Yalnızca kendi çıkarlarını korumayı dert eden yönetici gruplar, mucizeler meydana getiren lider onun hakkından gelebilecek bir rakiple karşılaşır karşılaşmaz paramparça olacaktır
29 Ağustos 2019 10:00
Bir zamanlar Adorno’nun milliyetçilik hakkında söylediği şeyi çeşitlendirecek olursak, bugün faşizmin hem miadının dolmuş hem de güncel olduğunu ileri süreceğim. Bunu iki dünya savaşı arasındaki dönem ile günümüz arasında basit anolojiler kurmak için bir ruhsat olarak ele almak yerine, iki dünya savaşı arasındaki dönem ve Nasyonal Sosyalizmi tanımlamak için kullanılmış kategorilerden bazılarını incelemek ve bu tanımların günümüzde hem devam eden önemlerini hem de köhneliklerini irdelemek istiyorum.
Radikal sağın uç kesimine özgü sözler ve eylemlerin Donald Trump döneminde normalleştirildiğine şüphe yok. Bunun en çarpıcı kanıtıysa Charlottesville isyanları sırasında Trump’ın her iki tarafta da iyi insanlar olduğunu iddia etmesiydi. Amerikan siyasetinde “meczup aşırılar” [lunatic fringe] denen kimseler bu tür beyanlarla itibarlı kılınıyor; beyaz üstünlüğü taraftarı ideolojisini hasır altı edecek kadar masum görünen bir terim olan “alternatif sağ” örtmecesi de bu sürece katkıda bulunuyor. Adorno demokrasi dâhilindeki faşist eğilimlerin akıbetinin demokrasiye karşıt faşist eğilimlerin akıbetinden daha tehlikeli olduğu yolunda da uyarıda bulunmuştu. Bugün içinde bulunduğumuz durumda, Adorno’nun ayrımının bir anlam ifade ettiğini görüyoruz. Wendy Brown’un Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi’nde nefis biçimde tahlil ettiği demokrasi-içi eğilimler, ABD’de demokrasiye karşı bariz eğilimlerle kaynaşıyor. Trump rejimi her ikisine de katılıyor. Yüksek Mahkeme’nin yakınlarda meşruluk kazandırdığı, seçim bölgelerinin sınırlarını değiştirerek seçim sonuçlarını etkileme işlemi yoluyla Cumhuriyetçilerin oy verme haklarına yaptığı sistematik saldırıları düşünelim sadece. Ya da Mark Zuckerberg’in “Hızlı hareket et ve bir şeyleri yık” şiarıyla Trump’ın ABD’deki idari kurumlara günbegün saldırması ve parçalamasını (Steve Bannon’ın “idari devleti yapıbozumuna uğratma” talebi ve Breitbart’ın “Demokrat medya bloku”na saldırma çağrısıyla bütünüyle ahenk içinde olan bir pratiktir bu) karşılaştıralım. Trump, Twitter’ı ve o sahte “yalan haber” mantrasını seçmenlerin kendilerinden şüphe etmesini sağlayarak onları manipüle ederken, hukuk ve anayasa, sağlık hizmetleri, çevre, barınma, dış politika ve iklim değişimiyle bağlantılı idari kurumların gerçekten yapıbozuma uğratılması tutarlı bir biçimde pek manşetlere taşınmıyor. Avrupa Birliği’nde sağcı partiler güç kazanmakta, ama bir iki istisna dışında (henüz) ana akım değiller. ABD’de ise Cumhuriyetçiler, Almanya’da AfD [Almanya için Alternatif] ya da Fransa’daki Ulusal Cephe’nin son vücut bulmuş hâline kıyasla ana akım ve daha sağcı bir konumda duruyor.
