Batı İslâm’ı Çok Sevmişti ya da o işler sizin zannettiğiniz gibi değil

"İslamcılık ideolojisine ilişkin sosyo-politik tarih analizini süreklilik-kopuş içerisinde ve tarihsel gelişmelerin neden olduğu karmaşık katmanları ve ilişkileri göstererek sürdüren kitap, Batılı ülkelerin 19. yüzyılda başlayan ‘İslam siyasetleri’nin politik nedenlerini izah ediyor."

17 Şubat 2022 21:00

 

Tuhaf bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu garanti edebilirim. Patlayan bombalar, suikastlar, ülkeler arasında gezinen ajanlar, Batı kültüründen kaçıp Doğu kültürüne sığınan Avrupalı kadınlar ve her biri nevi şahsına münhasır insan hikâyeleriyle iç içe giren bir dünya tarihi içerisinde bir siyasal hareketin katmanlı ve karmaşık hikâyesini takip etmek başlı başına bir yolculuk.

Nuray Mert’in Batı İslâm’ı Çok Sevmişti: Batı’nın İslâm Siyasetleri ve İslâmcılık isimli kitabından bahsediyorum, kitap bu yılın başında yayınlandı. İslamcılık hareketinin tarihine ilişkin bir tür bibliyografya olarak da değerlendirilebilecek bu eser, İslamcılık, Oryantalizm ve Ortadoğu çalışmaları açısından Türkçede yazılan mühim eserlerden biri. Kitapla ilgili izlenimlerime geçmeden önce kitaptaki birçok tartışmanın Türkiye’deki İslamcılık yazını içerisinde neredeyse hiç yer almadığını ifade etmem gerekir. Bununla birlikte ele alınan konularla ilgili işaret edilen referanslar, konuların birbiriyle ilişkisinin kurulması, bilinen bazı tartışmalarla çalışmalara ilişkin yeni bakış açılarının geliştirilmesi ve farklı analizlerin karşılaştırılması, bu alandaki çalışmaların niteliğini yükseltmesi bakımından da önemli bir girişim olarak değerlendirilmeli.

İslamcılık hareketi, modern siyasi hareketler içerisinde Türkiye’nin yakın tarihini etkileyen sosyo-politik gelişmelerden biridir. Kendini, mazlum ve mağdur hisseden kalabalıkların siyasal ve kültürel temsilcisi olarak sunan bu hareketin Türkiye’deki tarihsel serüveni üzerine yazılıp çizilenler ise İslamcılığı var eden siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ilişkileri ve gereklilikleri çözümlemek konusunda özcü argümanlara başvurmaktan kendini alıkoyamıyor. Sadece akademik ilgiler açısından değil, popüler siyasal ve kültürel tartışmalar açısından da kolaycılık ve yüzeysellik gerçeklerin ve analitik tartışmanın önüne geçiyor. Elbette bu sadece İslamcılıkla sınırlı değil. Kamusal alanda müzakere edebilmenin ve genellemeleri aşıp ayrımları, farkları, nüansları tartışabilme becerisinin Türkiye’deki okur-yazar çevrelerin alışkanlıkları arasında olduğu pek söylenemez. Böyle bir çaba söz konusu olsa bile hem bu çevreler içerisindeki iktidar mücadeleleri hem de devlet ve egemen sınıflar eliyle bu tür ilgilerin sürekli sakatlandığından söz edebiliriz. Buna, 12 Eylül darbesi ve devamında Adalet ve Kalkınma Partisi  hükümetleri döneminde üniversiter alana yönelik düzleştirme politikalarını da ekleyebiliriz.

AKP iktidarı altında İslamcılığın farklı tonlarını tecrübe edegeldiğimiz on yıllar içerisinde İslamcılık hareketinin aslında kendine özgü herhangi bir düşünce içermediğini, kaba saba bir buyurganlıkla pespaye bir piyasacılık arasında sağcılığın bayağı bir formu olarak var olduğunu, gerçekçi ve uygulanabilir bir siyasal teklifi ve projesi olmak şöyle dursun, iyi olanı bile taklit edebilme kapasitesine sahip olmadığını birbirinden farklı olaylar vesilesiyle izledik. Peki, bu durum Türkiye İslamcılığının bir sorunu olarak mı değerlendirilmeli? AKP ve onun temsil ettiği İslamcılık siyasetleri açısından ‘iflas’ ettiği öne sürülen bu siyaset, dünyadaki diğer İslamcılık hareketleri açısından farklı bir biçimde değerlendirilebilir mi?

