"Türkiye’ye Minger Adası’ndan bakmak, bu yer değiştirmenin yaratacağı yabancılaştırıcı etki bize belki yeni bir perspektif kazandıracak, arada benzerlikler keşfetmek, kurguyla gerçeği zaman zaman birbirine karıştırmak zevk de verecektir. Orhan Pamuk da zaten kurguyla gerçeği böyle tatlı tatlı birbirine karıştırmamız için ne gerekirse yapmıştır."
13 Mayıs 2021 18:00
Dünya edebiyatının kurmaca coğrafyalarını bir araya getirerek yeryüzü atlasını yenilemek, bir alternatifini oluşturmak işten bile değil. Öyle ki, Alberto Manguel ve Gianni Guadalupi başta mütevazı bir listesini çıkarmayı umdukları bu hayalî yerlerin işin sonunda 1.200’den fazla ülke, ada, yapı ve yer maddebaşından oluşan, iki ciltlik bir sözlüğünü yayımladılar.[1] Kimi yazarlar kurmaca coğrafyalarının birer haritasını da yapıtlarına eklemeyi ihmal etmediler. W. Faulkner’ın romanlarının ve öykülerinin mekânı Yoknapatawpha’sının kendi elleriyle çizdiği, her seferinde büyüyen ve değişen, sayısız haritası vardır.[2]
Orhan Pamuk da son romanı Veba Geceleri’nde Minger Adası’yla W. Faulkner’ın Yoknapatawpha’sı ya da T. More’un Ütopya’sı, R. L. Stevenson’ın Define Adası, T. Hardy’nin Wessex’i, Proust’un Balbec’i, Defoe’nun Crouse’sunun adasına bir yenisini ekleyerek dünya edebiyatının kurmaca coğrafyasının sınırlarını genişletti. Veba Geceleri, Minger Adası’nın bir haritasıyla açılır ve kapanır; kitabın kapak görseli olarak da, yine yazarın kendi çizimi olan adanın içinin, sokaklarının detaylı bir tasviri vardır. Pamuk hem kitap çıkmadan önce hem de çıktıktan sonra verdiği çeşitli röportajlarda Veba Geceleri romanını otuz beş-kırk senedir düşündüğünün, beş senedir de yazdığının altını çiziyor.[3] YKKSY’nin YouTube sayfasında yer alan kitap tanıtım videolarında Pamuk, Minger Adası’nı “sokak sokak, mahalle mahalle, ev ev bütün ayrıntılarıyla yıllarca hayal edip kurduğunu”, “bütün insanlarıyla, adım adım, hikâye hikâye” yazdığını söylüyor büyük bir coşkuyla. Yazar bu seri videolarda yarattığı kurmaca dünyanın okurdaki gerçeklik duygusunu artırmak için izlediği yöntemleri de açıklıkla anlatıyor.
Yazılı kaynakların yanında fotoğraf albümleri, mağaza katalogları gibi görsel malzemelerle hayal gücünü nasıl beslediğini, bütün o insanları, eşyaları, mekânları, durumları zihninde nasıl dönüştürdüğünü ve bunları bir de kendi çizgileriyle resmederek nasıl roman dünyasının birer unsuru kıldığını büyük bir samimiyetle, cömertlikle açıklıyor.[4] Biz okurlar da romanın özellikle 10. bölümünde bu çabanın olumlu sonuçlarını görüyor, Minger Adası’nın manzarasını, sokaklarını, dükkânlarını, işyerlerini, esnafını, insanlarını, eski-yeni binalarını en ince ayrıntılarına kadar hayalimizde canlandırmamızı sağlayan yazara hayran kalıyor ve bir yanımızla onun da, o çok sevdiği 19. yüzyıl geleneksel romanlarında rastlanan tutkulu tasvirleri “taklit etmeye” diğer her şeyden daha fazla imkân verdiği için böyle bir ada yaratmış olabileceğini tahmin (hayal) ediyoruz.