Ne var ki, bugün faşizm hakkında konuşmayı kaçınılmaz kılan şey Charlottesville ve uzun zamandır kapanmayan bir yara olan beyaz üstünlüğü taraftarı sağın zombi faşizmidir. Aynı zamanda, Trump’ı Hitler’e ya da Mussolini’ye benzetmenin, olsa olsa karşı çıktığı şeyin bir aksi olan biçare bir anti-faşizme tekabül ettiği açıktır. Özensizce kurulan bu analoji, birçok Amerikalıya faşizmin Amerikan siyasetine içsel bir şey değil de Avrupa’dan ithal edilmiş bir şey olduğunu da düşündürebilir. Ne de olsa Hitler, New Yorklu avukat Madison Grant’ın The Passing of the Great Race’ini [Büyük Irkın İntikali] (1916) kutsal kitabı bilmişti. Ve 1935 tarihli Alman ırk yasası, Amerikan ırk mevzuatını model almıştı. Faşizm zaten her zaman ulus-ötesi olmuştu; bugün de Avrupa’da ve ötesinde öyledir. Bunu unutmakla kendi ayağımıza sıkmış oluyoruz.
1935’te yazdığı Zamanımızın Mirası adlı kitabında Alman felsefeci Ernst Bloch faşizmi temel çelişkilerin kültürel sentezine dayanan toplumsal bir kitle hareketi olarak çözümlemişti. Faşist ideolojinin iki karşıt eğilimle yarıldığını öne sürmüştü: teknolojik modernleşme ve gerici modernizmin karşısında, Alman milletinin ruhu ile özüne ve yüce çağrısına duyulan mitik inançlar. Üçüncü Enternasyonal’deki Marksist solun feci bir biçimde göz ardı ettiği bu tür mitik inançlar, Bloch’un Unglecihzeitigkeit (eşzamansızlık) kavramında idrak ediliyordu. Bu kavramın faydası, Alman nüfusunun çeşitli kesimlerinde zamansal algı ile yaşantı, modern yaşama tarzları ile pre-modern yaşama tarzları arasındaki yarılmaya işaret etmesiydi. Bloch, yaşam deneyimleri metropol modernitesinin hızıyla kesişmemiş köylüler ya da alt orta sınıflar arasında seferber edilebilen sözümona “irrasyonel” ya da “mitik” tahayyüllerin kuvvetini vurgulamış ve Führer’in karizmasına, Blut und Boden’a [Kan ve Toprak], kentsel modernite aleyhtarlığına, ırksal üstünlüğe ve völkisch ideolojiye yönelik sloganlara, yani arkaik değil de bütünüyle modern olan bu sloganlara kolayca kapılabilecek durumda olan bu toplumsal katmanlara sirayet etmiş muhtelif deneyim zamansallıklarına odaklanmıştı.
Homojenleşme olarak değil, birbiriyle çelişen boyutların derlenip toplanması olarak kültürel sentezin, bugün ABD’de muhafazakâr hareketin farklı katmanları ve çeşitli seçmenleri bağlamında mevzubahis olduğunu belirtmek gerek. 1980’lerde yeni-muhafazakârların açtığı “kültür savaşı,” bugün ABD’de alternatif sağın kültürel açıdan kendini hiç olmadığı kadar radikal bir biçimde kavramasına dönüşmüştür. Zaten onların gözünde yeni-muhafazakârlar “yavşak muhafazakârlar”dır [cuckservative]. Postmodernizm ve postyapısalcılığın üniversitelerdeki etkisine saldırmakla yetinmeyen alternatif sağ bir umacı daha oluşturmuştur: Amerikan değerlerine ihanet edilmesinin müsebbibi addedilen ve siyasî doğruculukla eşleştirilen kültürel Marksizm. Şimdilerde kültürel Marksizm bir zamanlar Bolşevizmin Nazi ideolojisinde hâkim düşman imgesi olarak tuttuğu söylemsel uzamda duruyor. Bugün ne (Nazizmde olduğu gibi) siyasetin önceliği ne de (geleneksel Marksizmde olduğu gibi) ekonominin önceliği egemendir. Alternatif sağ, kültürün önceliğini seferber etmektedir.
