Güzel Ölümün Öyküsü okura sanki bu köhne dünyayı, sırf ona olan sevgisinden, bir barakaya tıkmış da bir “güzel” öldürmüş hissini doyasıya yaşatan bir roman...
17 Ekim 2019 09:30
Dante, gölge ile okur/yazar arasında işleyen diyalektiği yüzyıllar önce İlahi Komedya’da ilan etmiştir. Yolu “cehennemden geçen” okur/yazar “istersen tanırsın beni” diyen bir gölgeye bütün zamanların hakikatini fısıldamıştır: “Çektiğin acı belli ki, belleğimden silmiş izini, sanki hiç görmüş değilim seni.” Bellek başkalarından yayılan acı verici, baş edilmesi zor, hayatın tadını tuzunu kaçıran bilgi; başka deyişle hayatın gölgeleri veya malzemeleri karşısında istifini bozmaz, kendini korumaya alır, bakış kaçırmaktan mevzu değiştirmeye, mevzuyu dağıtmaya onlar ile arasına mümkün bütün mesafeleri, silgileri koyar.
“Malzeme” bir Ayşegül Devecioğlu edebiyatından söz etmemizi sağlayan unsurların en önemlisidir. O, günlük yaşamda işitmek, bakmak, dokunmak, tatmak, en çok da koklamak gibi bugünlerde huyu değişmiş, tabiri caizse “süflileşmiş” duyularla kavranacak uzaklıkta, hemen yanı başımızda ve tam da bu yakınlık yüzünden çok uzaklara düşmüş, görünmez hâle gelmiş, edebiyatın hemen hiç yüz vermediği malzemeye, gölgelere yazarlığının ta en başından beri ısrarla, inatla tenezzül eden son devrimci yazardır. (“Abarttın sen de canım” diyenlere: “Elbette ve zevkle abartma hakkımı kullanıyorum,” karşılığını veriyorum. Devecioğlu’nu günümüzün kafası karışık, “ayrıksı”, uyumsuz, şaşkın, dağınık, “çarpık bir bilgelik” peşindeki roman kahramanlarına, durumlara, oyuncaklı kurgulara sarılırken hakikati fena hâlde ıskalayan günümüz edebiyat ortamında her türden abartmaya layık bir yazar olarak görüyorum. Yeri geldiğinde Semra Topal ve Ebru Ojen’i de abartacağımı ilan ediyorum.)
Malzemeye ilişkin mutad süreç Devecioğlu’nda tersine döner; onun elinde malzeme sözüm ona işlenmiş, hatta işlenmekten çürüyüp dağılmış, yargıya kavuşmuş, hâlledilmiş, unutulup bir kenara fırlatılmış görünümünden kurtulur ve elmas sertliğini, hamlığını, biçimsizliğini yeniden kazanıp hayatın tam ortasına yerleşir... Başka deyişle, Güzel Ölümün Öyküsü’nde romanın her tarafında dağılmış açık yaralar hâlinde dolanan çocuklar, harabeye dönüşmüş mekânlar, bölük pörçük anılar, (tek başına bir inceleme konusu olabilecek yoğunlukta; ağaç dallarından, yatak örtülerinden durmadan sökün edip sağa sola dağılan) yapraklar gibi malzemeler ilk hâllerine dönerler; yenilir yutulur yanı olmayan çiğ, kaygan, izah edilmeyi bekleyen, tehditkâr, boğucu malzemeler olduklarını ilan ederler.
Devecioğlu’nun hayata baktığı gibi, kurmacaya olmadık pencerelerden bakan Ranciere’ye göre, Maupassant’ın “Hasırcı Kız” öyküsünün içerdiği kıssadan hisselerden biri, yok hükmünde bir mevcudiyet olarak, yoksulların aşkının kamu düzenini (kurmacanın düzenini de?!) bozan hâllerden biri olarak belirmesidir: “Güzel sevmeyi, yani umutsuzca sevmeyi yalnızca yoksullar bilir. Bir öyküde birkaç sayfadan fazla yer kaplama umutları bile yoktur.” Devecioğlu bu bağlamda Türkçe edebiyatın sahiden de en “can sıkıcı” yazarıdır. Ranciere’nin sözünü ettiği, sefaletin bedenlerde ve tutkuların da ruhlarda yarattıkları “kimselerin hayal bile edemeyeceği” etkileri, yazarlık serüvenin ta en başından bu yana, sanki yapacak, yazacak daha iyi bir işi yokmuş gibi, tuhaf bir görev duygusuyla bıkıp usanmadan hayal eder. Onu özel kılan, pek çok edebiyatçıdan ayıran, hatta dahası edebiyat denen ülkede yapayalnız koyan hâldir bu.
