"Kelimelerin peşinde koşmakta, yani yazmakta hayvani, vahşi bir yan var Devecioğlu’na göre. Başka deyişle, yazmak kelimeleri avlamaktır. Her öykü, yırtıcı bir hazzın ürünüdür âdeta. Bu avdan yazar her zaman kazançlı çıkmaz."
21 Ocak 2021 18:30
İster roman ister öykü olsun, Ayşegül Devecioğlu’nun herhangi bir kitabına ilişkin bir sohbete, onun diğer kitapları da karışacaktır. Bu karışma hâli Devecioğlu Edebiyatı için zorunluluktur denebilir.
Birincisi, Ayşegül Devecioğlu, yeni edebi arayışların peşinden koşmaktansa, ta en başından (Kuş Diline Öykünen) bu yana kendine has bir ritme, anlatım tarzına sımsıkı tutunan, bu tarzdan çok da fazla uzaklaşmayan bir yazardır. Neredeyse yirmi yıldır devam eden edebi uğraşında “tek bir kitap” veya “aynı kitabın devamını yazan yazarlar” kategorisine dahil edebiliriz onu. (Burada farklı arayışlar içindeki yazarları mahkûm etmek gibi bir niyetim yok, sadece edebi bir tercihten, edebi bir tutumdan bahsediyorum. Devecioğlu’nunkine benzeyen tercihin en büyük örneklerinden biri Yaşar Kemal’dir. Van-Adana hattı üzerinde seyreden dilini –mesela Deniz Küstü’de– İstanbul’a olağanüstü bir şekilde taşımasını bilmiştir.)
Devecioğlu’nun yeni kitabı Arkası Mutlaka Gelir’e, diğer öykü kitaplarının karışacak olmasının ikinci ve çok daha somut nedeni var… Yazarın ilk öykü kitabı Kış Uykusu’nun, kitapla aynı adı taşıyan ilk öyküsündeki kahramanlar veya Devecioğlu’nun verdiği adla “Onlar”, on iki yıl sonra Arkası Mutlaka Gelir’de, yine kitaba adını veren son öyküde karşımıza çıkarlar.
“Seninkiler çok huzursuzluk çıkardılar bu yaz,” dedi komşusu.
“Hangi benimkiler?”
"Canım şu kitapta yazdıkların!”
Mahalledeki pastanedeydiler. Kadın yanına oturmuş, selam sabah demeden konuya girmişti.
Yüzünde, olan bitenden –her ne olmuşsa– onu sorumlu tuttuğunu gösteren bir ifade vardı. Yazdığı kitapları hızlıca aklından geçirdi. Hangisiydi?
(s. 103)
Hayatın edebiyata, hakikatin kurguya, daha doğrusu edebiyatın / edebiyatçının işine karıştığı, iç içe geçtiği, bitmiş bir öykünün artık komşuluktan çıkmış, okura dönüşmüş birinin müdahalesiyle yeniden alev aldığı andır bu. Diğer öykülerde de görüleceği gibi, “geçmiş asla geçmez”, arkası mutlaka gelir.
Kitabın ilk öyküsü “Avcı”dan başlayarak “edebi” bir deliliğin hemen her yere, kederli veya muzip hâllerde sindiğini, çeşitli derecelerde, kitabı baştan sona katettiğini söyleyebiliriz. Kelimelerin peşinde koşmakta, yani yazmakta hayvani, vahşi bir yan var Devecioğlu’na göre. Başka deyişle, yazmak kelimeleri avlamaktır. Her öykü, yırtıcı bir hazzın ürünüdür âdeta. Bu avdan yazar her zaman kazançlı çıkmaz, yazmaktaki tekin olmayan yan (bu öyküdeki gibi) kimi zaman yazarın lehine işler, çevresi (kadın yazarın sevgilisi) ile arasına görünmez bariyerler çekmesine neden olur. Av peşindeki kadın yazar, ava dönüşmüş bulur kendisini. Sevgilisinin sürekli izlediği, ne yaptığını / yazdığını eziyet edercesine anlamaya çalıştığı bir öyküdür bu. Kelimelerin büyüsüne kapılmış kadın bir yazarın, aşk ilişkilerinde, karşısındaki için korkutucu, anlaşılmaz, yabanıl, delirmiş birine dönüşmesini okur da endişe ve belki de keder içinde izler. “Yazmasaydım delirecektim” formülünü tersine çevirir, eğer “gerçek’ten yazıyorsan delirirsin, delilikten geçersin” der gibidir.