Bir Akdeniz adası
Veba Geceleri romanının mekânı Minger bir ada; hem de Doğu Akdeniz’de yer alan bir Osmanlı adası. Emel Kefeli, Edebiyat Coğrafyasında Akdeniz adlı kitabında Batılılaşma dönemi edebiyatımızda Akdeniz’in “a) Estetik anlayışını yönlendiren Akdeniz: Havza medeniyeti; b) Duyuş ve düşünce tarzını etkileyen, hayal gücünü yönlendiren Akdeniz; c) Sürgün bölgesi olarak Akdeniz; d) Korsan mekânı olarak Akdeniz” başlıkları altında işlendiğini tespit etmiştir.[5] Bizim toplumsal hafızamızda (veya “tarihsel bilinçdışı”mızda) söz konusu bölge daha çok bir sürgün mekânı olarak yer etmiş olsa gerek. Romanda olayların geçtiği 1901 yılından biraz önce, 1873’te, Meşrutiyet yanlısı gençlerden oluşan Yeni Osmanlılar grubu ve Tanzimat döneminin bir diğer önemli figürü Ahmet Midhat Efendi,[6] Sultan Abdülaziz tarafından Doğu Akdeniz’e sürülmüşlerdi. Ahmet Midhat Efendi ve Ebüzziya Tevfik Rodos’a, Nâmık Kemal Magosa’ya, Menâpirzâde Nuri ve Bereketzâde İsmail Hakkı ise Akka şehrine gönderilmişlerdi. Üstelik, tarihin ve romanın her yerde karşımıza çıkan şu tuhaf simetrisinden olacak, Yeni Osmanlılar’ın sürgüne gönderilme sebebi, Ebüzziya Tevfik’e göre Nâmık Kemal’in romanımızın kahramanı Pakize Sultan’ın babası Şehzade Murat’la olan yakın ilişkileriydi. Her ne kadar adında “tarih” ibaresi geçse de pekâlâ bir roman gibi okunabilen, Mina Mingerli’nin deyişiyle bir “roman-tarih” olan ve tam da bu yüzden Veba Geceleri’nin yapısına benzeyen Yeni Osmanlılar Tarihi’nde Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar’ın sonunu “1290 [1873] hadisesi”nin, yani bu sürgün olayının getirdiğini söyler.[7] Yeni Osmanlılar Tarihi’nden anlaşıldığına göre Ebüzziya Tevfik, Şehzade Murat taraftarı olmadığı halde onun “namına” sürülmesine çok içerlemiş, bütün bunlara sebep olduğu için Nâmık Kemal’e fazlasıyla sinirlenmiştir.
Her geçen gün daha da yayılan veba salgını yüzünden otel odasında kapalı kalan Pakize Sultan için de Minger Adası, İstanbul’daki saray hapsinin devamı ve bir çeşit sürgün yeri haline gelmiştir. Görüldüğü üzere Doğu Akdeniz coğrafyası siyasidir ve Veba Geceleri romanında da bu yönüyle öne çıkar. Bununla beraber Minger Adası dünya edebiyatının bazı başka adalarını içinde barındırır. Zeynep ve Komutan Kâmil’in aşkı, saf romantizmiyle Paul ve Virginie’yi hatırlatır. Salgın anne ve babalarının canını alınca öksüz ve yetim kalan çocuklar çeteleşir, adeta Sineklerin Tanrısı’ndaki çocuklar gibi vahşileşirler. Adanın dağlarında, tepelerinde, orman köşelerinde Robinson Crusoe misali yaşayan insanlardan söz edilir. Akşit Göktürk bir adanın doğal yapısında bulunan birtakım özelliklerin yazara çeşitli anlatım olanakları sağladığını belirttikten sonra şunları söylemişti:
“Bu özelliklerin temelinde bütün adaların paylaştığı dışardan ayrılmışlık, kendiyle sınırlanmışlık gerçeği vardır. Her ada bir bakıma bütünden ayrılmış, dünyayı ya da anakarayı uzağında, dışında bırakmıştır. Adada yaşayan bir kimse için dört bir yanını çepeçevre kuşatan denizlerin ötesindeki dünya “dışarı”dır. Ada-dünya ilişkisinde göze çarpan bu içeri-dışarı karşıtlığı her ada örneğinde vardır. Çünkü her ada, dış dünyanın alabildiğine genişliği, sonsuzluğu, karmaşasıyla karşılaştırılınca, sınırları kesinlikle belli bir yaşama alanıdır. Bu sınırlanmışlık ada içinde yaşayan insanın bilincinde birbirine hiç benzemeyen, değişik tepkilere yol açabilir. Doğal konumu ile 'dışarı'nın, 'dünya'nın karşıtı olan 'ada', içinde yaşayan insanın gözünde dünyadan daha iyi bir yer de olabilir, daha kötü bir yer de olabilir.”[8]
Akşit Göktürk’ün bu tespitlerine Doğu Akdeniz adalarının coğrafya ve iklim koşullarının getirdiği zorluklar da eklenince, adanın “dünya”nın ya da başka bir deyişle evrenselin bir karşıtı olma özelliği daha belirginleşecek, içe kapalılığı ve gelenekselliği derinleşecektir. Kefeli, “Akdeniz kültürleri yalnızca ulusal kültürler değillerdir. Kozmopolit bir yapının oluşturduğu, ‘ancak kendi ölçütleri ile’ değerlendirilebilecek kültürlerdir”[9] der. Romanda “adanın verdiği uzaklık ve biriciklik duygusu”[10] ifadesinde “uzaklık” “taşralılık”la (dünyanın yani Batı’nın dışında olmakla), “biriciklik” ise “yerlilik” kelimeleriyle yer değiştirebilir. Bu da Minger Adası’nı, ulus-devletleşme çağının şafağında, romanın tarih sahnesine çıkarmak için benzersiz bir yer yapar.
Roman ve milliyetçilik
Orhan Pamuk romanlarını, elbette kendimi ve metinleri bununla sınırlamamakla birlikte, genellikle ikili temalar/izlekler halinde düşünüyorum. Bu ikilinin sabit kalan tarafı “roman” oluyor, “roman”ın yanına bir şey daha getirebiliyorum; “roman + …”, “roman + resim” gibi örneğin. Veba Geceleri’ni de “roman ve milliyetçilik” ikilisine başvurarak okumayı tercih ettim.
