"Bir hayli kategorik ve toptancı tespitler bunlar. Hatırı sayılır bir miktar yergi, hatta nefret dozu da taşıdıkları söylenebilir. Doğrusu bu tür tespitleri Cem Kozlu profilinde birinden duymak ilginç. Böyle sözler genellikle ya marjinalleşmiş –ve biraz kavruk– entelektüellerden, ya da toplum tarafından kenara itilmiş veya –göçmenler gibi– toplumsal bünyeye hiç alınmamış kesimlerden gelir; en azından onların dilinde ve üslubunda daha tanıdık durur."
05 Kasım 2020 15:07
Geçen ay boyunca Türk kamuoyunu meşgul eden Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesi Fransa’yı da gündeme taşıdı. Bu ülkenin neredeyse can havliyle Yunanistan’ın safında öne atılması yaygın bir tepkiye neden oldu. Doğu Akdeniz’deki gerilim hafiften azalsa da, Fransa konusu hâlâ dillerden pek düşmüş değil.
Bilindiği gibi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron iktidara geldiğinden beri AB’nin kurumsal olduğu kadar askerî açıdan da güçlenmesini ve ortak bir irade geliştirerek gerektiği hallerde dişini göstermesini savunanların başını çekiyor. Doğu Akdeniz’deki gerilim mahalline filo göndermekte tereddüt etmemesi de genellikle bu yaklaşımına bağlanıyor. Ancak bu yaklaşımının gerisinde derin bir Yunanistan sempatisinin bulunduğuna şüphe yok. Macron’un AB’nin kolektif çıkarlarıyla Yunanistan’ın ulusal çıkarları arasında en ufak bir ayrım gözetmemesinde bu sempatinin epey bir rolü olsa gerek.
Fakat Türk kamuoyunda hâkim görüş o ki, Macron’un Doğu Akdeniz’deki tavrı Yunanistan sempatisinin yanı sıra Türkiye’ye yönelik husumetinden de kaynaklanıyor. Türkiye’deki tek adam rejimine duyduğu antipatinin bu husumetinde muhakkak bir payı vardır, ama tek etken olmadığı yeterince açık. Türkiye’nin son yıllarda Afrika’daki eski Fransız nüfuz bölgelerine burnunu sokması da elbette önemli bir etken, ama tek başına belirleyici olduğu şüpheli. Etkenler birden fazla ve epey karmaşık olunca, şu minvalde soruların çoğu insanın aklına takılması boşuna değil: “Fransa’ya n’oluyor? Sahi, Türkiye ile derdi ne?”
Bu sorunun yanıtını, Avrupa’ya Hayır Diyebilen Türkiye adlı kitabında Cem Kozlu çoktan vermişe benziyor. (Remzi Kitabevi, 2011) Geçenlerde her nasılsa yeni bir baskıymış gibi kitapçı vitrinlerinde sergilenen bu kitabında, Kozlu’nun Avrupa ve özellikle de Fransa ile ilgili çok keskin gözlemleri var. Kitap ilk yayınlanalı aslında on yıla yaklaşıyor, fakat güncel tartışmalara perspektif kazandırma açısından bugün de değerini koruyan bir yapıt.
Kozlu’nun gözlemleri kısaca şu başlıklar altında ifade edilebilir: Tam da siyasi birliğinin oluşmasına denk gelen son yarım asırlık dönemde Avrupa bir yandan yeni bir cazibe merkezi olurken, öte yandan dünyadaki merkezî konumunu kaybeden bir kıta durumundadır –giderek yaşlanan, çalışma azmi ve temposu azalan, teknolojide patinaj yapan, durgunlaşan bir kıtadır bu: dolayısıyla da hem siyasi ve iktisadi hem de askerî bakımdan ABD’nin iyice gerisine düşen, Çin, Hindistan, Brezilya gibi “uyanan devler” karşısındaki üstünlüğünü de muhafaza edemeyen, velhasıl, dünya güçler dengesinde hemen her bakımdan zemin kaybeden bir kıta.
