Ayhan Geçgin'in yeni romanı Bir Dava, 8 Mart'ta raflarda. Romandan tadımlık bir bölümü K24 okurları için yayınlıyoruz...
NEREDEYİM? Bir öğleden sonra, okulda, odamdayım. Henüz hiçbir şeyden haberim yok. Yarım saat sonra gireceğim ders için kâğıtlarıma son kez göz gezdiriyor, ara sıra başımı kaldırıp dışarıya bakıyorum. Pencerenin gerisinde kasım ayına özgü bir manzara uzanıyor. Soğuklardan sonra güneşli, güzel bir gün gelmiş. Kampüs sessiz. Işınların parça parça düştüğü çimenlik alana öğrenciler tek tük yayılmış. İki kişi frizbi oynuyor. Ağaçların arasındaki yoldan bisikletliler geçiyor. Bir rüzgâr ağaçların tepelerini hafifçe sallıyor, turuncu sarı yapraklardan birkaçı daha dallarından kopup salınarak yere düşüyor. Gözüm pencerenin pervazına cıvıldayarak, gagalarını birbirine vurarak konan iki küçük kuşa takılıyor. Kavga mı? Sevişme çağrısı mı? Kondukları gibi aynı hızla, gövdeleri neredeyse bitişik uçup uzaklaşıyorlar. O sırada cep telefonumun zili, daha doğrusu en az rahatsızlık vereceğini düşünerek seçtiğim melodisi haberi iletmek üzere çalıyor.
Telefonda annem, “Babanı götürdüler,” diyor. Sözcükleri işitiyor ama anlamıyorum. Götürdüler mi? Bir eşya, bir paket ya da bir ceset götürülebilir ama yaşayan biri, bir insan nasıl götürülür? “Götürdüler ne demek, anne?” Orada henüz erken bir saat, gün soluk bir kış parıltısıyla yeni yeni söküyordur. Annem soğukkanlılığını korumaya çalışarak olanları anlatıyor.
Götürdüler. Kim, neden? Elbette sözcüğün anlamını iyi biliyorum. Yirminci yüzyıl, bu artık geride kalmış, yaşamımın neredeyse ilk otuz yılını içine alıp kapandığına göre bir bakıma beni de belirleyen yüzyıl, götürülen, bir gecede kaybolup bir daha haber alınmayan insanların, bir hayvan sürüsü gibi yolda telef olsun diye oradan oraya sürülen koca kitlelerin, kampların hikâyeleriyle dolu. Türkiye için de anlamını biliyorum. Ülkeden ayrıldığımda nasıl bir ülkeden ayrıldığımı biliyordum.
Babanı götürdüler. Demek sıra babamda, öyle mi? Ama bu iki sözcük ne anlatıyor? Anlamlarını henüz doğru dürüst kavrayamasam da etkisi bıçak keskinliğinde açık: Zamanımı boydan boya kestiler, şimdimi ikiye ayırdılar. Sözcüklerin hava gibi, esinti gibi olup aynı zamanda nasıl böyle ağır, böylesine güçlü olduklarına şaşırıyorum, binlerce kilometrelik uzaklığa rağmen bunca yolu hiç bozulmadan, anlamlarını sıkı sıkı koruyarak alıyor, başka bir kıtadaki, başka bir zamandaki bana ulaşıyorlar. Telefonu kapatır kapatmaz elim ilk uçağa bilet ayırtmak için yine telefona gidiyor. Ama insan ilk uçağa atlayıp öylece gidemiyor, bilet almadan önce düşünmem, yerine getirmem gereken çok şey var. Aynı zamanda anneme anne diye seslenmenin bana neden tuhaf geldiğini düşünüyorum. Ama ben de bir anneyim. Tek bir sözcük, oğlumun ağzından çıkan o anne sözcüğü, sayısız tonlamalarını duyduğum o sözcük, uzun süredir belki yalnızca o var. Anne olmak, bir çocuğun ağzından çıkan o sözcük olmak.
O ânı hayal ediyorum. Gece, saat sabaha karşı dört ya da beş, kapı zili üst üste çalıyor. Ev karanlık içinde, yalnızca koridoru aydınlatan gece ışığı yanıyor olmalı. Gecenin en sessiz saati, uykununsa belki en tatlı zamanı. İnsan bu saatte birilerinin ayakta olmasına, gündüzmüş gibi işlerini yerine getiriyor oluşuna şaşırır. Babam şaşırmış olmalı. Ama belki şaşırmamıştı, bekliyordu. Belki onun için tatlı uykuların zamanı çoktan geçmişti.
Babam aynı zamanda zil denen bu garip alete, bir sesin böyle acımasızca, saldırır gibi bir eve, en sessiz, en savunmasız ânında girişine şaşırmış olmalı. Annemin korkuyla yataktan doğruluşunu, babamın başucundaki lambayı açışını, hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını hayal ediyorum. Babam hırkasını pijamasının üstüne giyiyor, kapıya gidiyor. Sesine hâkim olmaya çalışarak diyafondan kim o, diye sesleniyor. Aslında yanıtı biliyor. Açın, polis, diyor karşıdan gelen ses. Diyafonun kapı açma düğmesine basıyor. Kalabalık ayak sesleri hızla yukarı çıkıyor.
Evin içine hücum ediyorlar, evi karış karış arıyorlar, evi talan ediyorlar. Babam bir şeyler demiş midir? Demiş olmalı. Dik durmaya çalışmıştır, sesinin titremesine engel olmaya, kararlı çıkmasına çalışmıştır. Ama çok değil, on yıl önce hayal edilemeyecek şey artık mümkün olduğuna, bir amiral bir gece böyle tutuklanıp alınabildiğine göre sözlerini kim duysun istemişti? Eve dalan, bilgisayarları, diskleri, dosyalanmış kâğıtları çuvallara doldurup götüren, sözlerinin hiçbir şey ifade etmediği bu polisler mi? Herhalde değil. Öyleyse yanı başında duran korkmuş karısına, anneme mi sesleniyordu? Ya da polislerin başları üzerinden, omuzlarında apoletleriyle silsileler halinde geriye, o tek adama doğru giden görünmez kalabalığa mı? Yoksa bana, uzaktaki sevgili kızına mı? Ben onun tek kızıyım, o da benim tek babam.
Peki ben kime sesleniyorum? Babama mı? Hayır. Oğluma mı? Sanmıyorum. Kendi kendime konuşuyor olabilirim ama seslendiğim kendim de değil. Öyleyse boşlukta belirsiz birilerine mi? Ama kimseyi görmüyorum, gözümün önünde boş bir uzam bile canlanmıyor. Bir uzamın bile ortaya çıkmadığı bir boşluk olanaklı olsaydı, boşluğa diyebilirdim. Dahası, ayaklarımın altındaki yer de silinip gidiyor. Öyleyse sesleneni bile silen bir boşluktan hiç kimsenin olmadığı başka bir boşluğa mı?
Sonunda on iki saatlik bir uçuştan sonra İstanbul’dayım. Kentin ışıkları aşağıda titreşiyor, uçak yavaş yavaş alçalıyor. Neredeyse gece yarısı. Koltuğumda dikleşiyorum, boynumu oynatıyor, omuzlarımı geriye doğru geriyorum. Sersemlemiş, kaskatı kesilmişim, başım belli belirsiz dönüyor. Boynumda, omuzlarımda feci bir ağrı var.