Veba Geceleri’nde Osmanlıya bağlı bir vilayet olan, hayalî Minger Adası’nda, 1901 yılında yaşanan üçüncü veba salgını konu edilir. Vilayetteki idareciler, doktorlar ve yetkililer salgını sonlandırmaya çalışırken çeşitli yönetimsel sorunlarla karşılaşırlar. Salgın Minger’in Osmanlı’dan ayrılmasıyla sonuçlanacak bağımsızlık hareketini ateşler. Bununla beraber Veba Geceleri romanı tarihin kendisindense, o tarihin nasıl yazıldığıyla yani historiyografiyle ve buna ek olarak da ulus-devletleşme modeliyle ilgilidir daha çok. Orhan Pamuk tarihî roman yazmanın açmazlarının farkındadır. Saf ve Düşünceli Romancı kitabında konuyla ilgili görüşünü “Tarihî roman, geçmiş bir dönemin kelimelerini kullanmak çok zor olduğu için sınırlı bir biçimdir. Ancak yapaylığı ve sınırları ortaya konursa tarihî roman olur”[11] sözleriyle açıklar. Pamuk tarih (yazımı) ve roman (yazımı) arasındaki, zaman zaman bulanıklaşan sınırlardan da faydalanarak söz konusu açmazları aşmaya çalışır. Bu amaçla başvurduğu bir dizi yöntemden ilki, romanın anlatıcısı hem de kurmaca yazarı Mina Mingerli’nin bir tarihçi olmasıdır. Tarihçiliğe özenen romancı Orhan Pamuk’un anlatıcısı, romancılığa özenen bir tarihçi olan Mine Mingerli’yle karşılıklılığı okurda sonsuz ayna etkisi yaratmaktadır.
Mina Mingerli, Şehzade V. Murat’ın kurmaca bir kişi olan üçüncü kızı Pakize Sultan’ın 1901-1913 yılları arasında ablası Hatice Sultan’a yazdığı mektupları yayıma hazırlarken kaleme aldığı önsözü bir romana çevirmeye karar verince, “hem bir tarihî roman hem de roman biçiminde yazılmış [bir] tarih” olan bu kitap ortaya çıkar. Tarihyazıcılığı felsefesi ve uygulamasıyla ilgili kuramsal tartışmalara burada uzun uzun yer veremeyeceğim gerçi ama en azından “tarih mazinin romanı, roman da halin tarihi[dir]”[12] diye düşünen Ahmet Refik Altınay’ın Mina Mingerli’yi takdir edeceğini söyleyebilirim. M. Mingerli ele aldığı tarihsel dönemi yazarken tarih disiplininin kendi iç yöntemlerinden öyle dümdüz faydalanmaz. Belge ve arşiv ağırlıklı bir çalışmanın sonucunda ortaya “kuru” bir tarih kitabı koymaktansa, tıpkı bir romancı gibi öznel manzaraları yakalamak ve canlandırmak ister.[13] Tarihi daha içerden kavramaya yardımcı olacağı için roman türünün sağladığı özgürlük alanını da kullanır. Ancak “resmî” tarihyazımının bu şekilde dışına çıkmak resmî tarih anlayışının da dışına çıkmaktır bir yerde. Böylece Minger tarihine ve tarihyazımına eleştirel bir mesafeden yaklaşabildiği gibi, bu bulanık ara bölgede üretmek, eleştirel tutumu nedeniyle zaten başının hoş olmadığı Minger devletinden de belli ölçüde korunmasını sağlar. Mina Mingerli’nin anaakım tarihyazımıyla arasına koyduğu mesafeden doğan boşluk çoğu zaman ironiyle dolar. Mingerli meslektaşlarının karşılıklı top atışlarının sayısı gibi gereksiz ayrıntılara takılmalarını, tartışılması gereken asıl meselelerin uzağında dolaşmalarını, komploculuğa varan aşırı ve yanlış yorumlarını, romantik tarih anlayışlarını zarifçe alaya alır. Örneğin Şeyh Hamdullah Efendi’nin Vilayet Binası’nın alafranga tuvaletinde uzun süre kalmasının sebebi, koparılan gürültünün aksine, “merak” gibi gayet anlaşılır ve insanca bir sebeptir Mingerli’ye göre. (VG, s. 314)
Mina Mingerli veba salgını sırasında yaşananların gerisinde adanın ulus-devletleşme sürecinin tarihini kaleme almıştır. Ulus devletler 19. yüzyılın sonunda hatırı sayılır şekilde artmıştır, Minger Adası da salgının (ve simgelediklerinin de elbette) tetiklemesiyle bu rüzgâra kapılır. Hareketin önderiyse Pakize Sultan’ın muhafızı, Minger doğumlu Kolağası (sonradan Komutan) Kâmil’dir. Benedict Anderson ulusların doğuşunu ve gelişmesini incelediği ünlü çalışması Hayali Cemaatler’de, daha 19. yüzyılın ikinci yarısında, dünyanın her yerinde benzer şekilde uygulanabilecek birtakım ulus-devletleşme standartlarının oluştuğunu söyler. Yine Anderson’ın vurguladığı şekilde “ulus” kavramı bir “keşif”ten ziyade bir “icat”tır.