Bu kıtanın geriye kalan ve belki de büsbütün kıymete binen tek cazibesini Kozlu şöyle tarif etmiş:
“Tarihî kentler, zengin müzeler, yeşil ormanlar, pırıl pırıl göller, şuh biçimde bel kıvıran nehirler, onların çevresindeki bağlar ve yamaçlarda yükselen şatolar, şiir gibi oynayan futbol takımları, sülün gibi mankenler, kafelerde 20. yüzyılın üslubunu sürdüren entelektüeller… Yani dünyanın en büyük açık hava müzesi ve nesli tükenmekte olan, eğlenmesini, dinlenmesini iyi bilen, hoş insanlar.” (s. 47)
Bunlara köklü insan hakları, işçi hakları, mülkiyet hakları, sosyal devlet ve hukuk devleti gibi daha soyut fakat eşit derecede elzem ve hoş şeyler de ilave edilebilir elbet.
Kozlu’nun bütün bunlara bir itirazı yok. Ne ulusalcılara ne de İslamcılara özgü kindar bir Avrupa veya Batı reddiyesi içinde olmadığı belli. Temel varsayımı, kendi deyimiyle, “Türkiye’nin Batı’ya doğru bin yıllık yolculuğunun devam etmesi gerektiği, uzun vadede bunun halkımızın refah ve güvenliği için en doğru yön olduğu.” (s. 13) Fakat Kozlu, AB’ye üyelik sürecinin bu uzun yolculuğu kolaylaştırmak yerine büsbütün zora soktuğu, bir “dostluk projesinin bir düşmanlık vesilesine dönüşme tehlikesi” taşıdığı görüşünde. Ona göre Avrupa’da Türkiye’ye karşı “kutsal bir siyasi ittifak” vardır ve “bu ittifak çözülmeden üyeliğimizin tüm üyelerce onaylanması ve geçerli hale gelmesi mümkün değil”dir. Kaldı ki “genişleme AB’yi yormuş, adeta bezdirmiştir. Bu ve 11 Eylül’den (2001 ikiz kule saldırılarından) sonra artan İslam ve göç korkusu karşımızdaki ret cephesinin elini güçlendirmekte”dir. Avrupa’nın demografik ve ekonomik dinamiklerinin giderek olumsuzlaşması, “bir taraftan Türkiye aleyhtarı parti ve politikacıları güçlendirmekte, diğer taraftan da Avrupa’nın bizim için cazibesini azaltmakta”dır. Dahası, günün birinde Türkiye AB üyesi olsa bile, uzunca bir süre serbest dolaşım hakkından peşinen feragat ettiği için, Türkiye’nin bu üyeliği eksik ve bir anlamda ikinci sınıf bir üyelik olacaktır. (s. 15-17)
Bu şartlarda Kozlu’nun getirdiği öneri şu: Türkiye AB üyeliği perspektifini kaybetmemeli, fakat üyelik yolunda kilitlenip kalmadan, “üyelik gerçekleşmediği takdirde süreç boyunca önemli fırsatları kaçırmaktan” sakınmalıdır. Bunun bir yolu AB’ye gereksiz tavizler vermekten kaçınmaksa, diğer yolu da dostu düşmandan ayırma sabır ve becerisini göstermek, yani AB içindeki “Türkiye düşmanları”nı bizzat kendi mahallelerinde yalnızlaştırarak mümkün mertebe dost kazanmak ve halihazırdaki “Türkiye dostları” ile de güç birliğine gitmektir.
