. Hem ne cennet ama… Hediyelik eşya dükkânlarından kitapçılara, işçi derneklerinden göçmenler için çalışan STK’lara kadar her yerde karşınıza çıkıyor Astrid Lindgren İsveç’te. Tabii en çok evinde ve ödül töreninde heyecanlanıyor insan; şöyle bir dönse Astrid’i omzunun üzerinden bakarken görecek gibi geliyor.
Ama önce kendimi, hayatımın en büyük hırsızlığını yapmaktan zor alıkoyduğum evinden başlayayım anlatmaya… Sanırım en çok, Astrid’in yatak odasındaki halıda bıraktığı izlere vuruldum. Her sabah yatağından kalkınca bastığı yerdeki erimiş kısmında halının, onun ruhundan bir şeylerin bana akmasını bekleyerek durdum bir süre. Çocukları evden ayrılana kadar kendine ait bir odası bile olmayan, o yüzden her gün, güneş doğarken uyanıp yatağında yazan Astrid’in hikâyesini torunundan dinlerken, bir süredir birbirimize küstüğümüz kocaman, parlak yeşil cilalı, ahşap masamı düşündüm. Uzundur yataktan kalkmakta anlam göremeyen vücudumu…
Astrid’in yatağının başucundaki rafta, dünya şiirinin bütün hazineleri toplanmıştı. Hemen yan odada Pippi Uzunçorap’ın yaratıldığı küçük yatak aynen duruyordu; hasta kızının isteğini kıramayarak yarattığı Pippi’nin getirdiği ödüller, bugün de, aynı odada pencereler çarpmasın diye kullanılıyordu. Anneliğin de istifa edilebilir bir meslek olması gerektiğini utanarak düşündüğüm anlarda, biraz dinlemek niyetiyle kızıma bir hikâye anlatmaya başlamamı, beni kocaman açtığı gözleriyle dinlerken yazar bir anne olmanın ne harika şey olduğunu hissetmemi düşündüm. Halıya çıplak ayakla basmak sanırım işe yaramıştı.
Astrid’in yatak odasıyla salon arasında duran yemek masası daha geçen pazar bütün aileyi ağırlamış gibi tatlı bir yorgunlukla bekliyordu. Duvarlar kitaplarının farklı dillerdeki baskılarından çerçevelenmiş desenleriyle doluydu, yine bu farklı baskıların kopyaları dağılmıştı raflara. Şurada bir büfenin üstünde Boris Yeltsin kasesi (onun hediyesi olduğu için), orada bir sehpanın üzerinde bir Winnie-the-Pooh baskısı duruyordu. Gazetelerin “Astrid Lindgren, Boris Yeltsin’i kabul etti” diye başlık attığı bir kadının evindeydik, hiçbir devlet büyüğüyle tokalaşmamış, hepsinin yanağına iki “pat” yapıp hatırını sormuş bir yazarın.
Çocukları büyüyüp evden ayrıldıktan sonra kavuştuğu çalışma odası dünya çocuk edebiyatının kalesi gibiydi. Çalışma masasının üzerinde, Astrid hayattayken gelen mektupları yanıtladığı kartlar, daktilosu, elyazısıyla aldığı notlar bekliyordu. Astrid’i en çok, bir vakitler mektuplarını el arabasıyla getiren postacı ve o mektup dağlarıyla ilgilenmeye ayrılmış özel birimin çalışanları özlüyor olsa gerek. Astrid’in zamanında tek başına yanıtladığı o okuyucu mektuplarıyla ve kitaplarının yurtdışı yayın hakları için yaptığı yazışmalarla, şimdi torununun yönettiği vakıfta ancak otuz kişi başa çıkabiliyormuş. Evde, Astrid az önce pazara çıkmış gibi bir hava var. Herhalde bir okur cenneti varsa, bu evdir!
Bu cennetten özellikle bir hikâye dikkatimi çekiyor: İsveç’in küçük, muhafazakâr bir kasabasında doğan Astrid evlilikdışı bir çocuğa hamile kalır ve çocuğu, kızını yani, o vakitler evlilik cüzdanı sorulmayan Danimarka’da doğurup, Danimarkalı bir aileye evlatlık verir. Ardından Stockholm’e döner. Döner dönmesine ama üç yıl sonra dayanamayarak kızını geri alır. Biri İsveççe, diğeri Danca bilmeyen anne-kızın birlikte geçirdikleri ilk gece için Astrid, “Hayatımın en korkunç gecesiydi,” diyecektir. Ancak o geceyi atlatır ve geçim derdini çözene kadar kızının bakımı için ailesinden yardım istemeye karar vererek kasabasına gider. Babası onu istasyonda at arabasıyla karşılar; arabasında kızı ve torunuyla kasabada üç tur atar ki, kızının kucağında evlilikdışı bir çocukla memleketine döndüğünü öğrenmeyen kalmasın, herkesin çenesi kapansın. Astrid’in kasabanın etrafında dimdik tur atan babasını düşündükçe, benim için başta kendilerininki olmak üzere, kim bilir kimlerin çenesini kapatan anne babamı düşünmekten kendimi alamıyorum. Astrid’le kız kardeşliğimiz ailelerimizden başlıyor belki de, ama Astrid’in daha akıllı ve güçlü kardeş olduğu kesin.