“Üff yanık kokuyor” dedi, “ne yakıyorsun?”
“Defteri.”
“O hep saçma sapan kelimeler yazdığın defteri mi?”
“Defter işte.”
“Niye yakıyorsun?”
Bu arada ateşe attığı son kâğıt parçaları da alev almıştı, sararan kâğıdın üstündeki sedef kelimesine gözü ilişti.
“O sedef düğmeyi aldığımda,” diye mırıldandı.
Sedef kelimesinin bulunduğu bölüm kül oldu hızla. “Sedef yanıp giderken,” dedi yüksek sesle bu kez.
“Efendim!” dedi adam, “yeminle söylüyorum delisin sen!”
(s. 20-21)
“Adam” pekâlâ haklıdır. Sözcüklerin yok olurken, küle karışırken dahi okunabilir, peşinden koşulabilir olması, çağrışımları peşinden sürüklemesi yazma eylemine içrek delilikle açıklanabilir pekâlâ. Delilik ve yazı, avcılık ve yazma… Başlı başına felsefeyle cilveleşen etkinliklerdir bunlar.
“Görme Biçimleri” öyküsünde bu av veya delilik devam ediyor gibidir… John Berger’in Görme Biçimlerikitabıyla plajda güneşlenen bir kadın, bir çevirmen… Deliliğin belirdiği yer tam da burasıdır: “Plajda okunacaklar” arasına en son katılacak kitaplardan biridir Berger’inki. Düşüncelerimiz ya da inandıklarımız görüşümüzü belirler, diyen bir kitaptır bu. Plaj gibi bir yerde elbette bağırtılarla, sesle, yani görülme arzusuna dair beyanlarla bölünen bu kitap ve okuma eylemi, birdenbire göz ile kulak, görüntü ile ses arasında bir karşılıklılık olduğunu anımsatır bize. Yakışıklı bir adamla çıkagelen “çirkin”, “belki genelevde çalışan bir kadın” ve ona bakan başka bir kadın, olasılıkları büyüten, görme biçimlerini zenginleştiren ve daha da önemlisi görmenin karşılıklılığını, görenin görülene dönüşüverdiğini söyleyiverir bu öyküde.
Devecioğlu söz konusu olduğunda edebi etkinliğin yanına bir başka etkinliği, siyasi etkinliği de koymamız gerekir. Günümüzde, aralarında benim de olduğum pek çok kişi bildirilere imza koymanın, siyasi raporları okumanın ötesine geçemezken, Devecioğlu bu metinlerin çoğunu ve hatta 2021 Bütçesi gibi güncel sorunlara dair raporları bizzat kaleme almış veya yazılmasına katkıda bulunmuş bir edebiyatçıdır ve bu konuda edebiyatçı olarak pek yalnızdır. Peki bunlar birbirlerini besleyen veya birbirinden tırtıklayan etkinlikler midir? Bunlar gerçekte yazara sorulması gereken sorulardır, ancak biz “Tek Başlılığın Anatomik Eleştirisi” adlı öyküyü bu sorunun olumlu yanıtı olarak okuyabiliriz. Bu öyküyle Devecioğlu, günümüz Türkiyesi’ne, memleketin hal-i pürmelaline dair kapsamlı, ironik bir manzara sunan (edebiyat geçmişinde belki ilk kez) alegorik bir anlatımı seçmiştir.
