“Siz halka doğru inecekmişsiniz, demek kendinizi halktan pek yüksek buluyorsunuz, lütfen eğileceksiniz ona doğru!... Bizler halktan yüksek değiliz, bir Türk toplumu var, onun içindeyiz, biz de halktanız...”
25 Ağustos 2016 14:00
Shylock: Ataç “dönme” de değildi ama...
Hitler 1933’te iktidara geldikten sonra, bilindiği üzere, icraatına hemen peş peşe bir sürü anti-semitik yasa çıkararak başlamış; bu yıl çok sayıda Yahudi kökenli ve solcu Alman entelektüelin uzun yıllar sürecek sürgünlerinin başlangıcı olmuş, bu isimlerin dikkate değer bir kısmı da Türkiye’ye gelerek çeşitli yükseköğrenim kurumlarında “kurucu” roller üstlenmişlerdi. (Bu gelen insanların nasıl bir Türkiye buldukları ve hem Nazi rejimine sempatisi hem de hümanist bir kurumlaşma ihtiyacı ve beklentisi giderek artan bir kültürel-siyasi ortamda nasıl stratejiler izledikleri ile ilgili gayet bilgilendirici ve önemli bir kitap için bkz. Kader Konuk, Doğu-Batı Mimesis. Auerbach Türkiye’de, çev. C. Evren, Metis, 2013). Cumhuriyet eliti ihtiyaç duyduğu bu insanlara gösterdiği konukseverliği sonraki yıllarda, yerinden yurdundan edilip kapısına gelen birçok Yahudi’ye göstermemiş; anti-semitizm dört başı mamur bir devlet politikası olarak benimsenmese de söz konusu elitin ve basının önemli bir kısmı tarafından hoşgörülmüş, doğallaştırılmış ve teşvik edilmiştir. Gazete ve dergilerde çıkan birçok yazı ve karikatürde Yahudilerle ilgili ırkçı tahayyülün bütün klişeleri, üzerinde bir an bile düşünme gereği duyulmaksızın, sereserpe kullanılmıştır.
Bugün Holokost tarihçileri, zulüm daha önceki yıllarda başlamış olsa da, soykırımın başlangıç yılı olarak 1938 yılını belirlemekte birleşirler. 1938, hem Nazilerin kendi ülkelerinde Yahudilere reva gördüğü zulmü o yılın Mart ayında meşhur Anschluss politikası gereği işgal ettikleri Avusturya’da da yapmaya başladıkları; hem de 9-10 Kasım günleri Almanya’nın dört bir yanında ve Avusturya’da düzenlenen o iğrenç Kristallnacht (“Kristal gece”) tertibi ile Yahudilere ait bütün işyerleri ve sinagogların yıkılıp yakıldığı ve binlerce kişinin öldürüldüğü (17 yıl sonra 6-7 Eylül’de bu tertibin daha minyatür bir modeli İstanbul’da uygulanmıştı bilindiği üzere) olayların yaşandığı yıldır çünkü. Bu yılda, anti-semitizm Türkiye’de de daha gür perdeden ifade edilmeye başlanır; birkaç örnek: Cemal Nadir Anschluss’tan sonra Akbaba’da yandaki (çizimleri gerçekten müthiş) karikatürü yayımlar. Aynı yılın Haziran ayında Nadir Nadi’nin Cumhuriyet gazetesinde “Hitler Viyanası’ndan Röportajlar” adıyla yayınladığı tefrikadaki anti-semitizm ve Naziperestlik dozu dehşet vericidir; bütün Nazi öğretilerini , öğrencilik zamanından arkadaşı Nazi Fritz’in ağzından ve tamamen onaylayarak aktarır: “Senelerden beri zavallı Avusturyalıların Yahudilerden neler çektiğini iyi biliyordum… Bu dört yüz bin insan [Yahudiler] harsına, kültürüne, milli benliğine tamamiyle yabancı olarak halkın sırtına bir sülük gibi yapıştı”.
Zaten başta bu tefrikanın çıktığı gazetenin yazarları olmak üzere, o sıralarda her kim solcu Sertel’ler, “liberal” Ahmet Emin Yalman veya bunların yönettiği Tan gazetesi ile polemiğe girse illaki bu isimlerin “dönmeliği”ne imalı dokundurmalar yapmaktadır. 18 Haziran’da Köroğlu gazetesinde “af kanunu hazırlanırken mütarekede Avrupa’ya kaçıp milli hükümet kurulduğu sıralarda Almanya’da kalan ve Türk tebaalığından çıkarılan 120 Yahudi ailesi hükümete müracaat edip af edilmelerini, memlekete dönmelerine izin verilmesini istemişlerdir” diyen ve bu talebin reddedildiğini sevinçle bildiren bir haber yayınlanır. Başlığı şudur: “Af: Bezirgânlar Başka Kapıya”. O müthiş Gece Olmadan romanında bir Yahudi ailesini konu alırken ırkçı klişelerden kaçınmayı büyük ölçüde başaracak olan (ama aynı hikayeyi bir Müslüman-Türk ailesi için kaleme alacak olsa başına geleceklerin elbette gayet iyi farkında olan) Nahid Sırrı bile, aynı yıl, fıkracılık yaparken, “en iptidai kavimler gibi kendi dillerine ait olarak alelekser ikiyüz üçyüz kelime” bildikleri için meramlarını zaten ancak Türkçe kelimeler ekleyerek anlatabildiklerini iddia ettiği gayri müslim azınlıkları Türkçe konuşmaya davet eden “Bir Muhavere Münasebetile” başlıklı korkunç bir yazı kaleme alabilmiştir (Son Telgraf, 3 Ağustos 1938) Ve tabii Peyami Safa: 7 Kasım tarihli (yani Kristal Gece’den sadece iki gün önceki) Cumhuriyet’te çıkan “Almanyada ve Filistinde Yahudi” yazısında, Almanya’ya yaptığım bu ikinci ziyarette gördüm ki, demektedir, Yahudilerin uğradığı kötü muamele ile ilgili “rivayetlerin hepsi ve toptan: Yalandır.”