Daha önce de söylemiştim[1]: Devecioğlu, gözden çıkarılanların, toplumun, tarihin arzularının dışına düşmüş kısmının uzayda kapladıkları yer ile edebiyatta kapladıkları arasındaki gediği dert edinen bir yazar olarak polisiye edebiyata yaklaşır, demiştim. Başta Ağlayan Dağ Susan Nehir, roman ve öykülerinde edebiyatın yüz vermediği kahramanların izlerini dedektif gibi sürer; onların peşinden derme çatma barakalara, gecekondulara, “Doğu’da boşaltılan ve yakılan köylerden kaçan Kürt göçmenlerin sığındığı arka sokaklara”, “dualar ve hıçkırıklarla sarsılan basık” bodrum katlarına kadar gider. Şimdi sıra doğumlarından ölümlerine, yetiştirme yurtlarından sokaklara kör bir şiddet içinde “sürüklenen” Güzel Ölümün Öyküsü’ndeki sokak çocuklarındadır. (“Sürüklenme”nin altını çizdim, çünkü Ayşegül Devecioğlu edebiyatının anahtar kavramlarındandır.)
Yazar, okurlarının çok iyi bildikleri bir tavrı bu romanda da sürdürür: bu “polisiye”de de (romanın sonlarında doğru Cansu ve Nusret arasında olup bitenlerin izahı da dahil) çözülecek bir giz yoktur; tecavüze uğramak, şiddete maruz kalmak, ensest, bali çekmek, “sokakların sokaklığı” gibi sergilenecek nahoş durumlar, çıkışı olmayan karanlık bir dünya içinde cehennemi yaşayan, anbean çirkinleşmekte olan kişilere ölümlerden en güzelini dileyen gölgeler vardır sadece. Hemen hepsi (U-M-U-T’u andıran) isimlerini, soyadlarını unutmuş, lakaplarına (Emenike, Kral, Kocabaş, Yüz, Ladi Leke) sığınmış kahramanlardır bunlar, ölmeleri, öldürmeleri an meselesidir... Devecioğlu, diğer eserlerinden tanıdığımız sinir bozucu denli ketum, soğukkanlı, telaşsız, neredeyse her türlü duygudan ve (kendine has bir ritim oluşturmak bir yana) şiirin ayartılarından olabildiğince uzak edebî müdahalesiyle bu ölüleri uyandırır. Bilmediği bir nedenle ansızın uyanıyor. Dünyaya kapkara düştü, taş gibi, gelişigüzel. Karanlıktan başka bir şey anımsamıyor bu yüzden.
Romanda sadece sokak çocukları, canlılar değil, bizatihi cansız nesneler, mesela sokağın ta kendisi de dile gelir. Devecioğlu’nun yaptığı onların ifadelerini almak, sessizliklerini, kelimelerini, “fikir”lerini, gerçeğe tosladıkları yerleri, işinde duygudaşlığa yer vermeyen bir dedektif ciddiyetiyle, “göğüs” cebinden çıkardığı, kenarları kıvrık defterine not etmek, kayda geçirmek, gerçeğinden ayırt edilemeyecek robot resimler çizmek, sonra da bile isteye bıraktığı kimi boşlukları doldursunlar diye okurların hayal gücüne emanet etmektir.
Ayşegül Devecioğlu edebiyatında hakikat metnin derinliklerine işlenmiş, satır aralarına gizlenmiş falan değildir. Gerçeğin yüzeyde olamayacak denli kutsal, gizemli, asil, ele avuca gelmez olduğuna dair ayyuka çıkan edebî rivayetler Güzel Ölümün Öyküsü’nde ıskartaya çıkar. Romanın yangınlarla kaplanması tesadüf değildir: Dünya kimileri için dönmemekte, bir ateş topunda yüzmektedir. Bacon’ın dediği gibi, “Ne gariptir, kara yolculuğunda üzerinde durulacak bunca şey varken, insanlar gök ile denizden başka hiçbir şeyin görülemediği deniz yolculuklarında gezi günlükleri tutmaktadır”. Oysa gerçek dediğimiz, orada, satıhta, bir çukuru doldurmuş su birikintisinde yüz üstü boğulmuş hâlde sallanmaktadır; yapılması gereken onu sırt üstü çevirmek ve teşhis temektir. “Ne yazık ki,” diye söyleniyor müdür, “artık ölüm cezası yok.” Yetiştirme yurdu müdürü yanılmaktadır, ölüm cezası sokaklarda kol gezmektedir: “başının üzerinde dam olmayan” her şey, çocuklar, “yaralı toprak” da ölmeyi beklemektedir. Ayrıca yaşayabilmek için beynin ölmesi şart’tır. Vesaire.
Güzel Ölümün Öyküsü, insan denen mahlukatın istenirse her yerde, her vakitte, her gövdede kıskıvrak yakalanabileceğine ilişkin unutulmuş bir gerçeği bir kez daha hatırlatır: Kral’ın öfkeli çelimsiz bir çocuktan başka bir varlığa, ne kadar uğraşsa da tanıyamadığı karanlık bir varlığa dönüşmesini izledi. Öfkesi ve hırçınlığının büyüdükçe artmasını. Huzursuzluğunu, bedenindeki gerilimi hissetti. Gücünün farkına varırken izledi Kral’ı ve sanki bu güç kendisine aitmiş gibi haz duydu.