Kozlu’ya göre, “AB yolundaki en güçlü, en azılı ve en mütecaviz düşmanımız Fransa”dır: “Türkiye’nin hiçbir temel Fransız çıkarı veya stratejisine ters düşen bir tutumu olmamasına rağmen, … her fırsat ve forumda bize çelme takmaya, rüzgârımızı kesmeye, çıkarlarımızı engellemeye, düşmanlarımızı cesaretlendirmeye ve dostlarımızı caydırmaya” çalışan bir ülkedir Fransa. Bu olumsuz tavrın kaynağını Türklerden çok Fransızlarda aramak daha doğru olsa gerek, zira şöyle diyor Kozlu: Fransızlar
“başka hiçbir ülke ve milleti beğenmezler. Özellikle iki kez dünya savaşlarında ellerinden tutan Amerikalılara cahil ve köylü muamelesi yapar, kendilerini kültürel olarak üstün görürler. Tarih boyunca sürtüştükleri İngilizlerden hazzetmezler. Sadova, Sedan ve iki dünya savaşında yenilgiye uğratmış Almanlara olan nefretlerini onların gücü nedeniyle daha ölçülü taşır ve Almanya’yı kendi stratejileri çerçevesinde yönlendirmek isterler.” (s. 120)
Fransızların olumsuz tavrı Türklerle sınırlı olmasa da, bu tavrın Türkiye özelindeki gerçekliğini görmek ve ona göre hareket etmek elzemdir Kozlu’ya göre. Bu da, “Fransa’nın düşmanlığına geniş bir yelpazede, uzun bir zaman diliminde, serinkanlı ve diplomasi teamülleri çerçevesinde karşılık vermek” demektir. Tabii Fransız ürünlerini boykot etmek gibi “kısa süreli, duygusal ve sürdürülemeyecek tepkiler” faydadan çok zarar getirir. Keza, “büyük proje ve ihalelerden pay vermemek, özelleştirme ve bankacılık gibi alanlara sokmamak nispeten kolay” fakat sonuçları iyi hesaplanması gereken tedbirlerdir. Bunların yerine, sözgelimi Fransızların da aktif olduğu uluslararası inşaat projelerinde karşılarına çıkmak ve mevzi kazanmak daha doğru ve acıtıcı önlemlerden sayılabilir. Sonuç olarak, nasıl ki “Türkiye’nin AB’ye girip güçlenmesini engellemek” Fransa için açıkça telaffuz edilmeyen fakat değişmez bir devlet politikasıysa, Türkiye için de Fransa’ya dönük böyle bir politikanın geliştirilmesi şarttır:
“Ekonomik alanda mücadele sabır, sükûnet, ketumiyet, koordinasyon ister. Dünya Ticaret Örgütü ve Gümrük Birliği gibi oluşumlara olan yükümlülüklerimize ters düşmeden ve hukuki açık vermeden, idari yöntemlerle Fransa’nın Türkiye ekonomisine ve Türkiye’nin nüfuza sahip olduğu bölgelere girmesini, buralarda genişleyip güçlenmesini engellemek temel ama sessiz bir devlet politikamız olmalı”dır. (s. 127-128)
Kozlu’nun Fransa’nın marjinalleşmesiyle ilgili söyledikleri, Avrupa’nın küresel planda marjinalleşmesiyle ilgili anlattıklarından da beter. Özellikle Fransa’daki “önlenemez kültürel erozyonu”na dair tespitleri şöyle: “Günümüzde Fransa küresel kültür hayatında bir dipnot konumunda. Kimse romanlarını çevirmeye değer bulmuyor, filmlerini izlemiyor, pop parçalarını internetten indirmiyor; en yaralayıcısı da, dillerini öğrenmeye gayret etmiyor. Örneğin her yıl Amerika’da yayımlanan Fransızcadan çeviri roman sayısı 10’dan az. Orhan Pamuk İngilizcede neredeyse tek başına tüm Fransız romancılardan fazla çeviri sahibi. Oysa bir zamanlar Molière, Balzac, Hugo, Flaubert, Proust gibi yazarlar evrensel boyutta okunur ve konuşulurdu. Gençliğimizde Camus, Sartre ve Malraux gibi yazarlar gündemimizdeydi. Günümüzde küresel etkiye sahip kaç Fransız şair, romancı, piyes yazarı, filozof, düşünür olduğunu söyleyebilirsiniz?”