Ataç’ın burada yıllar sonra tekrar yayınladığımız, “Avrupa, bütün Orta-Zaman’ı ile, hattâ ondan sonraki asırları ile Shylok’u [sic!] vücuda getirmeğe çalıştı. Bugün kendi eserine kızıyor, onu cezalandırmak istiyor” diyerek Yahudileri Venedik Taciri’nin zalim tefecisi Shylock’la özdeşleştirmeyi kesinlikle ve güçlü argümanlarla reddettiği “Yahudiler” yazısı, işte böyle bir ortamda kaleme alındığı düşünülerek okunmalıdır. (Bu konuda bütünüyle yalnız değildir elbette. Yahudi figürünün kriminalleştirilmesine karşı çıkanlar arasında dönemin, Ataç’ın da yakın ilişkide olduğu solcuları da vardır[1]; o yıl Türkiye’ye –türlü yuhalamalar eşliğinde- döndükten kısa bir süre sonra Tan gazetesinde yazmaya başlayan Refik Halid de: Mesela 23 Ekim 1940 tarihli “Ortaçağ Şehri” yazısında Varşova’nın üçe taksim edilme haberini bir seyyahın Ortaçağ’da anlattığı korkunç bir şehir tasviriyle birlikte okur Karay; her ikisinde de ortak yanın “İsrail dinine salik olanlara” reva görülen insanlık dışı muamele olduğunu ima ederek “yirminci asır medeniyetine” incelikli bir biçimde söver. Başta edebiyat anlayışı olmak üzere genellikle birçok konuda birbirlerine ters düşen ve birbirlerinden pek de hazzetmediklerini belli eden bu iki isim arasındaki bu ortaklık aslında pek şaşırtıcı değildir, ikisi de Naziperestlerin temsil ettiği “kuvvete tapma” eğiliminden neredeyse bünyevi bir alerji duyarlar çünkü. ) O yıllarda birçok yerde itilip kakılan “hümanizm” mirasının bu topraklardaki en parlak ve özbilinçli savunucularından biri olan ve günümüzde 40’lı yıllardan sonra yapmaya başladığı öztürkçecilik militanlığı dışında pek de hatırlanmamasının ne büyük bir haksızlık olduğunu yeni yeni anladığımız Ataç’ın bu ve daha bunun gibi birçok yazısını İstanbul’da birileri kendisi için tercüme etmiş olsa Auerbach da çok sever ve sevinirdi, eminim.[2]
Bence yine haksız biçimde sadece Kemalist elitizmin mümtaz bir temsilcisi diye tanınan Ataç, diğer yazıda ise, memlekette otoriter rejimlerin artan bir rağbet gördüğü bir dönemde (herkesin demokrat kesilip günlük gazetelerin demokrasi, hatta “İngiliz sosyalizmi” methiyeleriyle dolduğu 1945’e daha yedi yıl vardır) çok net bir demokrasi savunusu yapıyor: “Demokrasi, güzeli, doğruyu anlamıyan kalabalığın hâkim olmasıdır. İnsan oğlunun mukadderatı onun, Caliban’ın eline bırakılır mı?” diyen bazı “münevverlere” karşı çıkıp seçkinciliği yerden yere vuran bu yazı, muhtemelen şaşırtacaktır günümüz okurlarını. Şaşırtacaktır çünkü bizler sadece, Caliban’a karşı Prospero’nun kararlı savunucusu olan 2. DP dönemi Ataç’ını biliriz, 1955’de şöyle bir “aydınlanmış despotizm” savunusu yapan Ataç’ı tanırız: "Çoğunluk Caliban’dır, (...) Shakespeare’in anlattığı şu biçimsiz, düşüncesiz Caliban. Yeniyi bulmak, yeniyi yaratmak Prospero’ya vergidir (...) Gerçek özgürlük, bir ülkede aydınlar takımının, Prospero’nun, Prospero olmaya özenenlerin sözlerini dinletebilmeleriyle, Caliban’ı baskı altına almalarıyla elde edilir. (...) Ne yazık ki, günümüzün düşünce adamları da dörüterleri de [sanatçıları da] Caliban’ı pek seviyorlar, kendileri Caliban’a ışık tutacaklarına, ışığı Caliban’da arıyorlar." (Prospero ile Caliban, Can, 1988, s. 22-4)
Sözgelimi Orhan Koçak, artık klasik değeri kazanmış “Ataç, Meriç, Caliban, Bandung” yazısında (Türk Aydını ve Kimlik Sorunu içinde, haz. S. Şen, Bağlam, 1995) “Bu sözler, 1950’ler Türkiye’sinin bağlamı içinde, iktidardan düşmüş Batıcı aydının serzenişleri olarak da yorumlanabilir: CHP’nin kültürel sözcüsü, halkın nankörlüğünden yakınırken siyasal kadroları da popülizmden uzaklaşmaya çağırır gibidir” der tam da bu parçayı alıntıladıktan hemen sonra. İlk cümle kesinlikle dikkate alınması gereken bir “asabiyye”yi tespit ediyor sahiden, ama ikinci cümledeki “CHP’nin kültürel sözcüsü” tabirinin Ataç’ın CHP ve CHP’lilerde hiçbir zaman görülmeyen “radikalliği”ni (bu tabiri sadece dil ve “Batıcılık“ bahislerindeki tavrını kastetmek için kullanmıyorum) fena halde törpülediğini düşünüyorum. Çünkü hemen herkes devlet-destekli Öztürkçeleşme trenine kapağı bir şekilde atarken