Oktay Akbal edebiyatımızın büyük yazarlarından biridir; ne yazık ki o büyüklüğü yeterince ortaya çıkmamış, o büyüklüğün değeri yeterince bilinmemiş
17 Eylül 2015 15:00
Geçen yazım Tarık Dursun K. ile ilgili anılarla yüklüydü; Aşk Allahaısmarladık (1993) kitabındaki çok etkilendiğim “Anısı Kalır” adlı hikâyesine de azıcık değinivermiştim. “Anı”ları içeren bir yazı olduğu için o hikâyeyle kurduğum ilişkiden, dahası hikâyenin özellikle sonunu bir başka yazarın yapıtının “son”uyla kurduğum ilişkiden söz etmeyi, konu gereği uygun olabilecek başka bir yazıya bırakmıştım.
O hikâye bana Oktay Akbal’ın Suçumuz İnsan Olmak novellasının sonunu anımsatır. Tarık Dursun K. sonra yazmış, bilmem oradan bir esin var mı? Bunu bir türlü Tarık Dursun K.’ya soramamıştım. Daha sık görüştüğümüz yıllarda, doğrusu bu bağı kuramamıştım, edebiyatta yol aldıkça bu bağı kurdum, demek ki bir şeyler öğrendim, o zaman da Tarık Dursun K. uzaklardaydı, pek olanağım olmadı. Aslında oradan etkilenip etkilenmemesi de önemli değil, iki metnin bir şekilde akraba olduğunu düşünüyorum. Evet geçen yazı bundan söz etmedim. Ne yazık ki Ağustos son bulurken Oktay Akbal’ı yitirdik; yıldızlar birer birer kaydı bu yaz!
Akbal’ın yazarlığından söz açtığımızda, hiç kuşkusuz ki akla önce hikâyeciliği gelir. İlk çıkışıyla Sait Faik “çizgisi”nin sürdürücüsü olarak değerlendirilmiş. Nitekim bir söyleşide “Kısa öykü türünde Sait Faik’ten çok şey öğrenmiştim” diyor. Bir başka yerde de (özellikle ilk kitapları için), Sait Faik ile Sabahattin Ali’nin öykü anlayışlarına yakın olduğunu söylüyor. Yani Akbal, Sait Faik ile Sabahattin Ali’yi ayırmıyor; tersine onları yakınlaştırıyor. Bu bağlamda bir saptama yapma “zorunluluğu”nda kalsak, pekâlâ şöyle diyebiliriz: Oktay Akbal, Sait Faik ile Sabahattin Ali hikâyeciliğinin “bileşkesi”nin devamı bir çizgide yapıtlar vermiştir. Sanki böyle diyebiliriz. Kısaca O’nda hem toplumsal durumları hem de “birey”i buluruz. Belki bireyi daha çok buluruz ama birey genellikle bir “durum” içinde verilmek istenir.
İlk hikâyesi çok gençken yayınlanmış. Daha lise yılllarında, “Ana Katili”, 19 Mayıs 1939’da İkdam gazetesinde, henüz 16 yaşındayken çıkıyor; ardından İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde peş peşe hikâyeleri yayınlanıyor. İlk telifini utana sıkıla almaya gittiğinde, gazetenin yazıişleri müdürü onu matbaacının çırağı sanıyor! Yâni Akbal’ın bıyıkları çıkmadan yazıları çıkmış; sonrasında da bir ömür boyu… Yazmak bir varoluş biçimi olmuş. Behçet Necatigil “Akbal öykücülüğü”nü şöyle tanımlıyor:
“Hikâyelerinin genel teması hayatının tekdüze akışını değiştiremeyen, değiştirmek istedikçe gelenek ve görenekler yüzünden çevrenin yadırgayış ve ayıplayışlarıyla gene eski çizgisine dönmek zorunda kalan insanın sıkıntılarıdır. İnce duygulu, aydın bir orta sınıf insanının toplum törelerine uyamazlık ve bireysel ümitsizliklerini belirten, bu yanıyla tekil birinci ve üçüncü şahısların iç monologları görünüşünde olan bu hikâyeler, gücünü uzak yakın, dağınık hayat parçalarını, uzatılmış düz şiirler biçiminde birleştirmesinden alır. Maskelenmek istenen otobiyografik izler, anılar, hayaller, kahramanın kendisiyle kararsız, sonuçsuz hesaplaşma ve çatışmaları; Akbal’ın hikâyelerinde bir eksen görevindedir.”
