Kadın bedeninin doğurganlığının kontrol altına alınmasının, neslin devamı için cinsiyet baskısının, ötekileştirmenin, hayali ya da gerçek düşmanlar yaratmanın temelinde cinsel enerjinin ve cinsiyetçiliğin harmanlanarak totaliterleşmeyi genişlettiğini çok iyi bilir ve öykülerinde kullanır Margaret Atwood...
03 Ekim 2019 10:30
Margaret Atwood’un Ursula K. Le Guin’e adadığı Başka Dünyalar, iki yazar arasında süregiden bir “tür” tartışmasıyla açılır. Hatta Atwood’un bilim kurgu ve hayal gücü üzerine denemeler kaleme aldığı bu kitabın çıkış noktası da yine söz konusu tartışmadan doğar. Damızlık Kızın Öyküsü, Antilop ve Flurya ile Tufan Zamanı’nın ardından Margaret Atwood yazdıklarının bilim kurgu sınıfına girmediğini düşündüğünü açıklamış ve kelimenin tam anlamıyla kıyamet kopmuştur. Ursula K. Le Guin de sinirlenmek bir yana apaçık bir şekilde gücenmiştir. Atwood’u, deyim yerindeyse ana akım edebiyat polislerinden korkmakla suçlar: “Moving Targets (Hareketli Hedefler) kitabında, romanlarındaki her şeyin olabilecek ve belki de olmuş şeyleri anlattığını, dolayısıyla ‘günümüzde mümkün olmayan şeylerin gerçekleştiği kurgular’ şeklinde tanımlanabilecek bir tür olan bilim kurgu sıfatını taşıyamayacaklarını belirtmiş. Gelişigüzel bir kısıtlayıcılık taşıyan bu açıklamanın amacı, daha ziyade romanlarını tutucu okurların, eleştirmenlerin ve ödül verilmesine karar veren mercilerin nazarında hâlâ dışlanan bir türe indirgenmekten alıkoymaya çalışmak gibi görünüyor. Edebi sofuların, eserlerini edebiyatın kenar mahallelerine itelemesini istemiyor.”
Atwood’un bu aşırı sert eleştiriye cevabı ise alttan almak, bilim kurgu üzerine bir kitap yazmak ve o kitabı Ursula K. Le Guin’e adamak olur! Bu yazının konusu olan, yazarın üstopya adını verdiği distopyalarına girmeden hemen önce onun türe olan yaklaşımına bir parça da olsa yaklaşabilmek için bilim kurgunun gelmiş geçmiş en iyi ürünlerini veren söz konusu iki edebiyatçının tartışmasında bir parça daha durmak istiyorum. Şöyle ki, Ursula K. Le Guin için “bilim kurgu” gerçekten olabilecek şeylerin söz konusu olduğu varsayımsal kurgu, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerin yer aldığı eserler ise “fantastik”tir. Yani Le Guin için içinde ejderhalar olan romanlar da, Star Trek ve hatta Star Wars da fantastiktir ama söz gelimi elektriğin cansız dokuya hayat verebilme ihtimalinin olabilmesi dolayısıyla Mary Shalley’nin Frankenstein’i bilim kurgudur. Atwood ise Le Guin’in bilim kurgu dediği şeylerin onun için varsayımsal kurguya girdiğini ve fantastik dediğine ise bilim kurgu gözüyle baktığını söyler. Dolayısıyla, benim kitaplarım bilim kurgu değil derken, varsayımsal kurgular ürettiğinin altını çizmiştir Atwood. Yakın gelecekte olabilecek ya da hemen şimdi oluşmaya başlamış, bizim içimizde çoktan yola çıkmış bir gelecek kurgusuyla ilgilenir. Tam burada tür tartışmasını bir kenara koyup Atwood’un kalemini ve hayal gücünü harekete geçiren, nihayetinde de bugün bütün dünyayı (birkaç ay önce Times’a kapak olduğunu falan da düşünürsek) derinden etkileyen o distopyaların çıkış noktasını apaçık görürüz.
