Mustafa Baydar'ın edebiyatımızın önde gelen isimleriyle söyleşilerinden oluşan kitabı Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, çağın gürültüsü ve samimiyetsizliğinden uzak, doyurucu bir saçakaltı
Söyleşiler, keyifle okunan verimler olmalarının yanında kimin yaptığı ve kiminle yapıldığına da bağlı olarak faydalıdırlar aynı zamanda. Esasen söyleşilerin keyfi, faydasından gelir çünkü iyi bir söyleşiyle çok da uzun sayılamayacak bir zaman dilimi içinde, herhangi bir konunun uzmanından kritik fayda sağlanabilir. Yanında, merak edilen ya da daha önce hiç akla gelmeyen pek çok şey de pek tabii öğrenilebilir. Anlayacağınız hem ekonomik hem pratik derler ya hani; söyleşiler de öyle işte. Örnekse; araba kullanmanın incelikleri, akvaryum bakımı, çiçek yetiştirme vs... İlgi alanınıza bağlı olarak konu dağarcığı çeşitlendirilebilir ve konuşanla soran işini bilmekteyse okuyan, dinleyen ya da izleyen için de tatmin edici bir sonuç çıkar ortaya. Söyleşi bu bağlamda bilene bilgiyle gitmeyi de gerektirir. Bu türden söyleşilerde sorular ise daha çok bilgi almaya yönelik olur ki doğrusu da budur. Çünkü maksat da bundan başka bir şey değildir.
Ancak mesele dönüp dolaşıp siyaset ve edebiyat söyleşilerine geldiğinde işler pek de yukarıda anlatıldığı gibi yürümez. Daha doğrusu yürümemeli... Çünkü az önce söylediğim "bilgi almaya yönelik" soruların yanına burada yenileri eklenmeli. Bunlar bazen ters, bazen provakatif, bazen kızdıran, bazen sinir bozan, bazen heyecanlandıran, bazen utandıran sorular olabilir; fark etmez. Gazetecinin ya da söyleşiyi yapanın görevi bazen bunların hepsi birden olabilir. Burada bir şekilde öğreticiliğin yanına katmanız gereken farklı unsurlar vardır. Akvaryum bakımı için "çanak soru" tabir ettiğimiz biçimde sorular sorulacak elbette, hatta başka türlüsü sorulabilir mi bilmiyorum ancak bir siyasi figürse karşınızdaki, sorduğunuz her "çanak soru", adımladığınız kariyerinizin kara lekeleri olarak karşınıza çıkar. Daha doğrusu çıkmalı...
Ancak her iki durumda da değişmeyen tek şey "bir bilen" olarak kabul edilen karşı tarafa "bilgiyle" gitmek.
Edebiyat söyleşilerinin de siyaset söyleşilerinden farklı olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Sorulanlar, karşı tarafı sıkıştırmak kesinlikle değil ama düşündürmedikçe ya da söyleşi yapılan kişinin içinde olduğu tartışmaları kaşımadıkça yapılan söyleşinin başında "doyurucu" sıfatını kullanabilir miyiz? "Güzel," belki, "keyifli," neden olmasın ama doyuruculuğu yakalamanın edebiyat söyleşilerinde özellikle zor olduğunu düşünüyorum. Hele ki bu konuşma ve görünme çağında, yazar ve kitap bolluğunda, görüntü ve ses kirliliğinin tavan yaptığı zamanlarda daha da zor. Böylesi bir ortamda yapılan söyleşilerde samimiyeti yakalamak ise hepsinden beter. Az sayıda kültür sanat yayını ve gazetecisi bu kısır çemberi aşabiliyor. Geriye kalanlar ise ezber sorularından mürekkep soğuk söyleşilerini okutmaya devam ediyor.
Okunuyor mu; kesinlikle evet.
Peki, doyuruyor mu?
Karar sizin...