Hele modern Fransız romanı, ülkenin psikolojik ve moral durumunun doğrudan bir aynası gibidir Kozlu’ya göre: Fransa’nın “içine kapalı, melankolik, kendiyle kavgalı, karamsar, kendi tabirleriyle ‘kendi göbeğine odaklı’ (nombriliste) havasını yansıtan” bir ayna. “Başkaları için sıkıcı, renksiz, aşırı entelektüel.” Kozlu bu durumun TV ve sosyal medyada da pek farklı olmadığını belirterek gene soruyor:
“Amerikan, Brezilya, Meksika, Mısır, Hint, Türk dizileri kendi ülkelerinin dışında da izleyicilerle duygusal bağ kurabilirken, hiç herhangi bir Fransız dizisinin ününü duydunuz mu?” (s. 121)
“Önlenemez erozyon”un bir diğer işareti de bizzat Fransız mutfağından anlaşılan. Noktayı şöyle koyuyor Kozlu:
“Fransız kültürü belki de en vurucu darbeyi midesine yedi. Bir zamanlar en üst kalite yemeğin adresi olan Fransız mutfağı İtalyan, İspanyol, Çin, Hint, Japon mutfaklarının gerisine düşmekte. Genel pazarda pay kaybettiği gibi, Michelin yıldızlarıyla tanımlanan üst kesimde de irtifa kaybetmekte. Bugün Tokyo’daki Michelin yıldızlı restoran sayısı Paris’tekinden fazla.” (s. 123)
Kendi kişisel deneyim ve gözlemlerinden gayrı, Fransa’yı kıyasıya eleştiren birtakım Fransız veya Fransa gözlemcisinin yorumları da Kozlu’nun cephaneliğinde hiç eksik değil. Fransız Kültürünün Ölümü, Fransız Melankolisi gibi sansasyonel eserlerin yazarları (Donald Morrison, Antoine Compagnon, Éric Zemmour, Dominique Moïsi, vs.) bunlardan bazıları. Örneğin Moïsi’nin ülkesini “abus Fransa” diye tanımlaması ve yönetici elitlerini “bencillik ve şüphecilikle, halkı ise aşırı evham ve özgüvensizlikle suçlaması” belli ki Kozlu’nun epey dikkatini çekmiş. Ve bir Fransız siyasetçisinin sözüne atıfta bulunarak vardığı nihai hüküm herhalde şu: “Fransızlar psikolojik olarak bitikler.” (s. 129)
Belirtmeye gerek yok, bir hayli kategorik ve toptancı tespitler bunlar. Hatırı sayılır bir miktar yergi, hatta nefret dozu da taşıdıkları söylenebilir. Doğrusu bu tür tespitleri Cem Kozlu profilinde birinden duymak ilginç. Böyle sözler genellikle ya marjinalleşmiş –ve biraz kavruk– entelektüellerden, ya da toplum tarafından kenara itilmiş veya –göçmenler gibi– toplumsal bünyeye hiç alınmamış kesimlerden gelir; en azından onların dilinde ve üslubunda daha tanıdık durur. Oysa Kozlu bu kesimlerden olmadığı gibi, bu kesimlerle pek işi olacak biri de değildir. Tersine, Türk Hava Yolları’ndan Coca Cola’ya dek ulusal ve uluslararası sermayenin uzun yıllar tepe noktalarında bulunmuş bir iş dünyası insanıdır. Üstelik Özal döneminde en muteber teknokrat prenslerden biri olarak konvansiyonel ve yüksek düzey siyasetten nasibini almış biridir.
Kozlu’nun Fransa’ya dönük hissiyatını belki biraz Amerika bağlantısı açıklayabilir. Bilindiği gibi, Amerikan orta ve alt sınıflarının bilincinde hayranlıkla karışık güçlü bir Fransa alerjisi vardır. Eğitim ve aile bağlarıyla Amerika ile içli dışlı olan Kozlu’nun Fransa hissiyatında bu alerjinin izlerini sezmek mümkün. Fakat söylemindeki sertlik, hatta bilenmişlik bu alerjinin hayli ötesine gidiyor gibi. Kitabını ilk kaleme aldığı dönemin Sarkozy iktidarı gibi fevkalade menfi bir zaman aralığına rastlamasının bunda bir payı olabilir. Ama şimdi de yazıyor olsaydı pek bir şey değişmeyecekti; üstelik Fransa’nın son çıkışlarına bakarak herhalde görüşünün bir kez daha doğrulandığını düşünecekti.
