Her türlü kötülüğe karşı sessiz, kökten gelen bir kabullenişle hareketsiz, gölgesi yeryüzüne düşmüş bir kast sistemi içinde gücünü yitirmiş bir şeydir içinde bulunduğumuz bu toplum
21 Kasım 2019 11:30
Hasan Ali Toptaş’ın geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayımlanan son romanı Beni Kör Kuyularda, başta Güldiyar ve babası Muzaffer olmak üzere iç içe geçmiş birçok karakterin, bir toplumun, sosyal bir hadisenin hikâyesi aslında.
Her metin, özellikle de Hasan Ali Toptaş gibi bir yazarın elinden çıkmış bir metin, kendi içinde çeşitli travmalar, kırılma ve aydınlanma anları taşır. Bu kırılmalar okur için kimi zaman büyülü anlar yaratırken kimi zamansa aslında gündelik hayatın sıradanlığını içinde barındırır. İşte Toptaş, Beni Kör Kuyularda'da tam da bunu yapıyor ve kırılma ânını, aslında başta bizim basit bir tutulma olarak kabul edebileceğimiz bir durum üzerine kurguluyor. Yazar, metnini farklı karakterler ve konular etrafında örerken merkeze Güldiyar ve babası Muzaffer’in hikâyesini koyuyor. Roman, her şeyin aslında normal gibi gözüktüğü ama büyük kırılmanın da yaklaşmakta olduğunu hissettiren bir diyalogla açılıyor. Güldiyar ve annesi Bahriye, Muzaffer’in o gün dükkâna yemek götürmeyi unuttuğu üzerine konuşuyor. Ardından ona yemek götürmek için yola çıkan Güldiyar, geri döndüğünde büyük bir sessizliğe gömülüp işlenecek asıl hikâye ve dolayısıyla anlatıyı başlatıyor. Taşlar, bir kez devriliyor.
Güldiyar yolda ne gördü, başına ne geldi, ne türden bir travmanın içine düştü? Tüm bu sorular içerisinde metnin mistisizmini ve hikâyenin açık uçlu yanını ifade ediyor. Toptaş’ın metninde mistik duygular ön plana çıkıyor çünkü içerisinde birçok bilinmeyen, gölgede kalan, görmekten ziyade hissedilen yan var. Okur olarak biz daha ilk andan itibaren bir tür mistisizmin, ilahi bir hadisenin içinde buluyoruz kendimizi. İnsanın aklını kaybettiği, gerçeklikle bağlarının zayıfladığı yerde bu mekanizma harekete geçiyor. Sanki ilahi bir karar söz konusu oluyor ve her şey bu kararın uygulanışından ibaret gibi gözüküyor. Toptaş’ın metni kendi bağlamında kendi gerçekliğini inşa ederken buna ilave olan mistisizm, aslında metni daha zengin ve ileride oluşacak hadiseler için daha cazip bir hâle getiriyor. Toptaş oldukça gerçek, gününe de geçmişine de yaslanan ve farklı bakışlar için fırsatlar üreten bir metin kurguluyor ve aslında bundan başka hikâyeler de yaratıyor. Metnini dört nala koşan bir at gibi doludizgin sürüyor. Bu mistisizmin izlerini birçok kez evine dönen ve varlığını hissettiren Bahriye’de, onu gören Emine ve Muzaffer’de, meczup Halil’in “sözde ölüm”ünde ve kişisel serüveninde, ak sakallının ve çevresindeki “cemaat”in varlığında, saklandıkları sandıktan canlanıp taşan geyiklerde ve tüm bu hadiselerin olup bittiği gecekondunun kendi bünyesinde rahatlıkla bulabiliyoruz. İşte mistisizm, bu açıdan metni zenginleştiren, ona aslında masal, halk ve sözlü edebiyat unsurlarını da taşıyan bir yapı üstleniyor ve olabildiğince canlanmasını, coşmasını, kıvrak bir şekilde hareket etmesini sağlıyor.