Daha güzeli ise her edebiyatçının karşısına "çalışarak" çıkması. Aslında olması gerekeni yapmış Mustafa Baydar diyebiliriz elbette. Tabii ki çalışarak çıkacak, başka türlüsü nasıl mümkün olur da diyebiliriz. Ancak yazar karşısına geçip de, hazırlanmadığı kurduğu her cümleden belli bir şekilde "Evet, bize kitabınızdan bahseder misiniz biraz?" sorularını duydukça Baydar'ın ortaya nasıl bir emek koyduğu daha iyi anlaşılır. Konuştuğu her yazarın karşısına daha önce verdiği mülakatları, verimlerini okuyarak çıkmış Mustafa Baydar. Bu da ortaya güzelliklerini detaylarında saklayan ve incelikli söyleşilerin çıkmasını sağlamış. Yazının girişinde bahsettiğim "bilene bilgiyle gitme" kuralını çok iyi kullanmış Baydar. Soru sormanın, sorgulamanın aşağılandığı, dahası linç edildiği bir dönemde, Mustafa Baydar'ın yaptığının ne kadar kıymetli olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Üşenmeden yazmakta fayda var çünkü söyleşi dediğimiz şey karşımızdakinin varlığıyla kimliğini buluyor. Mustafa Baydar'ın konuştuğu isimler ise bazıları unutulmuş olsa da bugünkü edebiyatımızın temellerini atanlar. Çoğu artık aramızda değil ancak geride bıraktıklarıyla edebiyatımızın hâlâ mihenk taşları konumunda.
Kimler mi?
Kitaptaki sıraya göre: Halide Edib Adıvar, Samet Ağaoğlu, Oktay Akbal, Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Nurullah Ataç, Falih Rıfkı Atay, Fakir Baykurt, Yahya Kemal Beyatlı, Kemal Bilbaşar, Necati Cumalı, Behçet Kemal Çağlar, Asaf Hâlet Çelebi, Zeki Ömer Defne, Baki Süha Ediboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eflatun Cem Güney, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Hançerlioğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Oktay Rifat Horozcu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Samim Kocagöz, Fuat Köprülü, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Makal, Behçet Necatigil, Aziz Nesin, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Ziya Osman Saba, Peyami Safa, Sabri Esat Siyavuşgil, Âşık Veysel Şatıroğlu, Kemal Tahir, Haldun Taner, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan Tarus, Ahmet Kutsi Tecer, Vedat Nedim Tör, Ruşen Eşref Ünaydın, Hüseyin Cahit Yalçın, Hasan Âli Yücel ve Tahsin Yücel.
Şüphesiz çok zengin bir kadro.
Ancak söyleşilerin yapıldığı dönem itibariyle düşünürsek; Tahsin Yücel ve Necati Cumalı'nın Sait Faik Hikâye Armağını'nı henüz kazanmış genç yazarlar olduğu, geçenlerde kaybettiğimiz usta yazar Oktay Akbal'ın "mutlu azınlık" tartışması ve öyküleriyle yeni yeni konuşulduğunu, Yaşar Kemal'in "Bunlar daha roman alıştırmalarım, daha çok yolum var," diyerek edebiyat dünyasını genç adımlarla arşınlamaya başladığını, Melih Cevdet ve Oktay Rifat'ın Orhan Veli'yle birlikte ortaya koydukları şiir anlayışının yankısının duyulduğunu da görürüz.
Bu bağlamda Mustafa Baydar, bugün bile etkisini sürdüren birçok meseleyi daha başından yakalamış ve ilk ağızdan bilgilendiriyor bizi diyebiliriz rahatlıkla. Buna bakarak dönemin tartışmalarını da çok iyi yansıtıyor sorularıyla. Yazarların yarım kalmış eserlerinin yayıncılar tarafından tamamlanması, sosyal endişe- sanatsal endişe meselesi, Peyami Safa'nın "ters cümleli nesir kepazeliği" olarak tanımladığı devrik cümle kullanımı, köy romanı- şehir romanı ayrımı, edebiyat dersi kitapları, edebiyatta eski-yeni zıtlaşmaları, başlı başına bir tartışma konusu olarak Nurullah Ataç, yabancı kelimelerin Türkçedeki kullanımı ya da kullanılmaması, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt ve Samim Kocagöz ekseninde romanda şive tartışmaları...