Kozlu Fransa’yı bir “düşman” olarak tanımlarken, “Evet, ağır bir tanım yaptığımın farkındayım” diyor, lakin sormadan da edemiyor: “Ama doğru değil mi?” (s. 87) Kuşkusuz, Kozlu’nun anlattıkları arasında “doğru” dedirtecek çok şey var. Ülkeler arasındaki menfaat çatışmalarının gerçek yüzü, sermaye ve siyasetin kapalı kapıları ardında sokakların gürültülü ve kavgalı ortamında olduğundan çok daha iyi görülür. O bakımdan bir üst yönetici olarak Kozlu’nun anlatısı, bazı basmakalıp önyargılarla malul olsa da, değerli tanıklık ve gözlemler içeriyor. Ancak bu anlatıda temel bir problem var, o da Kozlu’nun Fransa’nın “düşmanlığı”na neredeyse ezeli, metafizik bir boyut atfeder görünmesi. Oysa şartlar ve tavırlar ne kadar olumsuz olursa olsun, şu gerçeği görmezden gelmek mümkün değil: Devletler arasında ezeli dostluklar nasıl yoksa, ezeli düşmanlıklar da yoktur. Hele şimdiki gibi, ittifakların ve blokların baş döndürücü hızla çözülüp kurulduğu bir çağda…
Şüphesiz, dirençli husumetleri barındıran bazı istisnalardan bahsedilebilir. Sözgelimi, Fransa örneğinde Ermeni diyasporasının Türkiye’ye karşı ebedi bir husumet kaynağı olduğuna inananlar var; ama Kozlu’nun Fransa’nın Türkiye düşmanlığını bu özgül etkene bağlamadığını görüyoruz. Bağlamamakta da haklıdır, zira ülke siyasetindeki hatırı sayılır ağırlığına rağmen Ermeni diyasporasının Fransız dış politikasını yönlendirecek güçte olduğunu savunmak zordur. Her halükârda, örneğin ABD dış politikasını çekip çeviren Yahudi lobisiyle kıyaslanabilecek bir güçte olmadığı kesindir; buna zaten Fransa’daki siyasi yapılanma imkân vermez.
Kozlu’nun Fransa ile ilgili tespitlerine dönersek, bunlar arasında kültür alanına ilişkin söyledikleri özellikle dikkat çekici. Kültürün “Fransızların yumuşak karnı” olduğu fikrinden hareketle yaptığı analiz ve öneriler şöyle:
“Fransızların kendi kültür ve tarihlerinin etrafında ördükleri efsaneden etkilenmemek, onlarla sürdüreceğimiz düşük dozlu ama uzun soluklu mücadelede özgüvenimizin yıpranmaması açısından çok önemli. Çünkü neticede bu bir psikolojik mücadele. Onlar mütecaviz, biz ise haklıyız. Onların kültürel zaaflarını, tarihteki suçlarını ve günümüzdeki ikiyüzlülüklerini yüzlerine vurmak mücadelenin bir parçası. Bunu yapabilmek için her zamankinden daha donanımlıyız. Özellikle onların önemsedikleri bölgelerde, yani Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da yüzlerce Türk okulunda binlerce öğrenci okuyor. Bir kısmı ülkelerinin yönetici kesiminde görev alacak, entelektüel hayatını şekillendirecek, politikada liderliğe soyunacak. Onlara dünya ve bölge tarihini anlatırken Fransa’nın gerçek yüzünü tasvir edebilmek önemli. Bu imkânı dengeli ve serinkanlı biçimde kullanmak gerek.” (s. 123)
Hatırlayalım, yaklaşık on yıl önce kaleme alınmış satırlar bunlar. Kozlu günümüzde bu satırları yazabilir miydi, ya da bu satırların bir anlamı kaldı mı, doğrusu çok şüpheli.
Bahsettiği dış ülkelerdeki Türk okullarının ezici çoğunluğu Gülen cemaatine ait okullardı; bunlar şimdi kapatılmış ve öğrencileri de çil yavrusu gibi dağılmış durumda. Diğer taraftan, Türkiye’nin önde gelen yazar-çizer ve gazeteci kesiminin hapishaneleri teğet geçmiş hatırı sayılır bir bölümü yurtdışında yeni bir sürgün zümresine dönüşmüş vaziyette. Ülkedeki yüksek eğitim çağındaki gençlerin yarıdan fazlası ise kapağı bir Batı –yahut Batı-bağlantılı– bir ülkeye atma derdinde. Velhasıl, o “özgüvenimiz”den pek eser kalmışa benzemiyor. Bu şartlar altında, Türklerin veya Türk dostlarının dış âlemde Türkiye’nin derdini kime nasıl anlatabileceği meçhul. Kozlu, Türkiye’nin “yumuşak gücü”nü kullanmasını ve geliştirmesini öneriyor ama Türkiye bu güçten tamamen yoksun, kendisi salt “kaba güç”e dönüşmüş bir görüntü içinde.