Yakın zamanlarda çıkan, A Fair Hearing: The Alt Right in the Words of Its Members and Leaders [Âdil Bir Duruşma: Kendi Üyelerinin ve Liderlerinin Sözleriyle Alternatif Sağ] adlı bir makale derlemesinin arka kapak yazısında alternatif sağın “evvela bir düşünsel hareket” olduğu söylendikten sonra, bu hareketin temel amacının “sola karşı anlamlı bir direniş sunmak ve nihayetinde onu bozguna uğratmak” olduğu belirtiliyor. Takdim yazısında editör George T. Shaw hareketin hedeflerini dobra dobra anlatıyor: “Çeşitlilik ve çokkültürcülük… genellikle beyaz toplulukları daha yoksul, daha tehlikeli kılıyor ve sonunda hayatı onlar için yaşanmaz hâle getiriyor.” Ayrıca: “Beyaz soykırımı yoldadır,” çünkü “Devletin, üniversitelerin ve medyanın feminizmi, çeşitliliği, açık saçıklığı, homoseksüelliği ve transeksüelliği teşvik etmesi gibi kültürel manipülasyonlar beyazların doğum oranlarını ağır biçimde bastırıyor.” Açıkçası, kültürel sentezin çağdaş versiyonu budur, ama Bloch’un kastettiği anlamda nesnel bir eşzamansızlığa mı dayanmaktadır? O günler ile bugünün ABD’si arasındaki farkın bir işareti, 21. yüzyıl ABD’sinde bu tür bir Ungleichzeitigkeit’ın artık varolma ihtimalinin bile olmamasıdır belki de. Kitle medyası ve sermayenin kuvvetiyle yaşam dünyalarının homojenleştirilmesi sonucunda, gerçek yaşamdaki farklı zamansal deneyimler çoktandır tarumar edilmiş durumdadır. İnternet ve sosyal medya çağında hüküm süren, şimdiki zamandır.
Kırmızı eyaletler ve mavi eyaletler, kırsal alanlar ve kentsel merkezler arasında siyasî bir uçurum var elbette. Fakat iki dünya savaşı arası dönemin Avrupa’sına benzer biçimde Amerikan hayatında varolan bu tür son derece gerçek ekonomik ve toplumsal farklar, liberal kentli elitlerin hâkimiyetindeki yozlaşmış bir şimdiki zaman ile daha sahici bir geçmiş arasında bir tür sunî, büyük ölçüde öznel bir Ungleichzeitigkeit yaratmak üzere kültürel açıdan yeniden kodlanmıştır. Trump’ın Washington bataklığını kurutma ve Amerika’yı yeniden büyük yapma vaadinde ifade bulan bu dünya görüşü, Fox News, Sinclair Yayıncılık Grubu ve Murdoch’ın gazetelerinin aralıksız propagandasıyla besleniyor. Gelgelelim, iki dünya savaşı arası dönemin faşizmine özgü mecazların ve imgelerin canlanışının zuhur ettiği temel mecralar –bu arada, söz konusu canlanışın kendisi yeni bir biçimde (un)gleichzeitig [eşzamansız/eşzamanlı] hâle gelmiştir– Twitter, Facebook, Youtube, Reddit, Discord, 8chan gibi platformlardır tabii ki. Erişilebilir tüm geçmişi emip kendi ebedî şimdisine katan internet, Bloch’un kastettiği anlamıyla gerçek Ungleichzeitigkeit’ın altını oymuştur.
İki dünya savaşı arasındaki dönemle karşılaştırıldığında diğer pek çok fark ayan beyan ortadadır. Hitler ya da Mussolini’nin aksine, Trump’ın yüzünü geleceğe çevirmiş ütopik bir vizyonu yoktur. Milleti kitlesel bir hareketle birleştiren büyük karizmatik lider değildir. Trump bir bütün olarak millete değil, yalnızca kendi tabanına seslenmektedir. Mitinglerinde güçlü adamı oynamakta, kalabalıkları kışkırtmakta, ama aynı zamanda, tıpkı alternatif sağın ifade özgürlüğünü sansürleyen liberallerin mağduru olduğunu iddia etmesi gibi, derin devletin