Yazarla ilgili kaleme alınan hemen her yazıda onun kendi uydurduğu üstopya kavramından söz edilir. Ben de aşina olmayan okur için kısaca değineceğim. Atwood, distopya ile ütopyanın iç içe, kucak kucağa olduğunu söyler. Yazara göre varsayımsal bir kurgu üretiyorsanız, distopik bir kurmaca ister istemez içinde ütopya düşüncesini de barındıracaktır. Tıpkı ying ve yang gibi, iyiyle kötünün iç içe olması gibi. Yazar, eserlerini bu tür bir farkındalıkla kurgulamış ve adını da koymuştur. Onun yapıtlarını diğer distopyalardan ayıran en önemli özelliklerinden biri bu söz konusu farkındalıktır. Distopya doğası gereği, olma olasılığıyla okuyanın, izleyenin tüylerini diken diken eder. Ancak Atwood’un Antilop ve Flurya’sı, Damızlık Kızın Öyküsü, Tufandan Sonra’sı uzak bir teknoloji çağında garip elbiseler giyen torunlarımızın torunlarının olası korkunç hayatlarını değil, geleneksel bir bayram sofrasında herkesin elinden düşürmediği cep telefonları gibi, tam bugün, tam burada, tam buradan başlar. Karakteristik gücünü buradan alır. Bu da söz konusu distopyaların belirleyici ikinci başat özelliğidir diyebilirim, rahatlıkla. Ve elbette hemen tüm eserlerin kelimenin tam anlamıyla feminist bir bakış açısıyla yazılması, toplumsal cinsiyetin baskılayıcı yönünün teknolojiyle birleşip totaliterliğe kayma eğilimine dair feminist birer edebî uyarı olması Atwood üstopyalarının en karakteristik bir diğer özelliği.
Margaret Atwood, 1975
Modern distopyaların temelinde totaliterleşmeye bir kez olsun izin verildiğinde, bir daha asla geri dönüşün olmayacağı korkusu, hatta dehşeti yatar. Zaman, söz konusu korkunun abartılmış olmadığını da bize göstermiştir diyebilirim, rahatlıkla. Endüstri sonrası toplumların beklediği iki kurtarıcının, yani ‘bilim’in ve ‘sosyalizm’in el ele vererek yoksulluğu gidermesi ve toplumda aksayan yerleri düzeltmesi hayali, yerini devlet diktatörlüğünün yükselmesine bıraktıkça distopik dehşet zamanımızın gerçekliğiyle gereğinden fazla örtüşmeye ve hâliyle de dehşet özelliğini arttırmaya başlar. Dehşetin tam ortasında ise türün ve türün kardeşlerinde gördüğümüz üzere bir kahraman vardır. Ancak diğerlerinden farklı olarak kayıp bir kahramandır distopyaların kahramanı. Kahramanın kayboluşu toplumun da kayboluşunun simgesidir distopyalarda. Kaybolmak derken meşum ve geri dönüşü olmayan bir dönüşümden söz ediyorum. Biz’deki D-503’ün lobotomiye tabi tutulması, Cesur Yeni Dünya’nın John Savage’ının aforozun getirdiği deliliğin içinde yok olması gibi bir kayıptır bu. Kahramanın hafızası silinir, akıl, benlik, anılar bir daha geri gelmemek üzere yitirilir. Tıpkı toplumun tarihinin de unutturulması ve olmayan bir tarihle yeniden yapılandırılmaya çalışılması gibi... Distopyalar bize toplumun kaderiyle kahramanın yani insanın kaderinin birbirinden ayrılmasının imkânsız olduğunu söylerler üzerine basa basa. Bu nedenle de dehşet düzeyi diğer tüm varsayımsal kurgulardan yüksektir. Atwood’un Antilop ve Flurya’daki kahramanı …’nın toksik bir çöplüğe dönmüş dünyada, hayvan genleriyle melezleşmiş çocuklardan oluşan bir toplum içindeki yalnızlığını düşünelim. Burada kahramanın aklının, bilgisinin, anılarının ve benliğinin olmasının artık hiçbir anlamı yoktur. Bireyin kendini gerçekleştireceği bir toplum yoksa eğer, o da yok demektir Atwood’a göre. Ya da Damızlık Kız’daki kahramanımızın yok oluşunu düşünelim. Bilindiği üzere o da kaybolmuştur hem anlattığı hikâye içinde kayıptır hem de hikâyenin sonunda bize günlüklerini, ses kayıtlarını bırakıp kaybolacaktır. Günlük demişken modern distopyaların bir karakteristik özelliğinin daha altını çizmek isterim. Damızlık kızın ses kayıtları, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün kahramanın günlük tutmaya karar vermesi ya da Fahrenheit 451’in kahramanının eski kitapların peşine düşmesi distopik dünyanın yalıtılmışlığıyla başetmenin simgesel yöntemleri olarak ortaya çıkarlar. Atwood, Kör Suikastçı kitabında distopik roman yazarı kardeşinin hikâyesinin izini süren Iris aracılığıyla bu günlük tutma, yazarak ve okuyarak geçmişi çağırma durumuna açıklık getirir sanki. Iris de diğer distopik kahramanlara yaşlılığıyla benzer, yaşlılığın yalıtılmışlığı içinde debelenip duran bir kahramandır: “Kimin için yazıyorum bunları? Kendim için mi? Sanmıyorum. Sonraki bir zamanda bunları tekrar okurken gözümün önüne getiremiyorum kendimi. Sonraki zaman zaten problematik. Ben öldükten sonra, ileride yabancılar okusun diye mi? Böyle bir hevesim, arzum yok. Ne de böyle bir ümidim var. Belki hiç kimse için yazmıyorum. İsimlerini kara yazan çocuklar kimin için yazarlarsa, onun için yazıyorum belki de.”