Yerli-yabancı giderek daha çok gözlemcinin de teslim ettiği gibi, Türkiye tarihinin hiçbir döneminde bu kadar yalnızlaşmamış, komşuları ve hasımları ile ne adına veya ne uğruna çatıştığı hiç bu kadar belirsizleşmemişti. Ne için çatıştığı en belirgin olan son Doğu Akdeniz geriliminde bile, tutturduğu dediğim dedikçi söylemle haklılığını cümle âleme karşı ne kadar savunabildiği kuşkulu. Elbette, Türkiye ağzıyla kuş tutsa, diplomasinin tüm araç ve inceliklerini kullansa dahi bölgedeki her oyuncuya tezlerini tümüyle kabul ettiremez. Hele baş hasmı Yunanistan ile bu herhalde imkânsızdır (bir isim yüzünden Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ne çektirdikleri bile, Yunanistan’ın nasıl ölesiye pazarlıkçı ve hırçın olabileceğini hatırlamaya yeter). Her halükârda, genellikle sanılanın veya umulanın aksine, varlıklarını ulus-devletler dünyasında sürdürdükleri sürece, en demokratik ülkeler arasında dahi kıyıcı ihtilafların baş göstermemesinin bir garantisi yoktur. Türkiye’nin komşu ve bölge ülkeleriyle müzmin ihtilafları bulunabilir; bunların bir kısmı elbette AKP iktidarından önce de vardı, sonrasında da olmaya devam edecek. Bütün bunlar kabule şayan gerçeklerdir. Fakat şunları sormadan da geçmek zor: Doğu Akdeniz geriliminde Türkiye’nin bu kadar desteksiz ve ittifaksız kalması kaçınılmaz mıydı? Gerilimi Yunanistan’ın çıkardığı veya tırmandırdığı iddia ediliyor; bu iddia doğru olsa bile, Yunanistan’ın “durduk yerde” hır çıkarmaya cesaret bulmasında Türkiye’nin uluslararası arenada yalnızlaşmasının hiç mi payı yok? Ve bu yalnızlaşmada Türkiye’deki rejimin otokrasiye dönüşmesinin de mi hiç payı yok? Bu etkenlerin Yunanistan’ın tavrındaki payı herhalde küçümsenemez; ama belki ondan da çok, Fransa’nın davranışlarında önemli bir rolü olduğu şüphe götürmez.
Kozlu, Fransa’dan bahsederken, “onlar mütecaviz, biz ise haklıyız” diyor. Hangi konularda haklıyız, ayrıca haklılığımızı savunmakta ne kadar ehiliz, bunlar ayrı konular. Fakat şu kadarı açık ki, Fransızların mütecaviz olması için elimizden ne geliyorsa yapmaktayız sanki.
Son bir taptaze örnek Fransa’da çıkan yeni karükatür kriziydi. Duyduğumuza göre Fransa’daki bazı resmi binalara Hz. Muhammed karikatürlerinin görüntüleri yansıtılmış. Charlie-Hebdo adlı mizah dergisinde bir zaman önce yayınlanıp da fırtınalar koparan karikatürler. Belli ki laiklik ve ifade özgürlüğünün savunusu adına verilen bir mesaj. Kuşkusuz, Müslümanları bir kez daha rencide eden bir mesaj aynı zamanda. Fakat resmî makamların bu girişimi yetmemiş, Charlie-Hebdo dergisi de aynı günlerde Recep Tayyip Erdoğan’ı hicveden bir karikatürü kapağına taşımış. Aklınca Erdoğan’ın riyakârlığını sergileyen, çirkin ve eblehçe düşünülmüş bir karikatür (eblehçe, çünkü Erdoğan’ın riyakârlığı daha iyi işlenebilirdi. Sözgelimi, mademki dikine gitmeye kararlılar, Müslümanlığa leke sürdürdüğü için Erdoğan’ı azarlayan bir Hz. Muhammed tasviri yapsalardı pekâlâ daha anlamlı olabilirdi).
Bu tür tepki ve girişimleri Müslümanların ve özellikle Türklerin provokatif ve “mütecaviz” hareketler olarak algılaması ve tepki göstermesi doğal. İyi de, Fransızları böyle hareketlere sevk eden bir olaylar dizisi var ve bunları görmezden gelmek de kolay değil.