Evin kira olmasına hiçbir şeye olmadığı kadar şaşıyorum, o yaşarken olduğu gibi korunuyor ve belli aralıklarla, bizim gibi şanslı şaşkınların kahkahaları ve hayret nidalarıyla dolmak üzere, yine vakıf tarafından düzenlenen turlar için açılıyor. Astrid’in torunu, kendini onun torunu olarak tanıtmasa bile, onun değerlerini atomlarına dek taşımasıyla ayırt edilebilir bir genç. Ve izninizle bir kez daha; bir okur cenneti varsa kesinlikle bu ev!
Astrid’in ruhu sadece bu evde yaşamıyor dedim ya. Ödülden bahsetmenin tam sırası. Lindgren’in öldüğü yıl (2002) İsveç hükümetinin girişimi ve İsveç Sanat Enstitüsü’nün başkanlığında çocuk ve gençlik edebiyatının yaygınlaşmasında rolü olan ve Astrid Lindgren’in savunduğu değerlere sahip çıkan yazar, çizer ve kurumlara verilen ALMA Ödülü’nü bugüne kadar kucaklayanlar arasında Türkiyeli okurun da tanıdığı Philip Pullman, Christine Nöstlinger, Maurice Sendak, Shaun Tan gibi dünyaca tanınmış yazarlar var.
Her yıl yaklaşık 200 adayın başvurduğu ödülün akademisyen, yazar, çizer, kütüphaneci, eleştirmen ve Astrid’in ailesinden bir kişiden oluşan 12 kişilik jürisinde de elbette kadınlar ağırlıkta. Başvuran bütün eserler (bir yazarın bir kitabından değil bütün eserlerinden bahsediyoruz, varın hesabı siz yapın!) vakıf tarafından İsveççeye çevrildiği için, jürinin bütün eserleri ve referans metinlerini okumaktan başını kaşıyacak vakti kalmıyor denebilir. Bırakın okumayı, çeviri süreci bile ne devasa bir iş ve bu işi nasıl da tutkuyla yapıyorlar! Ödüle layık görülen yazarların, yaklaşık 2 milyon Türk lirası ederindeki ödülle ne yapacaklarını sormak ayıplanıyor, ancak çoğunun dünya seyahatine çıktığını söylemek mümkün. Ödül parasının İsveç halkının vergilerinden gelmesi ve ödülü kazanan yazarın başta İsveç olmak üzere bütün dünyada okunması için kolların sıvanması, yolların, köprülerin sadece betondan yapılmayacağının en güzel ispatı belki de.
Ödülün bu yılki sahibi İngiliz yazar Meg Rosoff sadece ödül konuşmasıyla bile Astrid’le kız kardeşliğini ortaya koymayı başaran bir isim. İngiltere’nin hayal kurmak ya da oyun oynamakla vakit kaybetmesini istemediği çocukları kadar, yetişkinlerin savaşından kaçmak isterken Ege’nin sularında boğulan Suriyeli çocukları da düşünmekten kendini alamadığını söyleyerek yapıyor açılışı. Sınavlardan iyi not alamadıkları için kendilerini jiletleyen çocuklarla mülteci çadırlarında yaşayan çocuklara aynı derecede üzüldüğünü belirterek sürdürdüğü konuşmasını, 6000 mülteci çocuğa ülkesinde ve okullarında kucak açan İsveç’te kendini bir rock star gibi hissetmesinin herhalde şaşılacak bir şey olmadığını, Astrid’in mirasının kendisine yüklediği sorumluluğu elinden geldiğince iyi taşımaya gayret edeceğini belirterek bitiriyor. Basınla tanışmasında, edebiyatını ve kendini anlatışında, törendeki duruşunda, insanları hikâyeledikleriyle zenginleştirmekten başka bir yaşam biçimi bilmeyenlerde rastlanacak türden bir mütevazılık, sıcaklık var…
25 yıl boyunca yazarları yazmaya cesaretlendirerek, bugün İsveç çocuk edebiyatının altın çağı olarak anılan dönemi inşa eden bir editör de olan Astrid’in, adına verilen ödül sayesinde çocukların edebiyat aracılığıyla kendilerini ve cümle belalı meseleyi sorgulamalarına, eğlenmelerine hâlâ destek veriyor olması şahane bir şey.