Cevaplaması kolay bir soru değil. Konuyla ilgilenen birçok isim İslamcılık siyasetlerinin bittiğini, İslamcılık hareketlerinin siyasal ve sosyal enerjilerini yitirdiklerini öne sürüyor. Ancak bu siyasetlerin ne olduğu, nasıl ve ne zaman ortaya çıktıkları, hangi ihtiyaçları karşılamak için ve hangi ilişkiler ağı içerisinde işlev kazandıkları, İslamcılık siyasetlerinin tarihsel olarak süreklilikleri ve kopuşları ve dolayısıyla bugün için ne anlama geldikleri bütünlüklü ve analitik çerçeve içerisinde pek tartışılmıyor. İşte Mert’in bu kitabı, tam da bu boşluğu doldurmak için verilen uğraşın bir ürünü.

Türkiye’de İslamcılık çalışmaları birkaç eksen üzerinden ilerliyor. Bunlardan ilki epey zayıf bir hat; Meşrutiyet sonrası İslamcılık düşüncesine ait metinlerin derlenmesine ve belirli tasnifler üzerinden siyasal analizlere dayanıyor. Diğer eksen ise Türkiye, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki İslamcılık hareketlerinin siyasal gelişimlerinin ve mücadelelerinin tanıtım kitapçığı denebilecek ve birçoğu akademik tez olarak hazırlanan çalışmalar. Ayrıca İslamcılık propagandası amacıyla yazılan hamasi ideolojik metinleri de zikretmiş olalım.

Mert’in kitabı İslamcılık bahsinde bu tür çalışmalardan tamamen ayrı ve özgün bir çalışma olarak değerlendirilebilir. İslamcılık ideolojisine ilişkin sosyo-politik tarih analizini süreklilik-kopuş içerisinde ve tarihsel gelişmelerin neden olduğu karmaşık katmanları ve ilişkileri göstererek sürdüren kitap, Batılı ülkelerin 19. yüzyılda başlayan ‘İslam siyasetleri’nin politik nedenlerini izah ediyor. Türkiye gibi İslamcılıkla ilgili çalışmaların nicelik olarak pek yeterli olmadığını, nitelik olarak ise vasatı aşmakta zorlandığını göz önüne alırsak, böylesi bir analitik çalışmanın doldurmayı hedeflediği boşluk daha iyi anlaşılabilir.

Kitap, Türkiye’de sağ siyasetlerin ve özellikle İslamcıların Batıdan ve Batılı olandan nefret etmeye varan aşağılık kompleksleriyle İslamcılık hareketini Batı emperyalizminin sonucu ya da “Batı’nın piyonu” olarak gören komplocu yaklaşımların içsel bağını göstererek yeni tartışmalar ve araştırmalar için bazı yol işaretleri de içeriyor. İslamcıların Oryantalizm kavramı altında Batılı olana yükledikleri anlamların tarihselliği kadar bunun siyasal karşılıklarını da tartışan yazarın, Edward Said ve onun okunma biçimlerine yönelik kritikleriyle İslamcıların kendilerini görme biçimlerine yönelik değerlendirmeleri, Türkiye’deki İslamcılık literatürü için ‘geç kalınmış yeni meseleler’ arasındadır. Yazara göre bugün popüler İslamcılık literatürü içerisinde geçen Oryantalizm kavramının varsaydığı Doğu ve zımnen işaret ettiği Batı ile gelişigüzel kullanılan “İslam dünyası” kavramsallaştırmasının varsaydığı ‘Müslüman’ tipolojisinin metafizik, sabit, özcü kavranışı, İslamcılık alanında çalışanların bile yeteri kadar hesaplaşmadıkları bir konudur.

Bilindiği üzere İslamcılığın ortaya çıkışı, genellikle Batılı ülkelerin Doğudaki ülkeleri işgal etmesiyle ilişkilendirilir, sonrasında buna tarihsel bir kök inşa edilir ve böylelikle peygamber Muhammed’in ve 7. yüzyıl Arap Yarımadası’ndaki site kent devletindeki topluluğun tecrübelerine kadar geri götürülür. İslamcılık açısından bu tarihsel okumanın ne anlama geldiği ve İslamcılığın aktüel politik mücadeleler içerisinde nasıl bir işlev kazandığı ise seküler-despotik rejimlere karşı hamasi ve dokunaklı mazlumluk retoriğine sıkışan ve genellikle herhangi bir bağlamı olmayan yorumlar eşliğinde aktarılır. Oysa Mert’in iddia ettiği üzere İslamcılık hem uluslararası güç mücadelesinin hem de ilgili toplumun içerisindeki güç odaklarının iktidar mücadelelerinin içerisinde gelişen ve kullanılan ideolojik ve retorik aygıtların başında gelmektedir. Yani İslamcılığın ortaya çıkışını Batılı ülkelerin istilasına ve anti-emperyalist bir siyasi tepkiye indirgeyerek açıklamak yetersiz olmakla birlikte, İslamcılık siyasetleri içerisindeki iktidar mücadelelerini gizlemektedir.