[14] Nüfusunun yarısı Rumlardan, yarısı Müslümanlardan oluşan ve kozmopolit bir yapısı olan Minger Adası’nda da başlarda “millet” kavramı boş bir gösterendir. Romanda en sık sorulan sorular “Millet nedir?”, “Mingerliler bir millet midir?”, “Biz’i biz yapan öz nedir?” minvalindedir. Doktor Nuri, Doktor Nikos’la bir konuşması sırasında “Mingerliler sizce gerçekten bir millet midir?” sorusunu yöneltir. (VG, s. 95) Komutan Kâmil, Şeyh Hamdullah’ın “[…] bu adada millet dediğimiz kimdir?” sorusuna “Bütün adalılar, bu vilayetin kendi ahalisi” yanıtını verir. (VG, s. 313) Ona göre Mingerliyim diyen herkes Mingerli kabul edilmelidir. Sami Paşa da Marika’ya “Bizi burada millet yapan cami, kilise değil, bu adada olmamızdır. Biz bu adanın milletiyiz” (VG, s. 406) der. Hem Sami Paşa’nın hem Kolağası Kâmil’in “millet” tasavvurlarını başlarda ırkın ya da dinin değil, coğrafyanın belirlediği anlaşılmaktadır. Minger devletinin kurulmasıyla milli kimlik inşası da hız kazanır. Minger devletinin kurucusu Komutan Kâmil’in ilk işlerinden biri adalılara milli özgüven aşılamak olur. Söylevlerinde “Mingerli olmaktan gururlu, hatta mağrur” (VG, s. 341) olduğunu ilan eder, halka “Yüce Mingerliler” diye hitap eder. Daha düne kadar böyle bir özelliği olduğunu bilmediğimiz Mingerlilerin “soylu” bir kan taşıdıklarını öğreniriz. “Minger Mingerlilerindir!” gibi milliyetçi söylemler devreye girmeye başlar.
Dil ve bayrak
Bir milli kimlik ve bilinç yaratmada en önemli araç dildir. Komutan Kâmil de adanın yerel dili Mingerceye büyük önem verir. Anayasa yazılırken Minger milletinin öz dilinin Mingerce olduğunu belirtir, devletin resmî dili ancak geçici bir süre Türkçe ve Rumca kalacaktır. Komutan Kâmil her zaman güçlüymüş gibi davransa da, Mingerce aslında adalıların sadece evlerinde konuştukları, kadim ama ilkel kalmış bir dildir. Bu kadim dilin rekonstrüksiyonu için arkeolog Selim Sahir’den yardım alır. Arkeoloji disiplini gerçekte de, 19. yüzyılda milli kimliğin tanımlanmasında yeni devlet modellerinin en büyük yardımcılarından biridir.
Bir diğer önemli milliyetçilik göstergesi bayraktır. Minger devletinin bayrağı da “nazlı ve gururlu” dalgalanmaktadır artık. Oysa üzerine Minger gülü deseninin işlendiği, pembemsi Minger kırmızısı bu bayrak aslında Eczacı Nikiforo’nun reklam amacıyla dükkânının vitrinine astığı bir kumaştan ibarettir. Başta bir şirket amblemi olarak düşünülmüş, Bonkowski Paşa reklam ressamı arkadaşı Osgan Kalemciyan’a çizdirmiştir. Vali Paşa’nın sakıncalı görerek (Vali Paşa’ya göre pekâlâ bir bayrak sanılabilirdi!) el koyduğu kumaş ihtilal günü Komutan Kâmil tarafından ele geçirilip Vilayet Binası’nın balkonundan sallanınca şanlı Minger bayrağına dönüşür. Eczacı Nikiforo, romanın sonuna doğru, üretilmesinde bir payı bulunmasından mutlu olduğu bu bayrağa hakaretten mahkûm edilir. Bayrak üzerinden milliyetçi hassasiyetler gelişmiştir. Milliyetçiliğin simgesi olan bayrağın serüveni tek başına ele alındığında bile oldukça ironik, Eczacı Nikiforo’nun sonuysa hayli trajiktir. Romanda milli bilincin yerleşip kökleşmesinde görsel malzemenin ve basın-yayın faaliyetlerinin ne kadar etkili olduğu da gözler önüne serilir. Romanda okurun varlıklarından haberdar edildiği bu görsellerin yatay listesi şöyledir: Rum ressam Aleksandros Satsos’un ihtilalin yıldönümü için yaptığı illüstrasyonlar; Delacroix esintileri taşıyan “Hürriyet” resmi; Komutan Kâmil’i ihtilal gününde annesinin elini öperken, karısının mezarı başında canlandıran yağlıboya tabloları; fotoğrafçı Vanyas’ın kanlı ihtilal gününde, salgınhane odasında, Minger haritasının önünde çektiği cesetlerin, yine aynı gün Vilayet Binası’nın balkonunda Minger’in ileri gelenlerinden oluşan topluluğun, kraliçenin emriyle Minger manzaraları ve sokaklarının ve kraliçenin fotoğrafları; Ressam Tacettin’in Vilayet’in zırhlı landosunu sürücüsüz resmettiği tablo; Zeynep’in ve Komutan Kâmil’in yan yana olduğu görseller… Bunlar ders kitaplarına, ansiklopedilere konmuş, pullara, kâğıt paralara basılmış, devlet dairelerinin duvarlarına asılmış, özel günlerin kutlamalarında kullanılmıştır. Orhan Pamuk’un ayrıntılarıyla hayal edip okura tasvir ettiği kurmaca görseller ulusal tarih anlatısının yazılmasına, adada ve dünyada yayılmasına büyük bir katkıda bulunurlar. Bunların bazıları, örneğin Vilayet balkonundaki fotoğrafın simgesel değeri ve yorumlanışı süreç içinde dönemin politik eğilimlerine de uygun olarak değişir.