Beni Kör Kuyularda’ya bakıldığında derinlemesine ve çok katmanlı bir şekilde sözlü edebiyat unsurlarına rastlanıyor. Anlatıcının arka planda zengin bir kültürel, sosyal ve sözlü kültür ürününden yararlandığı âşikâr. Sözgelimi Anadolu halk kültüründen âşina olduğumuz ak sakallı dede motifinden Türk masallarında kahramanların sıklıkla başvurdukları üç tüye, Sünni-İslam dairesinde önemli bir yer tutan türbe ziyaretlerinden sözlü kültürde karşılığını bulan taşlaşan gözyaşlarına/bedenlere kadar birçok unsur kökenini bu geniş skaladan alıyor. Bu açıdan metin farklı okumalara açık bir hâle gelirken aslında onu değerlendirmemiz için birkaç farklı pencere açmayı da ihmal etmiyor. Dolayısıyla bu geniş halk edebiyatı unsurlarının aslında belirli amaçlara hizmet ettiğini söyleyebiliyoruz. Bunlar yalnızca metni zenginleştirip arka planına daha kapsamlı hikâyeler yerleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda metnin günüyle geçmişi arasına da çeşitli ilmekler atıyor. Ankara’nın bir gecekondu mahallesinde geçen tüm bu hadiseler bir yerde zamanı belirsiz kılıyor. Açık bir tarih ve mekândan yoksun, olayları biraz daha elemine edilmiş bir düzleme taşıyan yazar, ondaki gerçeklik duygusunu bu açıdan yıpratıyor ve metnin kendi gerçekliğini kurması için elinden geleni yapıyor. Bu açıdan daha önceden bahsettiğim mistisizm de ön plana çıkıyor ve bu iki unsur birbirlerine kenetleniyor. Başka bir açıdan da yine kullanılan motifler metin üzerinde bu tür oyunları daha elverişli yapıyor. Peki yazarın buradaki amacını nasıl yorumlayabiliriz? Aslında Toptaş, okur için yalnızca günümüzden bir hikâye anlatmıyor, anlatmak istediği belirli bir zamanın içine sıkıştırılmış/yerleştirilmiş bir masal da değil. Aslında onun yaptığı bu zaman ve mekân birlikteliğinin belirli kesişim kümelerinde ortadan kaldırılması; bu, ona anlatısını evrensel boyuta taşıma konusunda yardımcı olurken tıpkı bir Gabriel García Márquez romanında, tıpkı bir Jorge Amado veya Jorge Luis Borges metninde olduğu gibi elini metni daha büyüsel yapma konusunda güçlü kılıyor. Sözgelimi Yüzyıllık Yalnızlık’ta Márquez nasıl bir ucu gerçekliğin orta yerinde, bir ucu hayali ama bir yandan da kendi bağlamında gerçek ve tutarlı Macondo’da geçen bir roman inşa ediyorsa; Toptaş da bir ucu Ankara’da bir ucu belirsiz ama hepimize tanıdık gelen bir gecekondu mahallesinde bir metin kaleme alıyor. Her ikisi de kimi yerde içinden büyülü kıvılcımlar saçarak, kimi zaman gerçek dünyamız için akıl almaz hadiselere zemin hazırlayarak, kimi zamansa beklenmedik ve sıradışı misafirlere ev sahipliği yaparak kendi dünyasını oluşturuyor. Böylece kendi gerçekliğini, tarihini, mekânını, karakterlerini doğuran metin, dur durak bilmeden serüvenine devam ediyor.