Ataç’ın mesafeli durduğu 30’lu yıllarda da, yine hemen herkes o trenden inerken onun trenin vatmanlığını üstlendiği 40’lı yıllarda da gazeteler CHP’li münevver ve muharrirlerin Ataç’a yönelik hakaretleri, sövgüleriyle doludur. Üstelik konu çoğu zaman dil değildir. Cemiyetin, cemiyetin elitlerinin pek de düşünmeden değer verdiği ya da değer verir gibi yapmakta fayda gördüğü birçok kişiye (mesela Cenap Şahabettin, Mehmet Akif ve 1937’deki cenazesine 70 bin kişinin katıldığı Abdülhak Hamit’in şairliklerine) ve birçok inanca (mesela antisemitizme), o hep düşünerek, hep epey güçlü argümanlarla saldırmış, çoğu zamane münevverinin alay ettiği, değersiz gördüğü Garip şairleri gibi kişileri, demokrasi gibi inanç ve ilkeleri, yine aynı şekilde, yani düşünerek savunmuştur çünkü. O yüzden de hep herkesin gittiği yolun tersine giderek dikkat çekmeye çalışan, bir dediği bir dediğini tutmayan, yeni nesli şımarıklığa ve büyüklerine saygısızlığa teşvik eden, haddini bilmez biri olarak tasvir edilir (Sonuncu suçlamaya nefis bir cevabı vardır, aktarmadan edemeyeceğim: “Sokrates: ‘Kendini bil’ demiş, bizde bu öteden beri: ‘Haddini bil!’ diye yorulur. Biraz da bilmiyelim haddimizi. ‘Eğri, doğru, ben böyle düşünüyorum, ben buyum işte’ demeğe alışalım.“ Söyleşiler, Ankara: TDK, s. 303). Tanpınar, bu tepkilerin ardındaki asıl nedeni anlatır bence, Ataç’ın ölümünün ardından yazdığı yazıda: “Kaleyi içten fethetme” gibi numaralara tavessül etmeyen bu adam “Mabeyin’de bayramlaşmaya gider gibi konuşmaya alışmış bir ortamda herkesin ayağına basa basa” yürüyerek, “o zamana kadar nazlı ser çiçeği muamelesi görmeye alışmış edebiyatçıları” fena halde şaşırtmıştır.
Aslında Orhan Koçak da bunların farkındadır elbette (zaten yazının asıl argümanı da o CHP sözcülüğü filan değil, Ataç’ın da onu kıyasıya eleştiren Meriç’in de “Caliban figürünün kaynağında, Avrupalı istilacılar tarafından köleleştirilen Yeni Dünya yerlisinin olabileceğini hiç düşünmemiş” olmalarıdır. “Prospero ile Caliban’ın ilişkisi, iki ayrı kültürün çatışması değil, tek bir evrensel kültürün kendi içindeki çekişmedir onlara göre: Ataç için ayaktakımıyla aydınlar arasındaki, Meriç içinse burjuvaziyle soylular arasındaki karşıtlık”) başka bir yazısında (“Nurullah Ataç ve Etkilenme Endişesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 2: Kemalizm, İletişim, İstanbul, 2001) Ataç’ın “asıl düşmanları”nın “bayağılık, zevksizlik ve yavanlık” olduğunu yazmış ve Ataç’ın ahlaki ve estetik tavırlarının kaynağındaki özdeşliğe şöyle dikkat çekerek meselenin canevine işaret etmiştir zaten: “Ahlakın estetikle örtüşen yanıdır bu, [Ataç] haksızlık kadar, hatta ondan daha çok, çirkinlik ve basitlikten kaçınmayı ilke edinmiştir.” Son zamanlarda Ataç’ın düşünsel tavrı hakkında yazılmış en güçlü ve etkileyici değerlendirmeyi kaleme aldığını düşündüğüm Alber Nahum, bunu şöyle tamamlar: “Özellikle herkesin kendini bir anda az çok ‘öğrenci’ konumunda bulduğu edebiyat ve kültür ortamında, bazı yarı-doğrular, işlenmemiş bilgiler ve kesin yargılar (‘kesinlemeler’) düşünmenin yerini almış gibidir. Batı uygarlığından alınan değer ve zevkler, yalnızca kitlelerde (‘kara kamu’) değil, seçkinlerde de, bir türlü oturmayan ama giymekten de vazgeçilemeyen sakil bir giysi gibi durmaktadır. Bir çocuğun kendine yakıştırmaya çalıştığı yetişkin giysisi gibi. (...) öykünmeye dayalı (yeniden) öğrenim süreci gerçekten de bir çocuklaşma halini beraberinde getirmiştir. İşte, Ataç’ı öfkelendiren bazı bayağılık ve yavanlıklar (‘iri lakırdılar’, ‘görmüksülük’, ‘samimilik’ vs.), biraz da, Cumhuriyet aydınlarının bu eksiklik ve iğretilik hissiyle baş etme çabalarının sonucudur.... Ataç için, sahtelik kadar büyük bir günah sayılabilecek bayağılıklardan biri eksikliği, hamlığı, biçimsizliği aşmaya hiç uğraşmadan “samimilik” olarak öne sürmek ise, onun da bağlı olduğu bir diğeri, düşünmekten vazgeçiştir.” (İlk olarak Aç Yazı dergisinin Aralık 2015 sayısında yayınlanan bu yazıya İnternet’ten de ulaşılabiliyor: “Ataç ve Düşünme Uğraşı”)