Gölge kahraman II. Abdülhamit ve polisiye
Ulus-devlet modellerinin, özellikle 19. yüzyıl boyunca yeni milli değerler üretmek (resmî bayramlar gibi), var olanlara yeni anlamlar yükleyerek kutsallaştırmak, geçmişi günün koşullarına uygun olarak yeniden kurgulamak, kuruluş hikâyesini masalsılaştırmak, kahramanlarını romantikleştirmek vb. yöntemlerle dünyanın hemen her yerinde benzer şekillerde uygulandığını bilsek bile, en az Mina Mingerli kadar biz okurlar da bu hayalî adanın hayalî tarihine aşinalık duygusundan ne kadar istesek de bir türlü kendimizi kurtaramayız ve bu konuda pek haksız da sayılmayız hani. Bu nedenle yazarın, “Orhan Bey, Veba Geceleri romanında Türkiye’yi mi yazdınız? Orhan Bey, Minger Adası Türkiye mi?” sorularına artık sık sık muhatap olacağını tahmin etmek hiç de güç değil.
Öte yandan Türkiye’ye Minger Adası’ndan bakmak, bu yer değiştirmenin yaratacağı yabancılaştırıcı etki bize belki yeni bir perspektif kazandıracak, arada benzerlikler keşfetmek, kurguyla gerçeği zaman zaman birbirine karıştırmak zevk de verecektir. Orhan Pamuk da zaten kurguyla gerçeği böyle tatlı tatlı birbirine karıştırmamız için ne gerekirse yapmıştır. Ancak roman yayımlandıktan sonra yazara gelen tepkiler herkesin aynı zevki paylaşmadığını, ama kimilerinin yalnızca kişisel beğeniden değil, aslında istese de paylaşamayacağını gösterdi. Ne demek istediğimi biraz daha açıklamaya çalışayım.
Orhan Pamuk’un romanlarını okumakla yetinmeyenler, yani yazarı sadece bir romancı değil, bir denemeci, bir eleştirmen olarak da tanıyanlar onun roman yazmak kadar okur olmakla da ilgilendiğini ve bunu romanlarında da alt metin olarak işleyegeldiğini bilirler. Veba Geceleri’nin gölge roman kahramanı II. Abdülhamit bir siyasi figür olmanın ötesinde iyi de bir polisiye roman okuru, bir Arthur Conan Doyle hayranıdır. Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği en iyi Müslüman hekimlerden biri olan Doktor Nuri’yi adaya salgını durdurması ama aynı zamanda da orada işlenen cinayetleri çözmesi için gönderir. Üstelik bu cinayetlerin tıpkı Sherlock Holmes tarzında, tümevarım metoduyla, masa başında çözülmesini istemektedir. Bu yöntem tercihi konusunda Doktor Nuri, Vali Sami Paşa’yla defalarca karşı karşıya gelir. Neticede cinayetlerin esrarını çözen Pakize Sultan olur. Zira Pakize Sultan’ın da sonunda anladığı gibi, amcası II. Abdülhamit’in “detektif” olarak asıl görevlendirdiği kişi kendisidir. “Bu muammayı ancak babam gibi roman okuyan biriyle, yani benimle birlikte mantık yürütürseniz çözebileceğinizi tahmin ediyordu amcam” (VG, s. 429) der Pakize Sultan. Çünkü burada asıl esrarengiz olan cinayeti kimin işlediği değildir; Doğu coğrafyasında doğup büyümüşseniz bu daha baştan bellidir, katili tahmin etmeniz işten bile değildir; burada asıl çözülmesi gereken –şaşırtıcı derecede sofistike olduğu sonradan ortaya çıkan– cinayet yöntemidir ve bu yöntem bir romandan, Monte Cristo’dan mülhemdir. Eczacı Nikiforo da romanın başlarında, bir ağır ağır zehirleme vakası için “Fransız romanları okumuyorsa, bunları yan yana koyup bir netice çıkaramazdı kimse” demiştir. Şunu söylemeye çalışıyorum: Roman okumak asla sadece roman okumak değildir. Hele de bizimki gibi Batı dışı toplumlarda…
Romanla gelişen düşünme biçimi
Johann Strauss, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kimler, Neleri Okurdu? (19.-20. Yüzyıllar)” başlıklı yazısında İngiliz şair, romancı, tarihçi ve gezgin Julia Pardoe’nun Sultanlar Şehri İstanbul (1837) adlı kitabında yer alan bir gözlemini paylaşır. Şöyle der J. Pardoe:
"Belki de Büyük Britanya tek istisna olmak üzere, dünyada Türkiye’den daha fazla okuyan millet bulunmaz. […] İmparatorlukta neredeyse herkes okuma yazma bilir [sic.] ve şu anda başkentin çeşitli okullarında eğitim görmekte olan sekiz binden fazla çocuk bulunmaktadır. Ne var ki, Osmanlı kadın ve erkeklerinin ilgisi tek tük istisnalar dışında şimdiye dek Kuran’la ya da önemsiz ve yararsız türlerle sınırlı kalmıştır." [15]
J. Pardoe’nun 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı coğrafyasındaki okur kitlesiyle ilgili gözlemleri oldukça değerlidir. Buna ek olarak J. Strauss da önce Yunancaya (1845-1846) ve Ladinoya (1850, Selanik), ardından Türkçeye (1871) ve Karamanlıcaya (1882) çevrilen Monte Cristo romanıyla ilgili olarak “Kitabın Türkçe ve Karamanlıca çevirmenlerinin ‘romancı’ kavramına henüz yabancı olduğu anlaşılmaktadır. Çevirilerin ikisinde de Alexandre Dumas, ‘Fransa’nın meşhur şairi’ (Fransa meşahir-i şuarasından) olarak anılır”[16] diyerek dikkat çekici bir tespit yapmıştır. İlk roman yazarı olarak kabul edilen Ahmet Midhat Efendi bu Batılı yeni türün Türkçede örneklerini vermekle kalmamıştı; kendi okurunu, yani roman okurunu yaratmak da “Hâce-i Evvel”e düşüyordu.
Manzarayı çok kabaca özetlersek, bilindiği üzere roman Batı’da yeni orta sınıfların doğuşuyla beraber yükselmişti; bizde ise okur kitlesinin oluşumu roman türünde verilmiş tercümelerin ardından geldi. Dolayısıyla Orhan Pamuk’un kelimeleriyle söyleyecek olursak, “Batı’dan gelen romanın ‘kurgusallığı’ fikri” de çok yeniydi. Özlem Berk’in de belirttiği gibi, “Türkler için Batılılaşma aynı zamanda Batı’yı çevirmek anlamına gelmişti.”[17]Aynı şekilde roman yazmak ve roman okumak da Batılılaşmanın bir parçasıydı. Romanları özümsemek biraz da Batı’yı özümsemekti; Osmanlı modernleşmesinin hız kazandığı 19. yüzyılda Batı romanlardan da öğrenilirdi. Fakat burada roman bilgisini, yani romandan edinilen bilgiyi kastetmiyorum yalnızca; romanla gelişen bir düşünme biçimiydi, içinde yaşanan toplumu ve dünyayı kavrayış biçiminin kökten değişmesiydi, bir Batılı gibi de düşünebilmekti. Orhan Pamuk “Ben geleneksel dünyadan modern âleme roman okuya okuya geçtim. Bu, ait olmam gereken bir cemaatten kopup yalnızlığa geçmek anlamına da geliyordu”[18] diyordu Saf ve Düşünceli Romancı’da. Bu yüzden Veba Geceleri’nde planlanmış/kurgulanmış bir cinayeti, bir yanıyla da ancak roman okuyarak rasyonel düşünme ve daha sofistike akıl yürütme pratiğini geliştirmiş biri çözebilirdi.
Romanla beraber yabancı bir kültür dünyasının kapıları da sonuna kadar açılmıştı, bu kapıdan ne gireceği pek belli olmazdı. Bu açıdan özelde roman, genelde kitaplar muzır olarak görülüyordu. Veba Geceleri’nde “kitapların zararlı etkilerine karşı devletin ve milletin nasıl korunacağı” Vali Paşa’nın konuşmayı sevdiği bir mevzuydu. İlk romancılarımızın refleksleri de devlet adamlarınınkine benziyordu; onlar da çocuk kalmış, bu kırılgan toplumu Batı kültürünün “zararlı” etkilerinden korumaya çalışıyorlardı. Başak Bitik’in “Okurunu Arayan Romanlar: 19. Yüzyıl Osmanlı-Türk Romanlarında Okur Profili” başlıklı yüksek lisans tezinde de gösterdiği gibi, Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarındaki olumlu tipler, kitapları onlardan etkilenmeden okuyanlardır. Ahmet Midhat’a göre romanın işlevi okuma alışkanlığı kazandırmanın yanında ibret dersi vermek, halkı aydınlatmak, onu eğitmektir; edebi olmak gibi bir kaygısı ise yoktur onun.