Türkçe İslamcılık literatüründe özellikle Osmanlı dışındaki Müslümanların modernleşmesini ve İslamcılıkla ilişkisini ele alan araştırmalara pek ilgi gösterilmediğini biliyoruz. Oysa İslamcılık, Osmanlı emperyalinin dışında kalan ve başta Britanya ve Rusya olmak üzere diğer emperyallerin uyruğu altındaki Müslümanların ideolojik ve politik açıdan araçsallaşmasında kritik bir rol oynamakla kalmadı, bu emperyal devletler içerisindeki güç mücadelelerinin önemli başlıklarından biri olageldi. Örneğin bir menkıbe gibi anlatılan Bonaparte’ın İslam’ı himaye etmek namına Mısır’ı işgal ettiğini söylemesi ve Mısırlıları Memlûk idaresinden ‘kurtarması’ sadece Fransa’nın Britanya ile mücadelesi ile sınırlı değildir, Büyük Savaş’a (Birinci Dünya Savaşı) doğru giden Avrupa’nın İslam siyasetleri açısından da önemli uğraklarından biridir. Ancak bunun Mısır-içi ve uzun vadeli bölgesel dengeler açısından nelere, hangi ilişkilere karşılık geldiği, genellikle İslamcılık literatürü içerisinde bilinmeyen, konu edilmeyen ve çoğu zaman ilişki kurulamayan bağlantılardır. Yazarın “Müslüman kimlik” meselesine bu yönden bakmayı teklif etmesi ve bu kimliğin inşasında Osmanlı-dışı emperyallerin birbirleriyle güç mücadelesini hesaba katması, bu alandaki literatür açısından önemli bir tartışmanın kapısını aralamaktadır. Özellikle Osmanlı’nın, Fransa’nın, Rusya’nın, Britanya’nın ve ilgili devletlerin arasında gerçekleşen iktidar mücadelesinde Müslüman-yoğun toplumların bir kimlik etrafında İslamcılaştırılması ya da bir “uyanış” yaşayarak hidayete ermeleri, yaklaşık bir asır sürecek sosyo-politik dönüşümün önemli aşamalarından biri olacaktır.

Türkiye’deki İslamcılık yazını içerisinde Birinci Dünya Savaşı temasının ihmal edildiği, genellikle ajan-provokatör imgesi olan Arabistanlı Lawrence ve benzeri isimlerden müteşekkil komplocu anlatılara ve klişelere sıkıştırıldığı söylenebilir. Oysa Büyük Savaş, kitabın içerdiği tartışmalardan da anlaşılacağı üzere, İslamcılık siyasetlerinin anlaşılması için kurucu öneme sahip bir dönem ve başlı başına bir ilgiyi hak ediyor.

Kitapta Birinci Dünya Savaşına giden sürecin Müslüman yoğun toplumlardaki siyasal ve sosyal dengeleri nasıl değiştirdiğini, milliyetçilik hareketleriyle İslamcılık hareketlerinin nasıl eklemlendiğini ve emperyal güçlerin kendi İslamcılıklarını oluşturma süreçlerini izlemek de mümkün. Hilafet tartışmaları bu sürecin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Türkçe İslamcılık yazını içerisinde hilafet konusu genellikle Cumhuriyet dönemini tartışmaları ya da dinî bir kurumun niteliği ve ihdası gibi ideolojik gerekçelerle ele alınmaktadır. Bilindiği üzere modern dönemde hilafet makamının bir din olarak İslamla ilgisi, İslamcılık siyasetlerinin sosyo-politik bir güce sahip olup olmadığı tartışmalarının bir sonucu olarak gündeme gelmişti. İlgili okuyucuların hatırlayacağı üzere, Kemal Karpat’ın İslam’ın Siyasallaşması kitabında hilafet makamının, Müslüman tebaanın emperyal güçler arasındaki mücadelelerde kullanılması için araçsallaştırıldığı ve bu amaç doğrultusunda neredeyse yeniden icat edildiği ifade edilmekteydi. Yazar, bu perspektifi kabul etmekle birlikte II. Abdülhamit’in halife unvanını çok daha esnek bir dış politika aracı olarak kullandığını, İslamcılıktan daha ziyade “İslâm’ın modern dönemde siyasallaşması süreci”nin bir parçası olduğunu öne sürer. Bu sürecin devamında ise “Alman Cihadı” başlayacak ve İslamcılık siyaseti, Müslümanların fanatikleştirilmesiyle Rusya’daki Müslümanların kışkırtılması için kullanılacak ve bu esnada Britanya kendi ‘Kureyşî’ halifesini güçlendirmek için İttihad-ı İslam kavramından hareketle İslamcılık siyasetlerini yeniden düzenlemenin yollarını arayacaktı.