Lev Tolstoy’un dediği gibi, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” İşte Beni Kör Kuyularda da böylesi bir durum söz konusu. Romanın başında Güldiyar daha önce yapmadığı türden bir yolculuğa çıkıyor. O gün, her şeyin başladığı o gün işe giderken aceleyle yanına yemek almayı unutan babasının dükkânına sefer tasıyla yemek götürmek için yola çıkıyor. Onun alışık olmadığı için bizim de bir şeyler olabileceğine dair şüphelerimizi uyandıran bu yolculuk, çok geçmeden sonucunu da veriyor. Birkaç cümlede başlayıp biten bu yolculuk, aslında tüm serüvenin düğüm noktasını oluşturuyor. Anlatıcı okura o gün orada Güldiyar’a tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman söylemez, çünkü meselesi, ilgilendiği, göstermek ve söylemek istediği bu değildir. Yalnızca metnin etrafına çeşitli ipuçları saçmakla yetinir. Bunlardan en belirgini zaman zaman duyduğumuz klarnet sesidir. Biz bu klarneti ilk kez Güldiyar’ın yolculuğu sırasında uzaktan duyarız. İlerleyen bölümlerdeyse klarnetin sahibinden dolaylı olarak Bahriye vasıtasıyla haberdar oluruz. Artık romanın son kısımlarına doğruysa ilk kez doğrudan klarnetin sahibini tanırız. Üstelik klarnetin sahibi, Cevher, büyük aşkını ve onsuz hayatın zorluğunu hıçkırarak anlatır. Güldiyar, onun biricik aşkıdır ve onsuz hayat kendisi için zehir olmuştur. Gerek metne yerleştirilmiş bu dipnotlar, gerekse Güldiyar ile isim ve bir yerde “kader benzerliği” olduğu düşünülebilecek “Güldünya”nın hikâyesi bu açıdan çeşitli yorumların önünü açıyor. Güldiyar’ın başına ne geldiği konusuna böylelikle çeşitli önergeler sunulabiliyor. Ancak metinde öne çıkan ve asıl olay da bu olmuyor. Güldiyar, kendi acısıyla boğuşurken etrafındakiler bambaşka arayışların, bambaşka düşüncelerin ve niyetlerin peşine düşüyor ve tüm bunlar, bize bambaşka şeylerin önünü açıyor.
Toplum dediğimiz olgu, aslında duyarsızlığı, ötekileştirmesi ve vahşiliğiyle gerek geçmişte gerekse günümüzde ne denli korkunç olabildiğini gösterdi/gösteriyor. Her türlü kötülüğe karşı sessiz, kökten gelen bir kabullenişle hareketsiz, gölgesi yeryüzüne düşmüş bir kast sistemi içinde gücünü yitirmiş bir şeydir içinde bulunduğumuz bu toplum. Üstelik hem “modern insan” hem de modern insanın bir parçası hâline geldiği “modern toplum”, tüm bunlardan hareketle “diğerleri/ötekiler”e karşı çok sessiz hâl alıyor. Lars von Trier’in Dogville (2003) filminde olduğu gibi. Başkalarının acılarına karşı sağır, eziyet çekenlere karşı kör, hakkı söyleme konusunda dilsiz olan bu “modern insan”, çevresindeki her şeyi bir “seyirlik” hâline getirmeye ise oldukça istekli. Hem bunu filmdeki gibi bir tiyatro sahnesine dönüştürüyor, hem de dilden dile bunu bir hikâye gibi anlatıyor. Toptaş, metninde asıl mesele olarak aslında toplumun bu sağır/kör/dilsiz ve tüm bunlar kadar önemli olan umarsızlığına eğiliyor. Orada, herkesin gözü önünde; devletin, toplumun, hüküm-koyucuların ve uygulayıcıların şahitliğinde bir aile ilmik ilmik ediliyor. Toplum, bu genç kızın neden ağladığını bir kez dahi sormuyor ve tüm ilgilendikleri taşlaşan gözyaşları oluyor. Çünkü onlar için Güldiyar’da da onun kişisel hikâyesinde de seyirlik bir yan yoktur; ancak gözyaşlarında, daha doğrusu taşlayan gözyaşlarında onların ilgisini çeken, onları seyre daldıracak bir yan vardır. Muzaffer’in neden delirdiği, Bahriye’nin nasıl öldüğü, Hüseyin’in evden neden kaçtığı/kaçırıldığı; hiçbir şey bu insanların merakını veya merhametini cezbetmiyor. Merhametini yitirmiş bu toplum, görülecek bir nesne, ziyaret edilecek bir dergâh, seyredilecek bir temaşa gibi Güldiyar’ın evine doluşuyor. Kız ağlamadığında huysuzlanan, ardından saplanan bıçaklar kızın gövdesini delik deşik ederken seyrin zevkine dalan bu toplum, bu modern insan, bu eskiyle yeniyi kendinde toplamış örgüt, tüm acımasızlığıyla yalnızca oyunun bir parçası oluyor ve burada yalnızca ilk insandan günümüze dek hiçbir şeyin değişmediğini, toplumun aynı acımasızlığı muhafaza ettiğini gösteriyor. İşte bu, Beni Kör Kuyularda’nın asıl zeminini oluşturan hadisenin ta kendisidir: Bilincini, merhametini, hassasiyetini yitirip taşlaşmış bir kalp taşıyan toplumun, acı çeken insanın hikâyesini bir seyirlik oyununa çevirmesi, işte, tüm mesele bu!