Bu derece korunan kollanan okur “romanın kurgusallığı fikri”ni özümseyebilir mi? Bugün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de en popüler tür roman olmasına rağmen korkarım ben bu soruya olumlu yanıt veremeyeceğim. Pamuk’a gelen aşırı tepkiler de bunun bir ispatı bana kalırsa; milliyetçi hassasiyetlerin yanında, roman okuru olarak güdük kalmamızın da bunda payı olmalı.
Veba Geceleri’nin tanıtım videoları kitap reklamını hoş karşılamayanların tepkisini çekti;[19] bu artık aşılması gereken tartışma yeniden eski hararetiyle alevlenmedi takip edebildiğim kadarıyla. İtiraf etmek gerekirse o videolardan ötürü başlarda yazara ben de kızıyordum. Romanının “reklamını yaptığı” için değildi elbette, romanın “sırlarını” faş ediyordu; okura bir şey bırakmıyordu; bir yazar kendi romanını bu kadar açıklamamalıydı; romanının nasıl okunması gerektiğini böyle anlatmamalıydı. Ama sonra, sanırım “Haritalar” videosunu seyrederken bir şey fark ettim. Romancı birine benziyordu, bir öğretmene benziyordu. O anda Pamuk’un “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi” yazısındaki uzun bir paragraf zihnimde canlandı. Sonsözü Pamuk’un kendisine bırakıyorum, çünkü –hele söz konusu edilen “modernizm” kavramı da biraz bükülerek okunursa– yazıma bundan daha iyi bir son kaleme alamazdım sanıyorum:
“Bizimki gibi bir ülkeden ya da bir kültürel ikilemden gelen bir yaratıcı, modernizmin temel metinleriyle karşılaştığı, modernizmin etkisi altına girdiği, –ya da daha ileri gidiyorum– modernist olmaya, yani hafifçe cemaat ruhundan sıyrılmaya ve bu cemaat ruhundan sıyrılmanın kendisine sağlayacağı yaratıcı özgürlüğün imkânlarından bilinçle, özgürce yararlanmaya karar verdiği zaman bir ikilemle karşılaşır. Bir yandan şeytani olmanın, cemaat ruhundan sıyrılmanın verdiği imkânları yaşamakta kararlıdır. Öte yandan da kendisini yapan malzemeye, içinden geldiği kültürel iklime geri döndüğü zaman yüzünde o şeytani ışığın kalmadığını sezer: Yüzü, bilmeyenlere bir şey öğretmek isteyen bir öğretmenin nurlu yüzüne dönüşmüştür. Yani başka bir kültürden, başka bir iklimden öğrenilmiş, edinilmiş maskeyi aldığımız zaman, yüzümüzü kendi kültürümüze döndüğümüzde o maske çoğunlukla şeytani niteliğini kaybeder, söz konusu kişilik öğretici bir niteliğe dönüşür. Türk modernizminin ya da bizimki gibi ülkelerde […] modernizmin temel sorunu bu olmuştur. Yaratıcı, toplumu karşısına alıp kendi ruhsal dünyasının özerkliğine sonuna kadar gidemez. Çünkü karşısına almak istediği dünyayla ilişkisi bir anda yine öğreten bir adamla bilmeyenlerin ilişkisine dönüşür. Bizde modernizmin olmamasının ya da modernist rüzgârın güçle esmemesinin nedeni modernizmi bizim öğrenemememiz ya da anlayamamamız değildi. Sorun yazar ile okuyucu arasındaki verili geleneksel ilişkinin kırılamaması, değişememesidir. Modernizmin rüzgârını Batı’da ciğerlerine dolduran yazarın kendi kültürüne dönünce birdenbire kendini bir cemaat adamı olarak hissetmesi, bir cemaatin parçası olmaktan bir türlü kurtulamaması ve sonunda şu veya bu şekilde, pek çok dolayım yüzünden kendini Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bir öğretmen durumunda bulmasıdır. Ne kadar hassas, ne kadar ince ve yetenekli olursa olsun, böyledir bu.”[20]
•
NOTLAR:
[1] A. Manguel-G. Guadalupi, Hayali Yerler Sözlüğü, çev. Sevin Okyay-Kutlukhan Kutlu, İstanbul: YKY, 2018.
[2] Virginia Üniversitesi’nin hazırladığı internet sayfasından bu haritaları incelemek mümkün: http://people.virginia.edu/~sfr/enam322/mapsf.html
[3] Bkz. Orhan Pamuk, “Şimdi Yazdığım Veba Geceleri de Biraz Doğu-Batı Romanıdır”, Ramil Ahmedov (söy.), kitap-lık, S: 199, Eylül-Ekim 2018; “Orhan Pamuk Veba Geceleri’ni Anlattı [...]”, Şeyda Öztürk (söy.), Duvar Kitap, S: 156 , 5-22.