Hatta Nahum, Ataç’ın bugün (benim gibi) ona sempatiyle bakan okurlarını bile yoran, hatta bazen sinirlendiren radikal öztürkçecilik tavrının kökeninde ”dönemin egemenlerinin tersine... saf bir ulusal dil kurma kaygısından çok, Batılı anlamda düşünmeye olanak sağlayacak bir dil kurma” çabasını görür; Ataç’ın amacı “kendiliğinden açık, saydam bir Türkçe kurmaktır” der. “Köklerden türetmelere, eklerden tamlamalara dek (...) kolayca kavranan, yalnızca istenen anlamı dolaysızca iletmeye dönük bir yeni Türkçe. Sadece söylemek istediğini söylemeye, söylenenin de aynen anlaşılmasına yarayan bir Türkçe. Dönüşlü düşüncenin açık seçikliğini yansıtmak için, her türlü duygusal-imgesel fazlalıktan, süs ve gösterişten arındırılmış bir dil.”
Savaş Kılıç da dilbilim alanındaki müthiş birikimini edebiyatta üslup meselesini kavramaya hasrettiği “Üslup Üzerine Notlar” adlı mutlaka okunması gereken dizi-yazının (yakında yine posdergi’de yayınlanacak) beşincisinde “Sol Kemalist Yazı” meselesini Ataç üzerinden ele alırken aynı tespiti yapar. Genellikle milliyetçi, hatta ırkçı saiklerle savunulan “dilde radikal tasfiyecilik” tavrının en güçlü ve en etkili temsilcisi sayılan Ataç’ta asıl saikin ırkçılıkla uzaktan yakından alakası olmayan “Batılılaşma veya modernleşme arzusu” olduğunu, ondan alıntılarla, net bir biçimde gösterir. Ama daha önemlisi, Ataç’ın sonradan sağdan (Peyami Safa, Cemil Meriç) ve soldan (Kemal Tahir) çok eleştirilmiş “devrik cümle”yi de esasen aynı saikle, “modernliğin, modern düşüncenin isterlerini karşılama” isteğiyle savunduğunu gayet net bir biçimde gözler önüne serer. Bir diğer güçlü saik olarak da “yazıyı demokratikleştirme”yi, “aydın ayrıcalığından (en azından üslup düzeyinde) feragat etme, aydın kibrinden arınma arzusu”nu sayar ki ben de lafı zaten buraya getirmek, Ataç’ın “seçkinciliği” meselesine girmek istiyorum (Ama bu dil bahsini geçerken, okurda yanlış bir izlenim oluşmaması için şuna dikkat çekmek gerek sanki: Ataç’ın dilde radikal tasfiyecilik tavrını savunmasının düşünsel nedenlerini doğru anlama kaygısı, o tavrı savunmak, yani bütünüyle saydam, her türlü duygusal ve tarihsel yükten arındırılmış bir dil kurulabileceği yanılsamasını, hatta fantazisini onaylamak, bu tavrın yol açtığı müthiş düşünsel kayıpları görmezden gelmek anlamına gelmez; zaten Savaş Kılıç’ın kesinlikle bu fantaziyi onaylamadığını biliyorum, Nahum’un da öyle bir derdi olmadığı çok açık. Bu yazının konusu, Ataç’ın “tarihsellik” fikriyle arasının olmaması, sırf iradeyle dil ve medeniyet dahil her şeyin ama her şeyin değiştirilebileceğini zannedebilmesi gibi düşünsel zaafları olaydı bunun üzerinde daha fazla dururdum, ama mevzumuz başka, yerimiz dar).
O klasik “halkçı-seçkinci” ikiciliğinde hep “seçkincilik” kutbuna yerleştirilmiştir Ataç. Halkı sağduyu, sahicilik, yapmacıksızlık, “samimilik” gibi birtakım değerlerin adeta tecessüm etmiş hali sayan, “ışığı Caliban’da arayan” sağ ve sol popülizmlerle Ataç’ın hiç işi olmayacağı kesindir gerçekten. Ama ben burada Ataç düşüncesinin katıksız seçkincilik damgası vurulmasını imkânsızlaştıracak kadar önemli “demokratik”, daha da ötesi “sola ait” unsurlar ve duygulanımlarla yoğrulmuş olduğunu göstermek istiyorum. Ataç örneğinde bu felsefi “duygulanım” terimini epey daraltarak, “aklın terbiyesinden geçirilmiş, akılla inceltilmiş duygu” anlamında kullanacağım, zira Ataç’ta yer yer yüzeye çıkan seçkincilik momentlerinin tam da yorgunluk, moralsizlik, yenilmişlik, hüsran gibi ham duygulara teslim olduğu zamanlarda (özellikle 1954 sonrasında) öne çıktığı kanısındayım. Psikanaliz terminolojisine başvurmayı sevmiyorum kendi adıma ama bazen yeri geliyor işte: bu anlar, sahiden inceltmeyi, süblime etmeyi çok da başaramayıp sadece bastırmakla yetindiği kimi hislerin “bastırılan daima geri döner” hükmünce geri dönüp zihin netliğini bulandırdığı anlardır, denebilir. Mesela ırkçılığı kesinlikle süblime etmeyi başardığı, ama seçkincilik söz konusu olduğunda “bastırma” seviyesinde kaldığı söylenebilir. Yazıyı bunun bir örneğiyle bitireceğim ama önce sol popülistlerle arasındaki ihtilaftan başlamak daha faydalı olacak sanırım.