Toptaş’ın romanı aslında bir yerde Andy Warhol’un dediği gibi “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak,” sözünden hareketle Güldiyar’ın etrafına konuşlanmış kişilerin hikâyesini de anlatıyor. Biz burada birçok aktörün sahneye çıkıp yeri geldiğinde indiğini, görevi daha büyüklerine devrettiğini görüyoruz. Hepsi belli bir dönem için hikâyedeki başat unsur, kural-koyucu, oyun-bozucu oluyor ancak bir süre sonra görevi başkasına devrediyor. Rüstem’den Şakir’e kadar tüm serüven böyle akıyor. Ne evi kontrole gelen polisler, ne Halil ne de Ak Sakallı bu duruma çare olamıyor. Sistem çarklarını öylesine sağlam bir şekilde döndürüyor ki o ân herkesi öğütüp geçebilir. Bu yüzden bir parça merhameti olanlar bile fazla dayanamıyor. Söz gelimi metindeki meczup Halil. Halil’in Amsterdam’a kadar uzanan o garip ve huzursuz edici aşk hikâyesi, Ak Sakallı’ya söylediği “O, hepimizin kızı,” cümlesi, sistemin ve toplumun merhametsizliğine karşı öfkesi ve kendi ekseninde mücadelesi... Biz okur olarak hem onun kendi kişisel hikâyesine karşı merhamet, hem de onun Güldiyar için şefkatine karşı hayranlık ve takdir hissediyoruz. Aslında burada Halil bir turnusol kâğıdı gibi iyilerle kötüleri, sessiz kalan iyilerle esip gürleyen kötüleri farklı yönleriyle ortaya çıkarıyor. Kimi yerde Ak Sakallı’nın kimi zamansa Muzafferler’in komşusu Dursun’un yüzü bu açıdan farklı durumlarda kendisini gösteriyor. Halil, bu açıdan dile getirdiği doğrularla, peşinden sürüklediği anlatılarla, herkese gerçek yüzünü gösteren varlığıyla önemli bir yer tutuyor. Herkesin belirli süreler için sahne alıp ünlü olduğu bu alan, böylelikle yine sessizliğe, yine karanlığa hapsoluyor.
Hasan Ali Toptaş, 1987’de yayımlanan ilk kitabı Bir Gülüşün Kimliği’nden bugüne inşa ettiği dilin yaratıcılığı, kendisine mahsusluğu, sesleri; anlattığı hikâyelerin benzersizliği, arzusu, özgünlüğünü; dil ile hikâyenin birleştiği ortak alanda kendine özgü harmanıyla Türk edebiyatında kendi köşesini inşa etmiş bir yazar. Son romanı Beni Kör Kuyularda hem onun edebiyatının her gün gücüne güç katarak yükselişini, hem de zenginliğini muhtevasında barındıran önemli bir metin ve güçlü bir anlatı olarak okurunu bekliyor.