[4] Tanıtım videoları için buraya bkz.
[5] Emel Kefeli, Edebiyat Coğrafyasında Akdeniz, İstanbul: 3F, 2006, s. 44.
[6] Ahmet Midhat Efendi’nin sürülmesi Yeni Osmanlılar’ın faaliyetiyle ilgili değildir. Ebüzziya Tevfik, Ahmet Midhat’ın Dağarcık’ta yayımlanan “Nesnas” ve “Duvardan Bir Sada” adlı makaleleri dolayısıyla Hoca İshak Efendi adında birinin “kâfirlik”le suçlaması sonucunda aralarında olduğunu söyler. (Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, İstanbul: Kapı Yayınları, 2019, s. 368)
[7] Yeni Osmanlılar Tarihi ilk defa 1909-1910’da, Yeni Tasvir-i Efkâr’da tefrika edilir. Ebüzziya Tevfik tefrika kitaplaşacağı zaman “sergüzeşt” ile yani kendi başından geçen olaylarla “tarih”in birbirinden ayrılacağını belirtme ihtiyacı hisseder ve “‘Yeni Osmanlılar Tarihi’yle kat’a münasebeti olmayan bazı vukuatın o sıraya katılması kendi sergüzeştime taalluku [ilişkisi] münasebetiyle olduğu izaha muhtaç değildir” diye ekler. (Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, s. 566)
[8] Akşit Göktürk, Ada: İngiliz Edebiyatında Ada Kavramı, İstanbul: YKY, 2004, s. 12.
[9] Emel Kefeli, Edebiyat Coğrafyasında Akdeniz, 3F Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 23.
[10] Orhan Pamuk, Veba Geceleri, İstanbul: YKY, Mart 2021, s. 268. (Kitaptan yapılacak alıntıların sayfa numaraları bundan sonra VG kısaltmasıyla metin içinde gösterilecektir.)
[11] Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı, İstanbul: İletişim, 2011, s. 48.
[12] Akt. Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih: Türkiye’de Resmî Tarih Tezinin Oluşumu (1929-1937), İstanbul: İletişim, 2018 (7. baskı), s. 836. (dijital kitap)
[13] Kütüphanelerin hayalet “Minger kitaplığı” bölümünün bir kısmını şu kaynaklar oluşturmaktadır: Kürekler Bizim Rüzgârımız, 1962, Atina (yazarı bir sandalcı, adı bilinmiyor); Yannis Kisannis, Gördüklerim (anı); İbrahim Hakkı Paşa’nın muavini Hadi’nin anıları, Adalardan Vatana; Rum cemaati başpapazı Konstantin Efendi’nin kızının anıları, Minger Rüzgârı, 1932, Atina; Emekli sefir Sait Nedim Bey’in diplomatlık hatıraları, Avrupa ve Asya; Şeyh Hamdullah, Fecir (şiir); Mingerli şair Büyük Aşkan’ın Hacı Gemisi İsyanı’yla ilgili uzun, fantastik şiiri “Sarhoş Gemi” (şiirin opera uyarlaması 1997 yılına kadar Minger Devlet Operası tarafından oynanır); Gazeteler: Neo Nisi, Adekatos Arkadi, Necm-i Cezire; Milli çocuk dergileri: Ada Dersleri, Tarih Bilgisi; Minger Ansiklopedisi; Mingerce-Rumca, Minger-Türkçe, Mingerce-Mingerce sözlükler; Salih Rıza, Annem Gecenin Ormanında (çocuk romanı); Zeynep’in Okuma Kitabı, Minger Alfabesi (ilkokullar için).
[14] Bkz. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, İstanbul: Metis, Mart 2020.
[15] Johann, Strauss, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kimler, Neleri Okurdu? (19.-20. Yüzyıllar),” Tanzimat ve Edebiyat: Osmanlı İstanbul’unda Modern Edebi Kültür, Mehmet Fatih Uslu-Fatih Altuğ (haz.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 3.
[16] a.g.e.: s. 57.
[17] Akt. Ayşe Banu Karadağ, “‘Batı’nın Çevrilmesini ‘Medeniyet’ Odağıyla Yeniden Okumak: Tanzimat Dönemi / sonrası Çeviriler ve ‘Çekinceli’ Cesur Çevirmenler”, Tanzimat ve Edebiyat, s. 495
[18] Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı, İstanbul: İletişim, 2011, s. 89.
[19] Feridun Andaç, 30 Nisan 2021 tarihli Cumhuriyet Kitap’taki “Nasıl Okunmalı(yız)?” adlı yazısında Orhan Pamuk’un “özgün bir dili, biçemi, hikâyesi ve meselesi olmadığını” savunuyor. Bu yüzden de “pazarlamacı gibi davranıp ‘ürün’ünü pazarlamanın derdine düştüğünü” iddia ediyordu.
[20] Orhan Pamuk, “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi”, Manzaradan Parçalar: Hayatlar, Sokaklar, Edebiyat, İstanbul: İletişim, 2010, s. 304-305.