Mesela bir Sabahattin Eyüboğlu ile arası köylüye bakışlarındaki keskin fark yüzünden bozulur. Ataç aydınları hep kendi aralarında konuşmakla, köylü arasına karışmamakla suçlar suçlamasına ama oraya gidenleri de “komşuya gider gibi gittiği”, orada ne görürse güzel bulduğu, hep köylünün gönlünü alacak tatlı sözler söylemeye çalıştığı için azarlarken aklında Eyüboğlu var gibidir: “Neden çıkışmıyor köylüye? Neden köylüye eksiklerini göstermiyor, anlatmıyor? Köylerde gördüklerinin hepsi de iyi, hepsi de güzel olur mu? Söyliyeyim neden çıkışmıyor: inanı yok da onun için. İnanı olan kişi çevresine bakar, gördüklerinin de kimini beğenir, kimini beğenmez” (Söyleşiler, S. 163) 1947’de yazdığı yazıdaki bu temayı 1951’de şöyle devam ettirir: “Yargılamayanların, yargılamaktan kaçınanların insanları sevebileceklerine de pek inanamıyorum. Onlarla hoş geçinir, onları sever gibi gözükür, kendini nerede bulsalar bir gülümseme ile karşılayıp tatlı sözler söylemelerini sağlıyabilir, o başka, ama gerçekten sevmez onları. Onların bütün eksiklerini, yanlışlarını, kötülüklerini görecek, ses çıkarmıyacak. Bundan ağır yargı mı olur? (S. 281. Aklıma, Nietzsche’nin pek sevdiğim “sevdiğini hor görmek zorunda kalmayan kişi ne bilir ki sevmeyi” sözleri geldi. Ama, birazdan göreceğimiz gibi, sevmez Ataç Nietzsche’yi) Ataç, gerçekten “inan”ı olan aydının, doğru bildiğini halka da kendisi gibi seçkinlerle eşit muamele ederek, aynen söylemesi gerektiğine inanmaktadır yani.
Aynı yıl yazdığı bir başka yazıda şunu da der, (Sait Faik’in birkaç yazı önce aktardığım sözlerinin neredeyse aynısı olan bu sözleri söylemesi aralarında gerçekten bir ruh yakınlığı olduğunu da gösteriyor bana şahsen; ama Ataç, bir dönemden sonra adının Milli Emniyet çevrelerinde hep Solcular arasında zikredilmesine, takip altına, hatta askere alınmasına rağmen Sait Faik’in aksine devletten bir şeyler beklemeyi hiç bırakmaz, hatta bütün Kemalist aydınlar gibi zaman zaman devlet adına konuşur, ama bu yazıda Ataç’ın zaten bilinen ve haddinden çok vurgulan Kemalistliğinden çok solcu yanıyla ilgileniyoruz): “Siz halka doğru inecekmişsiniz, demek kendinizi halktan pek yüksek buluyorsunuz, lütfen eğileceksiniz ona doğru!... Bizler halktan yüksek değiliz, bir Türk toplumu var, onun içindeyiz, biz de halktanız, halkı da kendimiz gibi seviyoruz, biz kendimizi yükseltirsek Türk toplumunun bundan faydalanacağını, onun da yükseleceğini sanıyoruz. Halka doğru inmiyoruz, ona doğru yükselmiyoruz da, ondanız, onun arasındayız, onun bir parçasıyız.” (s. 291). Türkiye toplumunun da aydınlarının da hiçbir zaman pek ısınamadığı mutlak, radikal bir eşitlikçilik (36’daki “Terakki” yazısında da geçiyordu bu terim ”müsavatçılık” adıyla) vardır bu satırların arkasında; üstelik sadece bu yazıda, o tipik diyalektik savruluşlarından birini yaşarken öylesine söylediği bir söz değildir bu. O kitaptaki, başka kitaplarındaki ve kitaplarına girmemiş çok sayıda yazıda bu savı tekrarlar. Birkaç örnek: “Ben ayrıcalık istiyenlerden değil, ayrıcalıklardan kaçınanlarla kendilerini yitirmek istiyenlerle uzlaşıyorum... Yeryüzündeki bütün kişiler eşit olabilir mi? Olamaz mı? Onu bilmiyorum; ancak kalabalıkla eşit olmadıklarına üzülmiyenler, kendilerini büyük bulup de bununla övünenler bana en büyük günahı işlemiş kimseler gibi gözüküyor. Övünmenin her türlüsünü çirkin buluyorum.” (S. 133). “Şu aydın denilen, kendilerini aydın sanan kimselerin büyüklenmelerine, kurumlanmalarına dayanamıyorum. Okumuşlar, birçok okullardan geçmişler, özlerini bezemek için değil, birtakım ayrıcalıklar (imtiyazlar) istiyebilmek, kendilerini başkalarından üstün görebilmek için okumuşlar..” (S. 162) Okuruma Mektuplar’da da devletin yüzyıllardır yalnızca İstanbul’u önemseyip Anadolu’yu kendi haline terk etmesinden mahcubiyet duymayan (Eskinin simgesi İstanbul’a mesafe koyup yeniliğin simgesi Ankara’yı abad etmeye çalışan Cumhuriyet rejimine tam destek verdiği konulardan biri de budur)İstanbullulara çatar: “Gerçekten yükselmiş insanlar, başkalarının kendi seviyelerine ermemiş olduklarını görünce içlerinde bir eza duyarlar, İstanbullu bu ezayı, bu utanmayı hiç bir zaman duymamıştır, onun için de gerçekten yükselmemiştir.” (s. 88)