Akbal’ın, hikâyenin yanı sıra roman, anı, günce, deneme türleri olmak üzere çok çeşitli türlerde kitapları vardır. Birçok yazısında da türler arasındaki ayrıma inanmadığını, türlerin birbirinin içine geçtiğini belirtir. “Öykücük” diye tanımlar birçok yazısını; dahası bu tanım, bazı köşe yazıları için de geçerlidir. En sık yazdığı konu/temaysa aşk’tır. Goethe’nin şu ünlü deyişini de hep örnekler: “Ben sizi seviyorsam bundan size ne?”
Akbal edebiyatımızın büyük yazarlarından biridir; ne yazık ki o büyüklüğü yeterince ortaya çıkmamış, o büyüklüğün değeri yeterince bilinmemiş. Belki bunun en başat nedeni, onun gazeteci, köşe yazarı oluşudur. Kuşkusuz ki bu ayrı bir inceleme, araştırma konusu. Bence bu, Akbal’ın yaşamöyküsünü yazacak birinin ilk ele alması gereken, yazara ilişkin –birbirini etkileyen– edebî olan ile edebî olmayanın iç içe geçtiği bir “sorunsallıktır”! Benzer şekilde yapıtlarının yabancı dillere yeterince çevrilmemiş olmasından dolayı Batı dünyasında da tanınamamıştır. (İki yapıtı Rusçaya, bir yapıtı Sırpçaya çevrilmiş.) Hani, hep şu örnek verilir ya, “Nobel alması gereken bir yazar”, diye. Bence öyledir.
Hikâyelerinin sağlamlığı, betimlemeler, birinci tekil şahsın ısrarlı kullanılışı ve yaşanmışlıkların gözlemlerle birlikte kurgu’ya dönüştürülmesi olağanüstüdür. Öte yandan novellalarıyla da bir yeniliğin temsilcilerinden, belki de en önemli temsilcilerindendir. Hikâyedeki benzer özellikler novellalarında da vardır. Lirik metinlerdir çoğu! Gerçi biz bu “novella”ya bir türlü ısınamadık! “Kısa roman” da demiyoruz; hep roman diye geçiyor Akbal’ın bu tür yapıtları. Geçen yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Fransız yazar Patrick Modiano’nun –çok beğendiğim bir yazar– yıllar önce okuduğum birkaç yapıtından sonra, “Oktay Akbal’ın genci (öncesi)” diye düşünmüştüm.
Akbal’ı okumadığı kesin, Akbal’ın onu okuması da bir önem arz etmiyor. Çünkü Akbal, yazarlığının kimliğini oluşturan yapıtlarını zaten Modiano daha çocuk’ken vermiş. Ama her iki yazarı birbirine çok benzetiyorum: Birinci tekil şahsın kullanımı dolayısıyla anlatıcı, gerçek ile kurmaca’nın iç içe geçtiği duygusunun okuyana aktarılması, şehir ile, birinde İstanbul, ötekinde Paris, kurulan ilişki vb. vb. Edebiyat da böyle bir evrensellik içeriyor. Başka bir alanın deyişini buraya taşıyalım: Aklın yolu birdir. Öte yandan Akbal’ın Fransız edebiyatının –yirminci yüzyıl modernlerinin daha çok– etkisinde kaldığı açık; ama kendi kimliğini oluşturduğu da açık. Yapıtlarında var olan insan, bizim insanımız, etiğiyle kemiğiyle! Atmosfer, çevre bizim, tüm inandırıcılığıyla.
İlk novellası Garipler Sokağı (1950) İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında geçer. Ekmeğin karneye bağlandığı, hem korkunun hem sefaletin olduğu yıllar; İstanbul’un Fatih semtinde, eski döküntü evlerden oluşan, çoğunlukla yoksulların, “garip”lerin oturduğu bir sokak anlatılır. Öte yandan genç kızların, delikanlıların hayalleri, arzuları, düşleri; sınıf atlamak isteyenler, beyazperdedeki gibi büyük aşklar yaşamayı düşleyenler vardır. O günlerin İstanbul’u ve yoksulluğu da vardır.