kendisini mağdur ettiğini iddia etmektedir. Naziler de mağduriyet kartını oynamıştı tabii (Versailles, Dolchstosslegende [Sırtından Bıçaklanma]), ama ideolojik açıdan ayartıcı bir Alman geleceği vizyonuyla dengelenmişti bu. MAGA [Make America Great Again] sloganı en iyi ihtimalle bir Schwundstufe [sıfır derecesi], böyle bir vizyonun kalıntısıdır. Debdebeli Nazi törenleri ile bir beyzbol şapkası arasındaki fark budur. Geniş çeşitlilikteki anıları, fantazileri ve hayalleri kapsayan bir başka Amerika’ya yapılan bu kasten biçimsiz çağrının gerçek etkisi konusunda epey şey yazılıp çizildi: sırf II. Dünya Savaşı sonrası o güzel günlerdeki yüksek ücretler ve tam istihdam değil; aynı zamanda Konfedere Eyaletler ve on yıllarca süren Jim Crow yasaları; sırf II. Dünya Savaşı’nda faşizme karşı kazanılan zafer değil; aynı zamanda, hiç iktidara gelmemiş Amerikan faşizminin yerli biçimlerinin romantikleştirilmesi. Geçmişteki ihtişam ve âdi beyaz üstünlüğü rüyaları, mitinglerinde Trump’ın takipçilerini galeyana getiren patlayıcı karışımın iki ayrı yüzüdür. Trump’ın başkan olmasının üstünden neredeyse üç yıl geçtikten sonra, herhangi bir kişinin MAGA’nın mümkün olduğuna inandığını düşünmek zordur. Ne var ki, kayıp sonrasındaki bir arzu simulakrumu olarak bu slogan epey etkili olmuştur. Gerçekliğe ne kadar az hükmediyor gibi görünüyorsa, Amerika’nın yeniden büyük hâle getirilmesini engelleyen sinsi bir düşman imgesine o kadar gereksinim duyuyordur.
Bu da beni alternatif sağın kültürel Marksizm umacısına geri getiriyor. İki yıl evvel, Trump’ın seçilmesi ve Steve Bannon’ın Beyaz Saray’a yerleşmesiyle birlikte, Amerikan beyaz milliyetçi söyleminde bête noire olarak Frankfurt Okulu’nun rolü kafama dank etmişti. Bu fikir Andrew Breitbart’tan çıkmamıştı, ama Breitbart bu fikrin internette ve sosyal medyada yayılmasında en çok payı olan kişiydi. Righteous Indignation: Excuse Me While I Save the World! [Haklı Öfke: Müsaadenizle Dünyayı Kurtaracağım!] (2011) adlı kitabında Breitbart’ın kendisi işte şöyle demişti: “Tulane’de bizi öğretilen malzeme Eleştirel Teori’nin ta kendisiydi. Bu kelimenin tam anlamıyla, herkesi, her yerdeki her şeyi eleştiren bir teoriydi. Sosyal bilimleri kullanarak toplumsal dokuyu parçalamayı amaçlayan bir girişimdi; ... statükonun sonsuz ve bitimsiz eleştirisi, tüm yerleşik kurallar ve normlara karşı bir ergen isyanıydı…. Tüm bunların ardındaki esas fikir her şeyi temelde anlamsızlaştırarak toplumu tamamen işlemez hâle getirmekti.”
“Ergen isyanı” tabiri kulağa biraz tuhaf geliyor. Eleştirel teorisyenlerin hiçbiri, kültür endüstrisi ve Aydınlanma’nın karanlık yüzüne dair çalışmalarını geliştirirken ergen değildi. ABD’deki alımlanışları ise temelde 1960’lardaki gençlik isyanlarıyla bağlantılandırılır – Breitbart’ın ve özellikle de, belgesel-kurmaca filmi Generation Zero’da [Sıfır Kuşağı] Amerika’nın çöküşünden altmışlar kuşağını sorumlu tutan Bannon’ın bir takıntısıdır bu. Generation Zero’da altmışlar kuşağı hem üniversitelerdeki kültürel Marksizmin hem de 2008’deki bankacılık krizinin sorumlusu olarak görülür. Eski zamanların zombivari bir çeşitlemesidir bu: Bolşevikler ve bankerler.