Kitapta yazarın dikkat çektiği önemli hususlardan biri, Birinci Dünya Savaşı konjonktürünün İslamcılık açısından henüz bitmediği, o dönem içerisinde üretilen kavramların ve anlayış biçimlerinin farklı ihtiyaçlara cevap vermek için yeniden üretilerek günümüze kadar gelmeyi başardığı ve Büyük Savaş öncesinde başlayan emperyal Avrupalı ülkeler arasındaki güç mücadelesinin İslam dininin siyasallaştırılmasında etkili olduğudur. Buna, Müslüman okur-yazarlar arasında bir anda popüler hale gelen cihatçılık ile antisemitizmi de ekleyebiliriz.

“Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Oryantalistler ve Oryantalizmin Batı emperyalizminin araçları olduğu şeklindeki yaklaşım, bir yandan sol emperyalizm eleştirileri, diğer yandan milliyetçi, muhafazakâr ve İslâmcı söylemler çerçevesinde sıkça ifade buluyordu. Ancak Said’in çalışmasının bu çerçeveye metin analizleri üzerinden derinlik kazandırdığı söylenebilir. Diğer yandan, Said’in kavramsallaştırmasında, Batı dışı dünya ve özellikle Müslüman coğrafyada ‘Batı hegemonyası’nın belirleyici olduğu fikri hâkimdir” (s. 126).

Türkiye’deki yaygın İslamcılık literatürü içerisinde Oryantalizm üzerine düşünme, onu yorumlama, anlama ve açıklama girişimlerini tersyüz eden, Said ve onun yaklaşımı üzerinden Oryantalizm kavramsallaştırmasının sınırlılıklarını yeniden değerlendiren yazar, farklı Oryantalizm türleri arasında gezinerek konuyu karşılaştırmalı bir biçimde ele alıp, bu konudaki ezberleri sarsmaya çalışıyor. Buradaki dikkat çekici kritiklerden biri yerel iktidar ilişkileri ve yereldeki güç mücadeleleriyle ilgilidir. Batı emperyalizmini ve sömürgecilik faaliyetlerini eleştirmek için kurulan epifenomen ikilikler ve karşıtlıklar, kültüralist sağ ideolojilerin Oryantalizm eleştirilerini sahiplenmesine ve pre-modern ilişkileri bir öz olarak siyasal mücadeleye ve retoriğe dahil etmelerine neden olmuştur. Yazara göre Oryantalizm kavramsallaştırmasının İslamcılık ideolojisine etkisi arızidir ve bu tartışma hem yerlicilik hem de Batılılaşma tartışmaları açısından işlevseldir. Sadece Said ve takipçilerinin değil, Batılıların ve modernleşmecilerin de İslamcılık hareketinin özgün bir biçim kazanmasına yönelik etkisini anlamak için Oryantalizm eleştirilerinin müstakil bir tartışmayı içermesini ve bu alandaki literatürü genişletmeyi teşvik etmesini umuyorum.

İkinci Dünya Savaşına giden meşum süreç içerisinde İslamcılık siyasetlerinin Avrupalı güçler ve Sovyetler etrafında bölünmeye devam ettiğini biliyoruz. Sovyetler’in egemenliği altında yaşayan Müslüman-Türkî topluluklar olduğu gibi, Nazilerle işbirliği yapan Müslüman ulema ve emirler de vardı. Türkiye Cumhuriyeti de bu sürecin bir parçasıydı ve İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte Türkçülük-Turancılık ve İslamcılık siyasetlerini dikkatle takip ediyordu. Yazarın İkinci Dünya Savaşı sürecinde farklı ülkelerde yaşayan ve Türkiye’den Japonya’ya, Balkanlar’dan Hint alt kıtasına uzanan etnik toplulukların İslamcılık üzerinden egemen güç ilişkilerine nasıl bağlandığını gösterdiğini ve ilk modern İslam devletinin, Pakistan’ın kuruluş hikâyesini de bu sürece bağladığını ekleyelim.

