Bahar Gökpınar, Ayşe Leman Karaosmanoğlu’nun yaşamına feminist bir okumayla ışık tutarken, biyografi yazımının matematiğini görünür hale getirip, sorunlarını da tartışmaya açıyor
29 Ekim 2015 14:20
Günümüz televizyon dizilerinin melodram ve entrika dolu haleti ruhiyesinden beslenerek, Osmanlı hareminden kadınları anlatan biyografi ve roman türündeki kitapların şezlong okumalarının önde gelenleri olduğu bir biyografi anlayışı vardır Türk edebiyatında. Çoğunlukla kadın okuyucuya hitap eden bu kitapların kahramanları Osmanlı haremi figürleri dışında, çökmüş rejimlerin krallarının hanımları, hayatları şaşaalı günlerden intihar, yoksulluk, sürgün gibi trajik durumlarla sonuçlanan ya da hayata sıfırdan başlayıp günün birinde başarı ve şöhrete kavuşan, sıradan olmayan “önemli” kadınlardır. Bu sultanlar, leydiler, prensesler denklemine eşlik eden bir diğer biyografi-roman kahramanı da, şüphesiz başta Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanım olmak üzere, erken Cumhuriyet döneminin günümüz kadınlarına sıklıkla “Ah nerede artık öyle hanımefendiler...” dedirten rol modeli kadındır. Modernliğin hâlâ ikircikli bir mesele olduğu görmezden gelinip sorgusuz sualsiz bugünün kadınından daha “modern” kabul edilen, sepya fotoğraflarda zarif elbiseleri ve yüzlerinde vakur ifadeleriyle arzıendam eden, bir an önce hayatları televizyon dizisine uyarlansın dileği tutturan kadın.
Söz konusu kitapların bir kısmı özel arşivlere, resmî belgelere ve tanıklık anlatılarına dayalı araştırmacılık ve gazetecilik örneği çalışmalarken, bir kısmı da özellikle tarih geriye gittikçe kurmacanın “kurma” özelliğinden daha güçlü beslenen, zaafları ve erdemleriyle, başarıları ve başarısızlıklarıyla “büyük” kadınları anlatan ama ne olursa olsun okuyucuda şiddetli bir duygusal etkileşim yaratmaya yönelik, her yönüyle abartılı anlatılar. İkinci örnekteki çoksatar olma amacı ve yazarın öznelliği malumken aslında araştırmacı-gazeteci yazarların yazdığı roman değil biyografi olarak değerlendirdiğimiz kadın hikâyelerinin de pekâlâ öznel ve kurmacaya dayalı çalışmalar olduğunu çoğunlukla unutma eğilimine kapılıyoruz. Oysaki geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıkan bir kitap, Müphem Bir Kadının Feminist Biyografi ile Kurgulanışı: Ayşe Leman Karaosmanoğlu, biyografinin tarihsel akademik bir çalışma olarak bile son derece kurmacaya dayalı olduğunu, bir “yazın” türü, haliyle de yazarının öznelliğini taşıyan bir ürün olduğunu yetkinlikle dile getiriyor.
Bahar Gökpınar’ın yüksek lisans tezine dayanan kitap, başlı başına bir Ayşe Leman Karaosmanoğlu biyografisi olmaktan ziyade, biyografi yazmanın yöntemlerini tartışan ve en nihayetinde feminist bir biyografi denemesi ortaya koyan bir çalışma. Kitabın önsözünü yazan Nazan Aksoy’un da belirttiği gibi, “Günümüzde biyografi yazarlığı çok önemsenmekle birlikte, biyografi yazımının sorunlarını, zorluklarını tartışan çalışmaların sayısı çok değil.” Aksoy’un bu saptaması yerinde, çünkü biyografi türünün en çok popülerliği ölçüsünde rağbet görmesinin yanı sıra, nesnel-tarihsel olma kaygısındaki biyografi çalışmaları da nesnellik sorununu ve bu yazınsal türdeki yöntemleri tartışmayı bir kenara bırakıp “nesnellikten” gayrı benimsemeleri gereken yöntemi okuyucularla paylaşmayı genellikle tercih etmiyorlar. Özellikle Türkçe yazılan biyografilerde bu durum, biyografi okuyucusunun okuduğu metnin bir yazarın kendi bakış açısından yazılmış olduğunu ıskalamasına ve nesnel bir gerçeklikle karşı karşıya olduğu yanılgısına kapılmasına neden oluyor. Bunun ardından gelen hazin adım ise, biyografileri okuyanların biyografi kahramanını nesnel gerçekliğe aykırı, “yanlış” tanıttığı için kitabın yazarına yönelttiği sert eleştiriler ve yersiz tartışmalar oluyor.