ABD’de takriben 1946 ilâ 1964 arasında doğanlara [baby boomers] dönük bu takıntı Clinton yıllarına geri götürür bizi. Liberalizme daha iyi saldırmak için onu daima komünizmle ilişkilendirmiş bir kuruluş olan Accuracy in Academia’da [Akademide Doğruluk] 2000 yılında yapılan bir toplantıda, bir başka sağcı yazar, Willliam S. Lind, “Siyasî Doğruculuğun Kökenleri” hakkında etkili bir konuşma yapmıştı. Lind’e göre, siyasî doğruculuk “ekonomik çerçeveden kültürel çerçeveye tercüme edilmiş Marksizm”dir. Onun pek çok yerde yaptığı konuşmaların yüzeysel ve dağınık odağında Lukács, Gramsci, Marcuse ve Frankfurt Okulu vardı – bunlardan en sonuncusu bilhassa tehlikeliydi, zira Nazilerden kaçarak ABD’ye göçerken Marksizmini saklamayı başardığı iddia ediliyordu. 1946 ilâ 1964 arasında doğanlara yönelik genelleştirilmiş saldırı epeydir muhafazakâr bir klişe olmuştur, ama bunun doğrudan silah hâline getirilmesinin sonraki kuşaklarla, özellikle de Y Kuşağı ve X Kuşağı’yla uyuşacağı düşünülmüştür.
Sağcıların Frankfurt Okulu ve kültürel Marksizme olan bu tuhaf takıntısından başka bir yazımda bahsetmiştim.[1] Açık Antisemitizmden hâlâ büyük ölçüde çekinildiği bir zamanda, Frankfurt Okulu sağcıların gözünde Yahudi etkisini anlatmak için kullanılan makbul bir kod adıydı. Fakat bununla, eleştirel teorinin yaygın ve sapkın bir anlayışla Amerikan demokrasinin mezar kazıcısı olarak anlaşılması arasında seçmeli bir yakınlık da vardır. Eleştirel teorinin tuttuğu aynaya ve ırk nefreti ve medya tahakkümüne dair analizine bakacak olursa, Lind, Breitbart, Bannon ve şürekası kendilerini ve tarihlerini görebilir. Frankfurt Okulu’na dönük aşırı saldırıları bizzat kendilerinin yanlışlıkla karşıtlarını yapmakla suçladıkları şeyi yapmakta olduklarına işaret eder: Amerikan siyasetini ve kültürünü altüst etmek. Sahi, toplumu işlemez kılmak ile idari devleti parçalamak arasındaki fark nedir? Her şeyi anlamsız kılmak ile komplo teorilerine dayalı sahte haberler yoluyla alternatif olgular yaratmak arasındaki fark? Adorno ve Horkheimer bu tür mimesis, yansıtma ve tersyüz etme süreçlerini Aydınlanmanın Diyalektiği’nde analiz etmişlerdi. Leo Löwenthal ve Norbert Guterman 1949 tarihli Prophets of Deceit [Düzenbazlığın Peygamberleri] adlı kitaplarında faşist eğilimleri gayet özlüce anlatmışlardı: Sağcı ideolojinin takipçisi “düşmanın ters yüz edilmiş yansımasından başka bir şey değildir.” Keza, alternatif sağ, solcu eleştirinin stratejilerini uyarlamış ve onları solun kendisine karşı çevirmiştir: Solun beyazlara karşı ırkçı olduğunun kanıtı olarak ırkçılık karşıtlığı vs. Buna göre, kültürel Marksizmin sözümona isyanına sağın karşı-isyanıyla cevap verilmesi gerekiyordur. Dost/düşman şeklindeki Schmittçi düşünce tarzı gerçek dünyada işte bu aynalı salonu üretir.
2016’da Trump’ın, Löwenthal/Guterman’ın faşist ajitatör tanımını yeniden ete kemiğe bürünmüş hâli olarak düşünmek iyice cazip görünüyordu: “Ajitatörün sözleri çoğu zaman muğlaktır ve ciddiyetten uzaktır. Onu bir yere oturtmak zordur, zira bile isteye rol yaptığı izlenimini verir. Kendine bir belirsizlik payı vermeye, doğaçlamalarından herhangi biri fos çıktığı takdirde geri çekilme olanağı sağlamaya çalışıyor gibidir. Kendini bir söze bağlamaz; zira, en azından bir süreliğine, görüşleriyle hokkabazlık etmek ve güçlerini sınamak istiyordur. Makbul olan ile yasak olan arasındaki muğlak alanda devinen ajitatör, esprilerden çeşitli anlamlar uyandırabilecek sözlere ve çılgın taşkınlıklara varıncaya dek her türlü gereci kullanmaya hazırdır.”