İslamcılık hareketleri söz konusu olduğunda Soğuk Savaş dönemi, birkaç tema dışında pek çalışılan bir dönem değil. İslamcılık siyasetleri için büyük fırsatlar içeren bu altın dönem içerisinde İsrail ve Pakistan’ın kurulmuş olması, ABD’nin anti-komünist propagandaları ve faaliyetleri için İslam’ı yeniden siyasallaştırması ve 20. yüzyıl başında yükselen pan-Arabizm’in pan-İslamizm haline dönüşmeye başlaması açısından dikkate değerdir. Soğuk Savaş döneminin birbirinden ayrı kompartımanların içinde gerçekleşen olayların birbiriyle ilintisini anlamak ve birbirine karşı gibi görünen ilişkilerin ortak çıkarlar etrafında örüldüğünü göstermek bakımından ilginç örneklerle dolu olduğunu kitaptaki detaylar sayesinde anlıyoruz.

Soğuk Savaş sonrası dönem ise İslam ve demokrasi tartışmalarının gündeme geldiği ve ‘İslam dünyası’ denerek tek tipleştirilen toplumlarına yönelik bakış açısının neden olduğu, politik, ekonomik ve askerî krizleri içeren bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Ortadoğu kadar Kuzey Afrika’daki bazı ülkelerdeki İslamcılık siyasetlerinin de İslamcılık hareketi içerisinde etkin bir rol oynamaya başladığını anlıyoruz. “Tarihin Sonu” anlatısının egemenliği altında kurulan yeni düzen içerisinde İslamcılık siyasetleri, artık farklı dinamikler çerçevesinde yeniden şekillenmektedir. Örneğin ılımlı ve radikal İslam ayrımı ve tanımlamaları ülkedeki ve bölgedeki güç ilişkilerine göre değişmekte, İslamcılık siyasetleri mezhepçilik ekseninde yeniden düzenlenmektedir. Bu dönemin sıra dışı gelişmelerinden biri, okuyucuların da hatırlayacağı üzere, Siyasal İslam’ın İflası üzerinden tartışılan demokrasi ve İslam ilişkisinin rotasıdır. Yazarın bu döneme ve bu dönemde etkili olan görüşlere ilişkin eleştirilerinin özgün bir yanı olduğuna kuşku yok. Yakın geçmişte abartılı övgülerle dile getirilen bu görüşlerin bugün neredeyse unutulmuş olması bile başlı başına bir meseledir.

Arap Baharı ise bütün bu gelişmelerin düğümlendiği ve sahnenin kapanmaya yüz tuttuğunu gösteren kritik gelişmelerden biri. Yazarın bu bölümde yaptığı tartışmalar içerisinde en önemli olanlarından biri, Arap Baharı öncesi durumun nasıl geliştiğini ve devamında Arap Baharı sürecini büyük bir coşkuyla alkışlayan bazı isimlerin ilerleyen gelişmeler neticesinde nasıl açığa düştüklerini göstermesidir. Sadece bir dönem muhasebesi olarak değil, İslamcılıkla ilgili yüz yıllık muhasebe açısından da Arap Baharı’nın değerlendirilmesi gerekir. Dinsel milliyetçilik hareketi olarak İslamcılığın Arap Baharı üzerinden kazandığı ivmenin entelektüeller tarafından anlaşılma ve aktarılma biçimiyle bugün Türkiye’de tecrübe edilen otoriter rejim arasında kurulan içsel bağ, bütün kitap boyunca takip edilen gelişmelerin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dünyanın ve İslamcılık hareketinin Türkiye’den ibaret olmadığını, Türkiye’de olup bitenleri anlamak için dünyada neler olup bittiğini anlamak gerektiğini düşünenler için Mert’in kitabı gerçek bir başucu eseri. Sadece kaynakçası bile bu alanda çalışan ya da bu alana ilgili olan okuyucular için başlı başına bir değer içeriyor. Umarım bu kitaptaki argümanlara karşı etkili eleştiriler ve analizler geliştirilir ve bu alandaki Türkçe literatür bu vesileyle daha da zenginleşir.

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Rudolph Valentino'nun ünlü filmlerinden Şeyhin Oğlu'nun (1926) afişinden ayrıntı