Hatta aynı kitapta bir yerde, sürekli altını çizdiği bu “ayrıcalıklı olmaktan utanç duyma” hissine (nereden bakılırsa bakılsın, kesinlikle solcu, eşitlikçi bir histir bu, fıtraten seçkinci olanlarda zerresine rastlanmayan bir his) bir isim konmamış olmasına hayıflanır: “Gününün, yani hasedin aksi bir duygu vardır, adı konmamış, belki de pek acı bulup unutmak istediğimiz için adı konmamış. Günü: ‘Neden onda var da bende yok’ dedirtir kişiye, o duygu ise: ‘Bu iyiliklere, bu nimetlere neden ben erişmişim de o erişmemiş? Neden ben seçilmişim de o seçilmemiş?’ dedirtir, yıkıverir içimizi.” (OM, s. 44). İşin ilginç yanı, Prospero ile Caliban’da, Ataç’ın alter egosu Allı, yukarıda aktardığım o aydınlanmış despotizm savunusu sözlerden rahatsız olup “iri lakırdılar bunlar” filan dedikten sonra bir yerde tam da bu yazıyı hatırlatır “Ataç’a” (Tırnak içine aldım, çünkü asıl Ataç sadece o seçkinci sözleri sarf eden persona değildir, onlara şüpheyle bakmakta ısrar eden Allı’dır da, yani diyaloğun iki tarafı da odur). Ama bağlamı da duygulanımsal vurguyu da değiştirir “Allı” o haset karşıtı duyguyu anlatan sözleri aktarırken. Zira şöyle der: “Siz dün aydının, bilginin, dörüterinin Caliban’la ilgilenmesi, onu o acıklı durumundan kurtarması gerektiğini söylüyordunuz, bugün ise Caliban’la uğraşmasın, ondan kaçınsın demeye getiriyorsunuz.” (s. 36, vurgu bana ait); “Ataç” da bu çelişkiye şimdi burada ilgilenmeyeceğimiz bir çözüm getirmeye çalışır. Ama işin bam teli başka yerdedir: sürekli “Caliban’a acımak”tan bahsediyordur artık. Halk’a, kalabalığa (38’deki yazısında bu ismin başına hiç “kara” sıfatı eklenmez) üzülünür, derdiyle hemhal olunur, yoksunluğundan eza duyulur, ama halk Caliban simgesine, “kara kalabalığa” indirgendiğinde –kimi tarihsel dönemlerde halk bunu ister de zaten, faşizm ortamları, halkın kendisinin de bu indirgemeye gönüllü hale getirildiği ortamlardır- ona sadece “acınır”, zavallı bulunur, küçümsenir. Daha önce hep “üzülmekten, eza duymaktan” bahsedildiği halde burada devreye “acıma” girer; Nietzsche’nin duyan kişiye verebildiği üstünlük ve ayrıcalıklılık tehlikesine hep dikkat çektiği “acıma”.
1937’de yazdığı bir yazıda Nietzsche’den, onun o gururundan bir türlü hazzedemediğini, o yüzden de kitaplarını baştan sona okuyamadığını anlatır Ataç; kendini büyük gördüğü yetmiyormuş gibi bir de büyük adamlara imtiyaz bahşedilmesine taraftar olmasına (yani seçkinciliğine) kızar. Onu Dostoyevski ile kıyaslar, Dostoyevski’nin Raskolnikov, İvan Karamazov ve Stavrogin karakterlerine benzetir ve şöyle bitirir: “Bugünkü dünya ikiye ayrılmış: Bir tarafta Nietzsche’ciler, şiddet taraftarları, insan kanı dökmeği hiçe sayanlar; öte tarafta bütün insanlık muhabbeti ile Dostoyevski. Nietzsche’nin büyüklüğünü inkâr etmiyorum, ancak Dostoyevski’yi tercih ediyorum. Nietzsche –özü itibarile- yeni değildir: Deccal kadar eskidir.” (“Derkenar”, Akşam, 7 Ağustos 1937). Ataç, o zamanlar çok yaygın olan ve etkisi uzun süren –bizde, onca Deleuze’e, Foucault’ya filan rağmen hâlâ sürüyor gerçi- yanlış ve indirgeyici Nietzsche-yorumlarını okuyarak yargı vermektense sabır gösterip kendi eserlerini okusaydı keşke. O zaman Nietzsche’nin “şiddet taraftarı” filan olmak şöyle dursun, sürekli “merhamet”ten söz eden Hıristiyanlığın ve diğer dinlerin neşe başta olmak üzere “hayata dair” (Ataç’ın burada aktardığımız iki yazısı da gazete bu üstbaşlık altında yayınlanmış yazılardır) her şeye düşman olmasının, sürekli bir “günü”(haset) iklimini beslemesinin yarattığı şiddetle mücade ettiğini, onun da bir başka şekilde hasedin, hıncın tersi olan o duygunun peşine düştüğünü görür; bizim buradaki amaçlarımız açısından daha önemlisi, duygular karşısında hep yapılmasını önerdiği üzere “acıma” hissine de mesafeli yaklaşabilirdi. Duygularına yenilmiş bir Ataç’tır Caliban’a “acımak”tan bahseden Prospero’nun Ataç’ı. Kendi“ihanete uğramışlık” ve “hüsran” hislerine kurban düşerek DP’yi sadece 1950’de değil, 1954’de de seçen halka “acıyordur” artık (tiksinmenin hüsnütabiri gibidir burada ve çoğu yerde acıma). Ataç’ın ömrünün son yıllarında direnmeyi başaramadığı bu duyguyu, epeydir çoğumuz yaşamıyor muyuz?