Öte yandan, faşist ajitatörün maskaralıkları ve çağrılarının, onları alımlayıp kör itaate dönüştürecek bir “otoriter kişiliğe” ihtiyaç duyduğu iddiası bugün daha az ikna edici gözüküyor. Düşünce tarihçisi Peter Gordon yakın zamanlardaki bir yazısında, Adorno’nun “nesnel sosyo-ekonomik koşullar ile bireysel kişiliklerin öznel nitelikleri arasında bir karşılıklı bağlantı… geliştirme” girişiminde kimi kavramsal kusurlar ve sınırlılıklar bulunduğuna işaret etmişti. Tarihsel farklar da bu görüşü bugün sorunlu kılmaktadır. Evet, çoğu Trump’ın erkek tabanının bir parçası olan Archie Bunker’lar hep olacaktır, ama bu psikolojik tip bir zamanlar toplumda hâkim olmuş olsa bile, artık öyle değildir. Bildik orta sınıf değerlerin artık sorgu sual edilmeyen bir meşruluğu yok; cinsel bastırma ve otoriter teslimiyet de ayrıcalıklı davranış biçimleri arasında değil. Demokrasinin kendisini hedef tahtasına oturtan, otoriter güçlü adam ve dağıtıcı güç olarak büyük lidere hayranlıkla mükemmelen uyuşan radikal sağın anti-otoritarizmini ve anti-konformizmini görmemiz şart.
Faşist ajitatörün çalışma tarzları da zamanla değişmiştir. Otoriteyle ve ajitatör Başkanımızla kurulan ilişki bakımından esaslı farklar ortaya çıkmıştır. Bugün ile iki dünya savaşı arası dönem arasında kimi benzerlikler olduğu elbette yadsınamaz, ama ajitasyonun ve Adorno’nun deyişiyle, ego ideali olarak Führer’le kurulan narsistik özdeşleşmenin tüm yapısı değişmiştir, tıpkı otoriter kişiliğin yaratılmasında vaktiyle anahtar görevi görmüş eğitim pratikleri gibi. Otoriteye kör itaat, neoliberal dönemde yaratıcılık ve kendine yatırıma odaklanılmasıyla hiç uyuşmaz. Ve baş-ajitatör tutarlı bir gelecek vizyonunu dile getirmek için değil de kendini derin devlet komplosunun kurbanı ve Amerika’yı da küresel ekonomik haksızlıkların ve başka ülkelerin sömürüsünün kurbanı olarak sunmak için Twitter’ı kullandığında, takipçilerinin hak ve ayrıcalıklardan mahrum edilme ve ihanete uğrama hislerine hitap etmektedir. Fakat takipçiler de radyo konuşmalarının edilgin tüketicileri değildir artık. Artık bizzat onlar da sosyal medya platformlarında fail olmuşlardır: Lider ile kitleler arasında tepeden gerçekleşen o eski tekyönlü iletişimin yerini, çokyönlü iletişim ve sohbet ağlarının anonimliğindeki faillik almıştır. Facebook’un işletme modelinin temel bir bileşeni olan dijital kamusal alandaki anonimlik, alternatif sağın nefret söylemini normalleştirip yaymasındaki başarısının ana sebeplerinden biridir.
Failliğin oynadığı yeni rol, baş-ajitatör ile takipçileri arasındaki ilişkiyi bir başka şekilde daha değiştirmektedir. Baş-ajitatör, yakın zamanlara kadar hemen inkâr edilen veya “geri basılan” ırkçı ve kadın düşmanı ince kodlu mesajlarla [dog whistles] sınırlayabilir kendisini ve takipçileri de bunları dijital platformlarda yayabilir. İnce kodlu mesajlar denetimi muhafaza etmenin ve hesap vermeksizin eyleme kışkırtmanın etkili bir yoluna işaret eder: Açıktan emir vermeye değil, ne yapılmasını gerektiğini ima etmeye – ki bu pratiğin çeteciler arasında yaygın olduğunu biliriz. Trump’ın eski avukatı Michael Cohen’in kongredeki ifadesi, Adorno ve Horkheimer’in geliştirmiş oldukları, eylem hâlindeki faşizmin gözden düşmüş betimlemelerinden birini canlandırmıştır: şantajcılık. Trump’ın en yakın çevresindeki kişilere yöneltilen çeşitli suçlamaların gösterdiği gibi, siyasî ve ekonomik şantajcılık Trump rejiminde kaynaşmıştır ve bunlar hukuka yönelik olarak devamlı sürdürülen saldırılarla yakından bağlantılıdır –bunlar hiçbir çetecinin yanına kâr kalmaz, ama bir Başkan’ın pekâlâ yanına kalabilir.