Meg Rosoff’la tanışmak, ödül töreninde kültür bakanınınki başta olmak üzere konuşmaların içtenliği ve içeriğiyle kendinden geçmek, Astrid Lindgren’in evinin tozunu atmak yetmiyor. Sırada içinde mutfaklar, koltuklar, kayıt stüdyoları, işlikler, kavanozlarca oje, dikiş makineleri olan kütüphaneleri ziyaret var. Mutfak bir evin kalbiyse elbette bir kütüphanenin de kalbi olacak; o mutfağın tezgâhında kurabiye yaparken çocuklar, daha iyi bir kütüphane için de akıl yürütecek. Aklını süsle bozmuş bir çocuk hem oje sürecek hem de dolabındakilerle değişik kombinasyonlar yapmanın yolunu öğreneceği kitapları karıştıracak o kütüphanede. Okumayı henüz öğrenmemiş veletler için raflar sembollerle etiketlenecek, o velet aldığı kitabı elbette bir kale şeklinde tasarlanmış rafların kuytusunda karıştıracak. Elbette bu kütüphanelere yetişkinler giremeyecek, elbette bu kütüphanelerin bulunduğu beş katlı binanın dışına, kütüphanede yer olup olmadığının anlaşılması için dev bir trafik lambası takılacak. Ve elbette biz o koltuklarda yuvarlanacak, o kalenin merdivenlerinde koşturacak, o piyanonun tuşlarına basıp basıp kaçacağız ve bu yüzden kimse kulağımızı çekmeyecek.
Öğrenmenin yolu okumaktan ve okuduğunu yorumlamaktan, anlamaktan geçer, bunu hepimiz kabul ediyoruz, değil mi?! İnsanın duygu ve düşüncelerini dile getirmesinin yaşadığı topluma katılması açısından önem taşıdığını peki? Böyle böyle demokrasiye katılmanın, demokrasiyi inşa etmenin yolunun da dilden geçtiği çıkarımına varabiliriz. Dil olmadan ne düşündüğünüzü ya da neyi değiştirmek istediğinizi ifade edemezsiniz çünkü. İsveç neredeyse bütün kurumlarıyla bu yaklaşımı sindirmiş bir ülke. Herkesin dilinde aynı güzel cümle: “Demokrasiyi inşa etmek için okumayı teşvik etmeliyiz.” Mülteci çocukların topluma kaynaşmasını kolaylaştırmak için yapılan okumalarda Astrid Lindgren kitaplarıyla karşılaşmak bu yüzden şaşırtıcı değil. O okuma için sahnede taklalar atan, yuvarlanan, zıplayan kadının dokuz aylık hamile olması da. Kadınlar her sınıfta erkeklerden daha çok okuduğu için yine kadınların, kapı kapı dolaşıp işçi sınıfından babaları kütüphaneye, çocuklarına okuyacakları kitaplar almaya davet etmeleri de öyle. Yine bir grup kadının, İsveç’te derisinin rengi, anadili, cinsiyeti ya da cinsel yönelimi yüzünden ötekileştirilenlerden yola çıkarak bir yayınevi kurup, dili cinsiyetçilikten, çocukları da yetişkinlerin korkunç önyargılarından kurtarmaya çalışan şahane çocuk kitapları yayınlamaları, sadece akademide kullanılan bazı kelime ve kavramları gündelik dilde yaygınlaştırmayı başarmaları da… Bunların hepsi ayrı bir hikâye.
Merak etmeyin, lafı “Yahu bu Avrupalılar da…” ile başlayan cümlelerle bağlamayacağım. Elbette Türkiye için, burada yazmakla gereksiz tekrara kaçacağım türlü zorluklar var. Var olmasına var ama Türkiye’nin de, duruşu da edebiyatı gibi sağlam yazarları, bürokrasinin ve eğitim politikalarının belalarına rağmen mücadeleden vazgeçmeyen öğretmenleri, kütüphanecileri, iyi edebiyatı kendi içgüdüleriyle ayırt edebilen çocuk ve gençleri var. Var çünkü tanıştım bazılarıyla, çünkü baktım o güzel, çocuk gözlerine onların.
Mesela ben bile bir değişik varım bundan böyle. Yetişkinlerde vicdan yaratmaya çalışan karanlık hikâyeler yazmakla artık daha az vakit kaybedeceğim sanırım. Bundan böyle daha ziyade, her şeye dair en zor soruları korkusuzca sorabilen çocuklar için yazacağım. Çünkü Astrid’in de dediği gibi, “İyi edebiyat çocuğa dünyada bir yer ve dünyaya da çocukta bir yer kazandırır”. Eh, bu da, daha güzel bir dünya için çocuklara yazmaktan, çocukların ve edebiyatın etrafında örgütlenmekten daha iyi bir yol yok demektir. Yazın, çocuklar için yazın. Bakın size söylüyorum, insana gerçekten rock star muamelesi yapıyorlar!