Bu anlamda biyografi türünü Eski Yunan’dan başlayıp günümüzde aldığı hâle kadar inceleyen, nesnellik ve yöntem sorunlarını tartışan, kendi çalışması için de feminist bir yaklaşımı benimsediğini belirterek, bu yaklaşımın nasıl gerçekleştirildiğini açıklayarak bir biyografi ortaya koyan Bahar Gökpınar’ın kitabı önemli bir yerde duruyor. Gökpınar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Edebiyat Arşivi’ne Ayşe Leman Karaosmanoğlu’nun yeğeni Murat Belge tarafından bağışlanan tereke üzerinden, biyografinin hakkında yazılan nesneden yazan özneye varan bir yolculuk olduğunun altını çizerek, tarih yazımı başta olmak üzere hiçbir zaman yakalanamayacak olan “nesnellik” kaygısını bertaraf ederek, gereksiz yere korkulan “öznellik”le benzerine az rastlanır bir çalışma ortaya koyuyor. Böylelikle gerek döneminde rol modeli olarak lanse edilen, gerekse bugün yazılan biyografilerde nostaljik bir özlemle rol modeli olarak lanse edilmeye devam edilen erken dönem Cumhuriyet kadınlarından bir tanesini, Ayşe Leman Karaosmanoğlu’nun hayatını, bambaşka bir yaklaşımla, kendi sorduğu sorularla okuyarak bize aktarıyor.
19. yüzyıl Osmanlı bürokrasinin önemli figürlerinden Mehmed Asaf Paşa’nın kızı, Türk siyasetinin ve gazeteciliğinin önde gelen isimlerinden Burhan Belge’nin kardeşi ve Cumhuriyet döneminin en önemli kalemlerinden yazar ve sefir Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eşi olan Ayşe Leman Karaosmanoğlu, Bahar Gökpınar’ın tespitiyle bıraktığı mektuplar, resmî yazışmalar, notlardan oluşan terekesi göz önüne alındığında hayatının bir ölçüde görünür olmasını ve geleceğe aktarılmasını dilemişe benziyor. Bununla birlikte, hayatının görünür olmasını istediği ve istemediği parçalarına müdahale etmiş ve bu belgeler dışında günlük ya da özyaşam anlatısı gibi bir ifade yoluna başvurmamış. Kitabın ikinci bölümünün başlığı “Leman Hanım’ın Arşivindeki Saklı Dünya” adını taşıyor ve Leman Hanım’ın, eşi Yakup Kadri’ye yazdığı bir mektuptan bir cümleyi alıntılıyor: “Kusurum karanlık tarafımdır ve asıl tarafım da budur.” Gökpınar’ın kitap boyunca yer yer değindiği bu cümle, biyografi yazarının bu karanlığın hangi noktalarına ışık tutmaya çalıştığını da belirleyen bir cümle. Leman Hanım’ın, döneminin bürokrasi ve kültür sahnesinin belirleyici erkek figürlerinin neresinde yer almayı tercih ettiği, bu konuda yaşadığı çelişkileri gözler önüne seren bir nitelik taşıyor. Elbette bu noktada tıpkı Leman Hanım’ın şahsi hayatına dair belgeleri ayıkladığı gibi, biyografi yazarının tereke içinden kullanacağı belgeleri feminist bir biyografi oluşturma niyetiyle kaçınılmaz bir öznellikle seçmesi, elemesi gerekiyor. Bahar Gökpınar bu işlemin motivasyonlarını okuyucuya her daim açıklıyor.
Latife Hanım, İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım gibi modern Türkiye cumhuriyetinin temsili sorumluluğunu taşıyan kadınların hikâyeleri çoğunlukla bu sosyal, tarihsel ve kültürel bağlamdan ayırt edilmeksizin anlatılır ya da çoksatar kitaplarda gördüğümüz gibi karşılıksız aşklar, gölgede kalmış tutkular, erkeğin gölgesinde kalma vahameti vb. meseleler cilalanarak (ilk akla gelen örnek Mustafa Kemal, Latife Hanım, Fikriye Hanım vakası) bu tarihî kişilere bir kadın-birey hassasiyetiyle yaklaşıldığı iddia edilir. Oysa bu kitaptaki belge seçimleri ve anlatı yöntemi, kendini bir “sefire” olarak adlandırarak bir yandan kocasının sefir kimliğinden bağımsız, onunla birlikte var olan bir kadını, bir yandan da kocasının “aziz rakibem” diye hitap ettiği, kendiliğinin farkında olan bir kadını ve bu iki uç arasındaki gelgitleri tertemiz bir akademik dille aktarıyor. Böylelikle Gökpınar hem bugüne kadar yaşam öyküsü anlatılmamış bir kadının yaşamına kendi yöntemiyle ışık tutuyor, hem de biyografi yazımının matematiğini görünür hale getirip, sorunlarını tartışmaya açıyor.