Distopyanın bir başka genel karakteristik özelliği olan trajedi ve hiciv arasındaki salınım Margaret Atwood’un üstopyalarında üst düzeyde hissedilir. Atwood kahramanlarının deneyimleri ve kaderleri, kişisel düzeyde geri dönüşü olmayan bir kayıp anlamında son derece trajiktir. Kahraman sevdiklerini, ailesini, hayatını, özgürlüğünü tamamen kaybetmiştir. En beteri ise bireysel kimliğini geri dönüşsüz olarak kaybetmeyle yüzleşir. Damızlık kızın ses kayıtları tutması, kaçma çabasıyla eş değerde bir trajediyi işaret eder söz gelimi. Onu kim duyacaktır, kim dinleyecektir kendisinden başka! Iris’in de ima ettiği gibi, belki de kendi kendine var olduğunu kanıtlamak, kendi kendine varlığını kanıtlamaya çalışmaktır sadece. Kendi içinden kayıp giden ama buna sonuna kadar direnenlerinin romanlarını yazar Margaret Atwood. Bunu yaparken de kendi içinden hiç fark etmeden, bugün ve şimdi ufak ufak kayıp giden bize, zamanının insanına fısıldar, şu anda yaşadığın da senin distopyan olmasın sakın! Dikkatli ol ve direnmekten asla vazgeçme!
Siyasî hiciv şekline bürünmüş acil uyarı Atwood’un distopyalarını birer nasihatten ileri taşır. Nasihat olarak anlatılan trajik öyküler olması nasıl ki distopyaların genel özelliğiyse, dolayısıyla ister istemez içlerinde didaktizm taşırlar. Bu didaktizmden kurtulmayı başaran nadir eserlerdendir Atwood’un kaleme aldıkları. Trajedinin o kahredici önüne geçilemezliğinin bilincinde öykülerdir bunlar. Bir yandan ideal okuru kendisi adına ve bugün yaşadığı toplum adına uyarırken diğer yandan hikâyesinin sarsılmazlığını sağlamlaştırmak için kendi kahramanının trajedisinin, çıkışsızlığının altını çizerler ustaca.
Totaliterleşmenin gücünü toplumsal cinsiyet ayrımcılığından aldığının farkında olan ve bunu edebiyatına yansıtmayı başaran, bunu edebiyatının itici gücü yapmayı başaran nadir yazarlardandır Atwood. Kadın bedeninin doğurganlığının kontrol altına alınmasının, neslin devamı için cinsiyet baskısının, ötekileştirmenin, hayali ya da gerçek düşmanlar yaratmanın temelinde cinsel enerjinin ve cinsiyetçiliğin harmanlanarak totaliterleşmeyi genişlettiğini çok iyi bilir ve öykülerinde kullanır. Kurban etme törenleri, duygusallıktan arındırılmış ve kamuya mal edilmiş cinsel ilişkiler, özel hayatın silinmesi ve devamında bedenle birlikte benliğin silinmesi. Feminist distopyanın gerçek bir alarm sistemi olduğunu edebiyat dünyasına kabul ettirmiştir.
Bilinmeyen bir uzayda tanımlanamayan insanüstü güçler karşısında insanın sınırlarını ve gücünü sorgulamak yerine, insanın toplum içinde ve karşısında alabileceği yere odaklanıp o “sorunlu” yere işaret eden distopyaların ikili bir zaman düzlemleri vardır. Distopik kahramanlarımızın kaderleri, hikâyeleri ne kadar inandırıcı olurlarsa olsun yine de farklı bir zaman düzleminde, hayali bir gelecekte yaşarlar. Atwood’un burada üzerine düştüğü şeyi kahramanlarının yaşadığı zamanla okurlarının yaşadığı zaman arasındaki ayrımı işaret etmenin çok ötesindedir. Atwood bu iki zamanın neden-sonuç ilişkisi bağlamında birleştiği yere diker gözlerini. Kahramanın geçmişi, bizim şimdimizdir. Ve açıkça söyler sözünü: Kahramanlarımın şimdisi bizim geleceğimiz olmamalı, herkes gözlerini açmalı!