Söylemsel şantajcılık, Trump ile alternatif sağ dâhil olmak üzere onun tabanı arasındaki bağı tarif eder. Radikal sağcı fikirlerin yayılmasına yardımcı olmuş dijital platformlar, Charlottesville mitingi gibi etkinlikler için seferberlik yaratılmasında da etkili olmuştur. Son yıllarda gazetevari internet sitelerinden interaktif platformlara doğru yaşanan teknolojik gelişim, alternatif sağ ideolojisinin kapsam alanının ana akıma ulaşmasına epeyce katkıda bulunmuştur. Bu tür platformların retoriğinde büyük farklar vardır: Kimileri ana akım gibi görünen tartışmalarla takipçi çekmeye çalışır; kimileri kültürümüzde hafızanın ayrıcalıklı statüsünden faydalanarak Güney mirasının savunulmasına çağrıda bulunur; başkalarıysa solun ifade özgürlüğünü sözümona ihlal etmesine odaklanır. Öte yandan, Discord ya da Facebook’taki özel gruplarla şiddet çağrılarında bulunulmaktadır. Ve bunlardan sürüsüne bereket vardır.
İnternetteki oyun endüstrisinin pek çok ürününde şiddet apaçık normalleştirilmektedir ve hattâ bunu edebiyatta bile görürüz. Mesela, yukarıda adını andığımız William S. Lind’in Victoria: A Novel of 4th Generation War [Victoria: Bir 4. Nesil Savaş Romanı] (2014) adlı romanında, ABD hükümetinin çöktüğü bir zamanda, Lind’in mezun olduğu Dartmouth College’taki solcu öğretim görevlileri Hristiyan milis kuvvetleri tarafından toptan öldürülür. Lind’in sol karşıtı şiddete dönük kurgusal fantazisi, “Devrimci Muhafazakâr” diye bir internet sitesi yürüten Augusts Invictus’un “Âdil Bir Duruşma” başlıklı yazısında yankısını bulur. Invictus şöyle der bu yazısında: “Solcuları fiziksel olarak ortadan kaldırma mimi epey ilgi görüyor çünkü bu fikir içgüdüsel olarak hem mantıklı hem de çekici. Solcuları fiziksel olarak ortadan kaldırmanın yolları ise basit değil. Komünistleri Pinochet’nin yaptığı gibi helikopterden aşağı atmak alternatif sağın en gözde politika önerisi olmuş olabilir, ama bunun etkili bir çözüm olmadığı açıktır.” Vesaire vesaire. Bu deli saçması lafları göz ardı etmek kesinlikle hata olur.
Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde medya araştırmacısı olan Tara McPherson, sağcı kamusal alanın genişlediği bu birbiriyle bağlantılı ve birbirini güçlendiren platformların yeni bir ırk oluşumu çağını, “kapsayıcı ırkçılık” [immersive racism] adını verdiği (Raymond Williams’ın kilit tabiriyle) bir “his yapısı”nı ürettiğini ileri sürmüştü. Söz konusu platformların son derece kapsayıcı tasarımı, iletilerde anonim yorumları, trollemeyi ve sahte haberlerin çoğaltılmasını teşvik ederek alternatif sağa yardımcı olmaktadır. Nefret söylemi platformdaki bir arıza değil, söz konusu işletme modelinin üretken bir özelliğidir.