İki başlı doğan bir bebek. Bu doğum karşısında, “tek başlı bir ülke”nin doktor ve hemşirelerinin yaşadıkları şaşkınlığı veya dehşeti dini argümanlara başvurarak karşılamaya, atlatmaya çalışmaları… Yüksek sesle okunan dualar, “kovulmuş şeytanın şerrinden Allaha sığınırım”, başhekimden sağlık bakanına, hatta ülkenin başkanına kadar yankılanan “euzü billahi mineşşeytaniracim”ler. Böyle “doğal” olmayan bir ülkede böyle bir “doğal” olmayan bir doğum “doğal” olarak devlet meselesi hâline dönüşür ve ortalık saf ırka dair tereddütler, soy sop araştırmalarıyla sarsılır. Her şey “hemen, daha az önce”ye aittir aslında, çok tanıdıktır. Devecioğlu bu sıyrılmaya, elimizden kaçıp kurtulmaya meyilli görüntülere, kavramlara âdeta suçüstü yapar. Bu “nahoş”, “çok başlılık sorunu”nu çözmeye yönelik, insanı dehşete sürükleyen ama öte yandan pek de yabancısı olmadığımız danışman önerileri, doğum sonrası alınan olağanüstü güvenlik önlemleri vs. ile öykü kara mizahın en sarsıcı örneklerinden birine dönüşür. Son on yılların tek başlılık siyasetinin karşısına Devecioğlu çokluk, başkalık arzusuyla çıkar. Tekliğe, tekçi siyasete, “nihai karar olma organı”na çoklu organlarla başkaldıran, tek’liğin imkânsızlığını sergileyen kaçınılmaz bir arzuya işaret eder.
“Avcı” öyküsündeki gerilimin eşdeğerlisine “Rüyada”da da rastlarız. Kadın-erkek ilişkilerindeki, kadını deliliğe çıkaran, onu çökerten yoldaki taşları az ya da çok erkeklerin sinsice, usul usul attıklarını anlatır bu öykü. Polisiye edebiyatın en sadık okurlarından biri olduğunu bildiğimiz Devecioğlu, Hollandaca yazılı bir tişörtü cinayet aletine, yuvayı suç mekânına dönüştürür. Kocanın, eşinin yanı başında sergilediği “ucuz bir tiyatro”, büründüğü “ikinci sınıf aktör havaları” vs. her şey eli kulağında, “kusursuz” bir cinayetin hazırlıklarıdır. Erkekliğin, hele de zinde olanının, zindeliğini erkenden çökerttikleri kadınlara borçlu olanının iktidarıyla baş edemeyen, onun altında ezilen kadınlar… “Avcı” öyküsündeki delilikle özdeş bir savunma silahı olarak, erkeğe karşı yönelmiş yazma eyleminden, kelimelerden yoksundur bu öyküdeki kadın kahraman. İzah edilemeyen, havada kalan, her şey olup bittikten sonra katlanıp elbise dolabına konulacak bir cinayet silahına dönüşen bir nesnenin, Hollandaca yazılı bir tişörtün açığa çıkardığı sarsıcı bir gerilimle baş başa bırakır bizi Devecioğlu; Ingeborg Bachmann’ın kişisel ve kederli tarifine, “faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar” cümlesine savurur.
“Yaşlılığın Tehlikeleri” için kitabın en kışkırtıcı öyküsü diyebiliriz. Gençliğinde sendikacılık yapmış, “eylemler, grevler, hapishane yaşamış” yaşlı bir solcu ile Bahçelievler Katliamı’na karışmış bir başka yaşlı faşist arasında gelişen, başta (tuhaf mı tuhaf) dostluğa benzer ve yıkılmaya mahkûm bir ilişki anlatılır bu öyküde. Geçmiş, bir kez daha, sanki adının tersine, geçen, geçip giden bir şey olmaktan çok, ortaya, açığa çıkmak, şimdiyi ve geleceği belirlemek için can atan bir şeydir. Geçmişin, onunla hesaplaşamadan geç(e)memesi, yok olamaması bir zorunluluk gibidir. Kış Uykusu’ndaki “Beşmeşelik’te bazı tuhaf işaretler” öyküsünde olduğu gibi, sıvalarla eğreti biçimde örtülmüştür, o üzerinde konuşulmayan, belki de bilinçdışına itilmiş olan.
“Yaşlılığın Tehlikeleri”nde, aynı zamanda anlatıcı olan solcu karakter “zaten bunlar çok eskide kalmıştı” derken, “bunlar” ortaya çıkıverir. Epey sert, okuru alışık olmadığı sorgulamalara itecek bir buluşmadır bu; başka bir deyişle, yorum yeteneğini oldukça zorlayan bir öyküdür. Sol harekete aktif olarak katılmış anlatıcının, “hayatlarından bezmiş yaşlılarla ömür tüketmesi”, “umut veya zafer beklentisi olmadan ölümü beklerken” birdenbire beklenen ölümün geçmişten, geçmişteki bir katliamdan çıkagelmesi… Bu öykünün hakkını vermek, öyküyü çözümlemek için okurun zamana ve tarihten psikolojiye farklı disiplinlere ait kavramlara ihtiyaç duyacağı söylenebilir.