Daha pek çok tartışmaya içeriden bir bakışla eğildiğini görüyoruz Mustafa Baydar'ın sorularıyla.
Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar'ın bir diğer güzel tarafının da bu tartışmaları tekrar hatırlatması olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde eser kalmamış edebiyat tartışmalarının yaşandığı, köşelerinden birbirine yanıt veren edebiyatçıların bulunduğu, edebiyatın ortak sorunu olarak görülen bir konuda hemen her edebiyatçının fikir bildirebilmesi... Bunlar edebiyat dünyasının canlılığını koruması ve sorunların tartışılarak aşılabileceğini hatırlatan güzel şeyler. Aynı şekilde beraberinde daha en başta dillendirdiğim samimiyeti de getiriyor.
Yaşar Kemal, örnekse:
Mustafa Baydar soruyor: "Bazıları 'Çukurova konusu bittikten sonra Yaşar Kemal duracak' diyorlar, ne dersiniz?"
Her cümlede bir basamak daha tırmanan siniriyle Yaşar Kemal'in verdiği yanıta bakın bir de: "Bu çok tuhaf bir sual. Kim diyor bunu? Böyle laf olur mu? Benim kulağıma da çalındı. Ne ipsiz sapsız laflar. Sanat üstüne düşündüklerini sanan bir takım insanlar var ki, şu bizim sanatçılarımız arasında, bu laflar o zatlardan çıkıyor. Sonra tutuyor da... Elde dedikoducu mu ararsın. Maşallah tümen tümen."
Aynı şekilde Orhan Kemal'e yöneltilen soruya karşılık verdiği yanıttaki samimiyeti koklayın bir de. Baydar "Sizi yazı hayatına sürükleyen sebepler neler olmuştur?" diye soruyor.
Orhan Kemal: "Şöyle sıralayabiliriz; peşin, bu hayatı devam ettirebilecek bir kabiliyet, sonra bu hayatın verdiği imkân. Bu imkân, bundan önce denediğim mesleklerin verdiği imkândan daha uygundu. Yani, beni ve çocuklarımı biraz daha iyi yaşatabiliyordu" diye yanıtlıyor.
Yaşar Kemal ve Orhan Kemal'in yanıtlarının bugün verildiğini düşünün. Kıyamet kopmazdı belki ama sofralarda fısır fısır konuşulacağı kesin bu yanıtların. Ancak o dönemde yanıt vermek isteyen az önce andığım Peyami Safa ya da yüksek perdeden konuşan Yaşar Kemal gibi bunu dillendirebiliyordu. Sanıyorum, bugünkü gibi karından konuşmaktansa böylesi daha iyi.
Hiç yoksa samimi!
Mustafa Baydar bu söyleşilerini 1954- 60 yılları arasında gerçekleştirmiş. Pek çoğu da bir takım kısaltmalarla da olsa İnci, Varlık, Hayat Dergisi ile Vatan ve Dünya gazetelerinde yayımlanmış. Bazı söyleşileri ise ilk defa bu kitapla birlikte okura sunulmuş. Söyleşilerin başında yazarın yaşamına, kitaplarına ve ödüllerine dair kısa bir sunuş da yer alıyor. Yeni baskıda ise 1960'tan bugüne yaşanan gelişmelerle güncellenmiş bu kısa sunuşlar. Bu bağlamda kitap ilk baskısını her ne kadar 1960'ta yapmışsa da hem içeriği hem de hatırlattıklarıyla tazeliğini koruyor. Ayrıca bir dönemi farklı yanlarıyla yansıtmakla da kalmıyor, düşündürdükleriyle hâlâ geçerliliğini de canlı tutuyor.
Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, edebiyat meraklısı herkesin kitaplığında güzel bir köşe tutmalı.