Bir Frankfurt Okulu kaynağından daha alıntı yaparak yazımı sonlandırayım. “Trumpçılığın hiçbir siyasî ya da toplumsal teorisi yoktur. Felsefesi ve hakikate yönelik kaygısı yoktur. Belirli bir durumda, işine yarayabilecek her teoriyi kabul eder; ve durum değişir değişmez o teoriden vazgeçer. Trumpçılık hem kapitalizm taraftarıdır hem de kapitalizm karşıtıdır. Hem otoriterdir hem de anti-otoriterdir. Trumpçı propagandaya açık olan… her grupla iş birliği yapar, ama çıkarlarına daha çok uygun düştüğünde otoriter hareketleri göklere çıkarmak için tereddüt etmez… Trumpçılık tarım reformunu hem savunur hem de ona karşı çıkar, özel mülkiyeti hem savunur hem de ona karşı çıkar, idealizmi hem savunur hem de ona karşı çıkar. Demokraside bu türden bir kıvraklığa ulaşılamaz.” Bu alıntı Franz Neumann’ın 1944’te kaleme aldığı Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism, 1933-1944 [Behemoth: Nasyonal Sosyalizmin Yapısı ve Pratiği, 1933-1944] başlıklı kitabından. Tabii ben, oradaki “Nasyonal Sosyalizm”in yerine “Trumpçılık”ı koydum. İşin ironik yanı şu ki, bu alıntı Nasyonal Sosyalizme kıyasla Trumpçılığı daha iyi resmedebilir. Ne de olsa Nazilerin tanımlanmış bir siyasî ideolojisi vardı, oysa Trump’ta habire bir oraya bir buraya kayan bir boşluk vardır.
Behemoth’ta Neumann Nazi rejiminin hukuka ve devlete yönelik eşi benzeri görülmedik saldırısını tahlil etmişti: “Geriye sadece ve sadece kâr, güç, prestij ve her şeyden önce, korku kalır. Her türlü ortak bağlılıktan yoksun olan ve yalnızca kendi çıkarlarını korumayı dert eden yönetici gruplar, mucizeler meydana getiren lider onun hakkından gelebilecek bir rakiple karşılaşır karşılaşmaz paramparça olacaktır.” Fakat bizler henüz o aşamada değiliz.
Üçüncü Reich’ın ekonomisi ve 2008’de bankacılık krizi hakkında araştırmalar yapmış tarihçi Adam Tooze, Neumann’ın içgörülerinin bugün için son derede yerinde olduğunu öne sürmüştür: “Gelişmiş kapitalizm ile yasal, siyasal ve toplumsal düzen arasında doğal bir uyum yoktur; modern kapitalizm bizatihi hukukun üstünlüğüne devamlı kafa tutan, esas itibarıyla dağıtıcı bir kuvvettir.”[2] Bunu, muhafazakâr siyaset yorumcusu ve Trumpocracy: The Corruption of the American Republic (2018) [Trumpokrasi: Amerikan Cumhuriyetinin Yozlaşması] kitabının yazarı David Frum’ın uyarısıyla birlikte okuyalım: “Eğer muhafazakârlar demokratik yoldan kazanamayacaklarına kani olurlarsa, muhafazakârlığı terk etmeyecekler. Demokrasiyi reddecekler.” 2020 seçimlerini endişeyle beklerken, içinde bulunduğumuz Benjaminci tehlike ânı işte budur.
İngilizceden çeviren: Erkal Ünal
Bu makale ilkin n + 1 Magazine’de “Behemoth Rises Again: Not an Analogy!” başlığıyla yayınlanmıştır. N + 1 Magazine’in özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.
Bu metin, 8 Haziran’da Berlin’de düzenlenen “Mosse'un Avrupa’sı: Alman Museviliğinin Tarihi, Faşizm ve Cinsellikte Yeni Perspektifler” konulu konferansta sunulmuş “Yeniden Doğmuş Düzenbazlığın Peygamberleri” başlıklı tebliğden uyarlanmıştır. Bu tebliğde ABD’deki mevcut siyasî durum ile iki dünya savaşı arasındaki dönem ve Nasyonal Sosyalizm arasındaki benzerlikler ve farklar ele alınmıştır.
[1] http://www.publicseminar.org/2017/09/breitbart-bannon-trump-and-the-frankfurt-school/ (son erişim tarihi 3 Ağustos 2016).
[2] https://adamtooze.com/2019/02/09/framing-crashed-10-a-new-bretton-woods-and-the-problem-of-economic-order-also-a-reply-to-adler-and-varoufakis/ (son erişim tarihi 5 Ağustos 2016).