Öte yandan, öykülerin diğer öykülerin kaldığı yerden sürdüğü, sanki öykülerin görünmez bağlarla birbirine bağlı oldukları bu öyküden hareketle iddia edilebilir… Mesela “Görme Biçimleri” öyküsündeki “görmek” kavramı, “Yaşlılığın Tehlikeleri” öyküsünde de belirir: “İnsanın kendini farklı görme isteği”nden söz edilir.
“Edebiyat Dersleri” herhalde kitabın en keyifli, ironik öyküsü… Hayata, insana, doğaya ve daha kim bilir nelere dair her şeyi açıklamaya, tarif etmeye, kitaptaki diğer bir öyküye gönderme ile “avlamaya” namzet edebiyatçının, farklı bir şekilde ava dönüşmesinin, belki de edebiyat iktidarının komik bir şekilde yerle bir olmasının ve bir bu kaybın –eğer bu bir kayıpsa– olumlu bir şeye dönüşmesinin öyküsüdür.
Kitaba adını veren son öykü, “Arkası Mutlaka Gelir”de, yazarın tabiriyle, “gerçek” ile “öykü” arasındaki belli belirsiz sınır çabucak aşılır, ta ilk öykü kitabının ilk öyküsüne dönülür. Aynı zamanda okurun / komşunun arsızca, teklifsiz bir şekilde öyküye karıştığı, öykü yazma edimini tetiklediği bir öyküdür (“Seninkiler çok huzursuzluk çıkardılar bu yaz,” dedi komşusu).
Devecioğlu edebiyatının göstergelerinden biri olarak yazarın roman veya öykü kahramanları arasına koyduğu mesafeden bahsettim sık sık. Hayatın veya düzenin veya sistemin veya edebiyatın veya şunun bunun pek ilgilenmediği, kenara attığı, sesini duymak istemediği, göz önünden uzaklaştırdığı kahramanlarla, mekânlarla, ayrıntılarla doludur onun yapıtları. Eleştirel bir mesafeyi koruyarak, kahramanlarıyla her türlü duygudaşlıktan kaçınarak, onları sadece izleyerek, anlamaya çalışarak yapar bunu. Devecioğlu onların / insanın bütün çelişkileriyle var olduğunu, alçaklık ile yücelik arasındaki mesafenin insani ve pek kısa olduğunu unutmayan ve bize sürekli hatırlatan bir yazardır.
“Arkası Mutlaka Gelir”e gelirsek… Devecioğlu, belki de yıllar öncesine (“geçmiş”e) dönmenin hızıyla, hüznüyle baş edebilmek için şiire (Ağlayan Dağ Susan Nehir’deki şiir yükünü unutmadan) ve hatta dahası kahramanlara teslim olmuş gibidir bu, kitabın en güzel, en özel öyküsünde. Öyküdeki sözcükleri ödünç alarak konuşursam, “umutsuzluk” ile “hayaller” arasında delirtici bağlantılar kuran kahramanlara hiç olmadığı kadar teslim olmuştur. Yanımızdaki yöremizdeki mekânların değişimlerinin şifresini vermiştir. Öyküdeki park, park olmaktan öteye “geçmiş”, “geçmiş”te “mahallenin tanık olduğu vahşetin üstünü örten” bir yer hâline gelmiştir.
Daha önce de dediğim gibi, geçmişin geçmemesi, bugüne musallat olması, aramızda dolanan bir hayalete dönüşmesi, on yıl önceki öykülerin, kahramanlarıyla beraber hortlaması, vahşet veya yıkımı bütün örtme, kapatma, silme girişimlerinin imkânsızlığı… “Her şey kabuslarıyla birlikte ustaca gizlenir”ken… Sadece geçmişteki bir öykünün değil, bir romanın kahramanları da bu öyküde boy gösterir.
Korktuğu şey, bu öyküde, yazarının başına gelmiştir: Kahramanları yazarı ele geçirmiş, ipleri ellerine almıştır. Yazara, kahramanlarının, o her biri deliye dönüşmüş mağdurların keskin, vahşi adalet çığlıklarına kulak kesilmekten başka bir şey kalmamıştır.
•