Sinemaya da uyarlanan Suçumuz İnsan Olmak (1957), yazarlığımı etkileyen bir yapıtıdır. Sanırım “kısa roman” (novella) yazmak düşüncesinde etkili olmuştur; örnek olmuştur. Özlenen ancak bir türlü yaşanamayan bir aşk kırılganlığıdır Suçumuz İnsan Olmak. Aşk, Akbal’ın yapıtlarının başlıca temasıdır dedik. İkisi de evli olan iki genç insanın, yaşamlarındaki evliliklerinden dolayı girdikleri tekdüzeliği kırmak, aşkla kırmak arzusu’dur. (Bu tekdüzeliği “genelleştirebiliriz” pekâlâ!) Son derece incelikli anlatılmıştır duygular, her şey sahicidir; İstanbul’un olduğu kadar Ankara da vardır bu romanında. Ama, hayal edilen, hayal olarak mı kalmalıdır?
Bir bakıma sıkışmış orta yaşlı bir adamın anılarıdır İnsan Bir Ormandır (1975). Kadın ile erkek ilişkisi temelinde “evlilik kurumu” tartışılır, sorgulanır: İki çocuklu, karısıyla tüm bağları kopmuş, ilişkiler çirkinleşmiş, karısı tarafından çirkinleştirilmiş bir kıskacın içindeki, karısı yüzünden boşanamayan orta yaşının çıkmazında bir erkeğin geçmiş ânlara dönerek hesaplaşma, bazılarını yok etme isteği, çabası.
Düş Ekmeği’nde (1983) lise ikinci sınıf öğrencisinin günlükleri vardır. Yine birinci tekil şahıs anlatıcıdan dinleriz ki bütün novelları böyledir. Genç anlatıcı tam adını veremediği belirsiz duyguların içinde savrulmaktadır. Hissettiklerinin “aşk” olup olmadığını anlayamaz, henüz yeterince hayat deneyimi yoktur! Akranı kızlara karşı hissettiklerini tam olarak bilemezse de, bedensel çekim ve arzu vardır o kızlara karşı. Yine İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarıdır, Garipler Sokağı ile yakın bir akrabalık kurabiliriz; dönemin sıkıntıları, yoksullukları da hissedilir. Savaşa girilecek mi girilmeyecek mi? Anlatıcımız bu tür sorunları da yaşamaktadır.
Batık Bir Gemi, (1997) bir tür “yaşlılık güncesi” ya da “yaşlılık anlatısı”dır. Altmış beş yaşlarındaki bir adam, güneyde mevsim sonu bir tatildedir. Bir anlamda hayatını sorgulamaktadır, zihninde dolaşan, beliren anılarla birlikte bir hesaplaşma içindedir. Bir de uzaktaki sevdiği kadın vardır; ama yine de sanki bir “ara” vermedir. Bu romandaki küçük bir bölüm de, son romanım On Kadın, Bir Hayal’in kıvılcımıdır: “On kadın seçmişim! ‘On kadın ve bir erkek’ diye bir romana başlamıştım. Öncekiler gibi bu da yarım kalmış. Bu gidişle de kalacak…” Bu alıntı da bize romanın yaşamöyküsü olduğunu imler, doğru böyledir, zaten Akbal da bunu yadsımaz, hep söyler; ama o gerçeği, yaşananı, kurmaca’ya, romana dönüştürür.
Oktay Akbal, hikâyeleriyle, romanlarıyla, denemeleriyle, günlükleriyle “lirik romantik”tir, gerçek ve büyük bir yazardır. Son olarak –pek bilinmeyen yanıdır Akbal’ın–, Servetifünun’da 1941 yılında henüz on sekiz yaşındayken yayınlanan şiirini alıntılayalım:
O SOKAKLAR
Seni senden iyi tanıyan
Ve her adımında
Hatıralarına kavuştuğun
O sokaklar
Yine eskisi gibi…
O sokaklarda
Görülmek istenir bir insan
Mazideki bir hayâl
Lâkin, yabancı sesler,
Meçhul gülüşler duyulur.
Fakat o sokaklarda
–Bir hatıra defterinin yaprakları gibi–
Mazi görülür.
Yalnız, görmek istediğin gözler
Duymak istediğin ses
Aradığın hayâl
Bulacağını sandığın insan
Şimdi bir rüyanın mavi boşluklarındadır.
Ve o sokaklar
Geçmişteki gibi
Aynı izleri ve aynı kokuyu taşır
Yıllar
Ancak simaları değiştirir.
Adımlarla geçilir.
Fakat kâlpler
Onun tozlu kaldırımlarında bırakılır.