O yüzden biz de o kitaptaki Ataç’a değil de, aşağıdaki “İrfan ve Demokrasi” yazısında duyguyu akılla inceltmeyi bilebilmiş Ataç’a kulak vermeliyiz belki de: Tam da halkın, kalabalığın hiç de her zaman doğruyu ve güzeli seçtiğinin söylenemeyeceği kabulüyle başlayanama bunları hiçbir zaman takdir edemeyeceği iddiasını da mutlaklaştırmamak gerektiğini söyleyen, “seçkinlerin” iktidarının “daha da beter”liğini, çürümüşlüğünü çok güzel anlatırken demokrasi “maarif”ine zaman tanımaktan yana olan bu yazıyı yazmış, “Yahudiler” gibi birçok yazısıyla akıl kadar vicdan ve cesaret sahibi de olduğunu kanıtlamış Ataç’ı izlemeliyiz.
Hemen her gün, Avrupa’nın bir iki memleketinde Yahudiler aleyhinde yeni bir kanun çıktığını, Yahudiler için yeni bir eziyet icat edildiğini öğreniyoruz. Bunları duydukça insanın, Yahudi olmadığına utanacağı geliyor.
Şu veya bu ferdin kötü olması, kötülük etmesi kabildir; fakat bir millete, bütün bir ırka nasıl kötü denebilir?
Falan insan şu veya bu işleri yaptığı için değil, sadece damarlarında falan ırkın kanı bulunduğu için, burnunun şekli, saçlarının rengi için ceza görüyor. Yahudilerin, kanları iktizası, bazı milletlerden aşağı kalmağa mahkum oldukları iddia ediliyor ve bu iddialara ilmîlik süsü verilmek isteniyor. Şimdiye kadar hiçbir âlimin bu iddiaları tasvip ettiğini görmedim. Fakat bunlar doğru bile olsa gene Yahudilere reva görülen muamele ayıptır; çünkü hiçbir kimseye hasebi, nesebi için eziyet etmek doğru değildir.
Yahudilere zulmeden insanlar istedikleri kadar necip bir ırka mensup olduklarını söylesinler; kendileri necip değildir, çünkü adalet hissine malik olmadıklarını gösteriyorlar.
Hayatımda birçok Yahudi tanıdım. Bunlar arasında iyi olmıyan insanlar elbette vardı. Hangi millette, hangi cemaatte yoktur ki? Fakat içlerinde çok sevdiğim ve gerçekten sevilmeğe lâyık olanlar da çoktu. Yahudilerin yalnız menfaat endişesi ile hareket ettikleri söylenir. Ben Yahudi dostlarımdan, hiçbir mukabele beklemiyen iyilikler gördüm.
Yahudilere bazı kabahatler isnat olunuyor. Bilhassa ticaretle uğraşırlarmış; kafaları daima para getiren işlere meyyalmiş... Bu iddialar bugün için doğrudur. Fakat bunun günahı kimdedir? Kitab-ı Mukaddes’i okuyun: Yahudiler bir çoban, bir çiftçi millettir. Onları köylerde oturmayıp şehirlere yerleşmeğe, daha
ziyade şehirlilerin işleri ile uğraşmağa Avrupalılar mecbur etmiştir. Avrupalılar Yahudilere bazı işleri, bazı meslekleri asırlarca kapadılar, onları muayyen sahalarda çalışıp ancak o sahalara lâzımgelen vasıfları kazanmağa mecbur ettiler; şimdi de bunu onların başına kakıyorlar.
Yahudiler arasında tesanüt varmış; biribirlerini tutarlarmış. Bu da doğrudur. Fakat asırlarca eziyet gören, oradan oraya kovulan insanlarda tesanüt hissi nasıl teşekkül etmesin? Müşterek hasımlara karşı nasıl elbirliği etmesinler? O tesanüdün, o elbirliğinin ne kadar lüzumlu olduğunu bugün Avrupalılar, Yahudilere ettikleri eziyetlerle, onlar aleyhinde çıkardıkları kanunlarla isbat ediyorlar. Avrupa, bütün Orta-Zaman’ı ile, hattâ ondan sonraki asırları ile Shylok’u vücuda getirmeğe çalıştı. Bugün kendi eserine kızıyor, onu cezalandırmak istiyor.