Bizatihi kendisi sallantıda ve hayalet olan şey (romanın baş kahramanı Emenike) oradan oraya umutsuzca sürüklenirken şehrin, eşyanın sallantısına okurun tüylerini ürpertecek derecede gözlerini diker: Emenike, gece hayaletlerle dolaşmaya devam ediyor. Çılgınlıktan başka bir şey yok kafasının içinde. Evlerin birbirine benzerliği başını döndürüyor. (...) Beynini patlatıyor kafasındaki soruların yanıtını bulmak için. Kapalı perdelerin ardında, kısa ayağının altına tahta parçası sıkıştırılmış sehpalar var mı? Ona öyle geliyor ki, bu tür sehpaların bulunduğu evler birbirine benzer. Eksik kalan şeyler için eğri büğrü tahta parçalarına ihtiyaç duyarlar. Ama kusurlarını örtemezler. Bu evlerde babalar kaçıp gider, anneler erkenden ölür. Sehpalar dağılmaya teşne hayatları, kahramanları bir arada tutmak, sıkılaştırmak üzere işe koyulmuş, sık sık karşımıza çıkarılan romanın vazgeçilmez harçlarıdır; tıpkı yapraklar gibi, tıpkı toz gibi, birbirini hemencecik yalanlayan duygular, hayata dair fikirler gibi, tıpkı pembe rengi gibi, Emenike’nin Kral’a duyduğu aşkın ürünü “gizli dokunmalar” gibi, tuhaf sanrılar, rüyalar gibi tıpkı: Sonra rüyasında ruhunun, kararmış tahta raflar üzerinde düzgünce katlanmış eski bir elbise halinde yattığını gördü, fare rengi, şeffaf, şurasında burasında yırtıkları olan bir elbise.
Ayşegül Devecioğlu edebiyatında kişiler, olaylar, hayatta nasıllarsa öyle, rastgele, her an koptu kopacak çürük ilmeklerle birbirine bağlıdırlar. Bazı mahalleler “eninde sonunda enselenecek bir kaçak”tır. “Kimsesizlik ete kemiğe bürünebilen” bir olgudur. Katı gerçekler (çocukların ağzına tüküren bir psikolog, TOKİciler, konducular, hap ticareti, “Şerefsiz bölücüler!” söylemi, vs.) hiçbir yargıda bulunmadan romanı sıyırıp geçerler. Roman, neredeyse melodramatik diyebileceğimiz öğelerle bu denli haşırneşirken, dizginleri kahramanlarına bırakmaz; dingin, mesafeli anlatımıyla malzeme ile mesafesini korur. Dünya dönmeye devam edecek. Sabah, gece birbiri ardına, korna böğürtüleri, kaldırımlar, insanlar arasında, bir de o kükreme, betonun, inşaat kepçesinin, polis arabasının kim bilir neyin.
Güzel Ölümün Öyküsü Ayşegül Devecioğlu’nun yazarlığını olabildiğince abartmak, Ayşegül Devecioğlu eksenli bir edebiyat tanımı geliştirmek zorunluluğunun yeni bir örneğidir. Bu, okuruna bir “son” vermeyen, ona rahatlama/boşalma olanağı tanımayan bir edebiyattır. Bu, son yıllarda okuma deneyimlerinden derin, ulvi, alengirli anlamlarla ama her defasında sağ salim çıkmaya fena alışmış kimi okurların alışkanlıklarına ters düşebilecek bir edebiyattır; çünkü “basiti”, “sıradanı” tarif etmek, lakabın bittiği ismin canhıraş haykırıldığı yangın, savaş yerlerini anlatmak şu zamanlarda tahmin edilenden de zordur. Hayatın bağrından çıkarılıp romana taşınan (büyük harfli) Tedirginliği yalnız, uyumsuz, içe dönük, vs. kahramanlardan, durumlardan sağ(la)maya çalışan veya eserlerinin arasına yerli yersiz bir “bildiri”, “acil bir tarih dersi” sıkıştırmadan yapamayan yazarların tersine Devecioğlu Güzel Ölümün Öyküsü’nde, her türlü çalımdan, gösterişten uzakta, sepsessiz ama insanı büyüleyen anlatımıyla okura paralanacak bir içi, düğümlenecek bir boğazı, diken diken olacak tüyleri olduğunu hatırlatan bir yazardır. Ayşegül Devecioğlu edebiyatının en son, en sıkı kanıtlarından biri olan Güzel Ölümün Öyküsü okura sanki bu köhne dünyayı, sırf ona olan sevgisinden, bir barakaya tıkmış da bir “güzel” öldürmüş hissini doyasıya yaşatan bir romandır.
[1] https://www.goethe.de/ins/tr/tr/kul/sup/lit/zuh/21514858.html