Avrupa medeniyetinin Yahudilerden gördüğü iyilik de hiç şüphesiz çok büyüktür. Yunan – Roma medeniyeti, Tevrat’ın ve İncil’in getirdiği mefhumlarla insanîleşmiştir. Bugünkü medeniyetin kadîm medeniyetten, yalnız teknik bakımından değil, ruh bakımından da üstün olması, Avrupalıların Yahudilerden öğrendikleri “hakikat”ler sayesindedir... Avrupa Tevrat ile İncil’i okumasaydı bugün Yunanlılar gibi sadece tabiate, Romalılar gibi sadece kuvvete taparlardı. Zaten gene sadece tabiate, sadece kuvvete tapmak, insanî kıymetleri reddetmek istediği içindir ki bugün Yahudilere zulmetmeğe kalkıyor.
Haber-Akşam Postası, 5 Birincikânun (Aralık) 1938
İrfanın daima bir azlığa münhasır kalacağını, bir “imtiyaz” olacağını söyliyen münevver, iddiasını ispat için, kalabalığın sanat ve ilim karşısındaki vaziyetini gösterir: “işte, der, anlamıyorlar; en güzel şeyleri yıkıp en çirkinlerini baş tacı ediyor; doğruyu taşlayıp yalanı, yanlışı alkışlıyorlar.”
Bundan istifade edip demokrasiye hücuma kalkıyorlar: “Demokrasi, güzeli, doğruyu anlamıyan kalabalığın hâkim olmasıdır. İnsan oğlunun mukadderatı onun, Caliban’ın eline bırakılır mı?”
İyi ama demokratik olmıyan idarelerde güzelin, doğrunun daha çok takdir edildiğini ispata lüzum görmüyorlar. Lüzum görmüyorlar değil, ona imkân olmadığını biliyorlar. Gerçi dünya yüzüne gerçekten zekî, makamının ehli birkaç hükümdar gelmiştir; fakat onlara mukabil kaç yüz tane sersem, anlayışsız ve mağrur hükümdar gösterebiliriz. Aristokratik idarelerde de çoğu zaman güzel ve doğru takdir edilmemiş, çirkin ve yalan her türlü nimete mazhar edilmiştir.
Kalabalığın, halkın hiçbir zaman iyiyi kötüden ayıramıyacağı iddiası doğru olsa bile sanatkâr için, âlim için yine de demokratik idare, aristokratik idareden daha hayırlıdır. Demokratik idarede sanatkâr ve âlim, eseri hak ettiği rağbete mazhar olmayınca, hiç olmazsa söylenebilir. Kalabalığın zevksizliğinden bahseder. Demokrasilere hücum edenler, mutlakıyet idarelerinin Bastille’lerini muharrirlerle, âlimlerle doldurduğunu unutuveriyorlar.
Demokrasi ve cumhuriyet düşmanları, bazan bile bile, bazan kendileri de farkına varmadan kelime üzerinde oynuyorlar: mutlakıyet idaresi, aristokratik idare, mümtaz bir zümrenin hâkim olmasıdır. Kelime oyunu, yani işi dil çabukluğuna getirme, işte o “mümtaz zümre” tabiri üzerinde. Mümtaz zümre ama hangi mümtaz zümre? Şairler, sanatkârlar, âlimler mi? Hayır; asalet sınıfı denen adamlar. Onlar servetleri, içtimaî mevkileri icabı, mekteb medrese görür, incelir, kafalarını türlü zenginliklerle süslerlermiş... Fransa’daki cümhuriyet aleyhtarları, XIV üncü Lui zamanile pek iftihar ederler. O devrin compte’ları, marquis’leri, hasılı asalet sınıfı için Molière’e müracaat oluna; yine o devrin kibar salonlarında ne gibi şairlerin, âlimlerin beğenildiğini merak ederseniz, yine Molière’de bulursunuz. Fakat cümhuriyet aleyhtarları o büyük adamın şehadetinden pek hoşlanmazlar; onun söylediklerini kale almadan yine asilzadelerin anlayışlı, zevk sahibi adamlar olduğunu iddia edebilirler. Ya utanmaları yok, yahut ne söylediklerini bilmiyorlar.
Kalabalığın hiçbir zaman güzeli, doğruyu takdir edemiyeceği iddiası da muhakkak doğru değildir. Şimdiye kadar öyle olagelmiş olması, bundan sonra da öyle olacağını ispat etmez. Demokrasi, bir memleket vatandaşlarının hepsini okutmak, yükseltmek ister: bu işinde henüz hakkiyle muvaffak olamamıştır; çünkü daha kendisi de yenidir. Arzularını tahakkuk ettirecek yolları arıyor, daha bulamadı. Bundan başka demokrasi cereyanı, ilmin genişleyip dal budak sardığı bir devirde başgösterdi; demokrasi maarifi bunun için iki müşkül karşısındadır: hem bütün vatandaşları okutmak meselesi, hem de bu genişlemiş ilim hakkında bir fikir verebilmek meselesi. Bunun usulünü bugüne kadar bulamadıysa bundan, yarın da bulamıyacağı neticesini çıkarmaya hakkımız yoktur. Fakat demokrasi düşmanları –ki hepsi fikirlerini ancak şahıslarının veya sınıflarının menfaatlerinden çıkarırlar- insanlığın istikbali hakkında bedbin olmağı da daha akıllıca bir hareket sayarlar.
Haber-Akşam Postası, 5 Ağustos 1938