Dizi sanırım Fransa’nın Türkiye’den tayinle gelen imamları kabul etmekten vazgeçmesiyle başladı. Fransız yetkililer bu imamların bir kısmının Fransa’daki Müslüman ve Türk cemaatlerini genel toplumdan yalıtarak yalnızlığa, radikalizme ve sonunda teröre yönlendirdiği kanısındaydı. Türkiye’nin önemli “ihracat” kalemlerinden sayılabilecek imamların Fransa’ya sokulmaması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yeterince öfkelendirmişti, fakat ardından Fransız mevkidaşı Macron’un kalkıp “İslam’ın reforma ihtiyacı olduğu”nu dillendirmesi onu iyice çileden çıkardı. “İslam’da reform yapmak sana mı kaldı?” diyerek tepki veren RTE’nin hışmı, Fransa Cumhurbaşkanına dönük hakaretamiz ve seviyesiz salvolarında ifadesini buldu.
Macron’un müdahalesinin pek yakışık kaçmadığı ve diplomatik teamüllere de uymadığı söylendi. Olabilir. Ancak şurası açık ki, Macron’un sözleri bir kâfirin İslam ilahiyatına müdahalesini değil, İslamcılık akımının kendi toplumunda yarattığı istikrar ve güvenlik sorunlarından rahatsızlık duyan bir siyasetçinin endişelerini yansıtıyordu. Daha ziyade bir temenni ve İslam âlemine bir çağrı niteliği taşıyordu ki, bu da aklı başında kimsenin gocunmasını gerektirmeyen, özünde yeterince meşru bir taleptir.
Derken, Fransa’da boğazı kesilen öğretmen olayı patlak verdi. Sınıfında ifade özgürlükleri bahsini anlatan bir lise öğretmeni malûm Hz. Muhammed karikatürünü gündeme getiriyor. Fakat sınıfındaki Müslüman öğrencilerin duyarlılıklarını hesaba katmayı da ihmal etmiyor, karikatürün gösterileceği derse girmemekte serbest olduklarını söyleyerek onları önceden uyarıyor. Fakat öğrencilerinin inanç ve duygularına gösterdiği bu hassasiyeti, onu İslamcı bir fanatik tarafından katledilmekten kurtarmaya yetmiyor.
Zurnanın zırt dediği yer de işte burası: İslam adına veya İslamcı taassup yüzünden yaşanan böyle bir vahşet karşısında, RTE gibi Müslümanların hamiliğine soyunan bir lider ne yapar? En azından olayı kınayıcı iki çift söz söyler. İlle ve lakin, yardımcısından sonunda cılız bir ses gelinceye kadar RTE’den günler boyu tık çıkmadığını gördük. Yoksa neden, Macron’a kızgınlığı mıydı? Bu bir neden değil elbet, hele bir mazeret hiç değil. Neden belli: RTE ya Hz. Muhammed’i her resmeden ve hicveden için “katli vaciptir” hükmünü onaylıyordu, ya da onaylamasa da, onaylamadığını kendi kitlesine haykırma cesaretinden yoksundu. Her iki durumda da hayli vahim bir tablo çıkıyor ortaya. Zira günümüzde hiçbir din, kendi kutsalına laf kondurmama adına “kafa kesme”yi haklı göstererek varolma şansına sahip değil; dolayısıyla her din gibi İslam’ın da her şeyden önce şu kafa kesme işini bir karara bağlaması lazım. Bu karara varılmasında da, RTE gibi İslam adına konuşmayı sevenlerin önemli bir sorumluluk taşıdığı muhakkak. Macron’un “İslam’da reform” talebi de, İslam âleminde birilerinin bu sorumluluğu alıp adım atmasına dönük bir çağrının pek ötesine gitmiyor olsa gerek.
İslam dünyasından bu çağrıya kulak verecek kim çıkar, bilinmez. Ama RTE’nin bu çağrıya ve benzeri temennilere kulak asacak bir görüntüsü hiç yok. Şurası aşikâr ki, RTE’nin güdümündeki Türkiye, Kozlu’nun öngördüğü şekilde ilerlemiyor maalesef: Haklılığını savunamıyor, savunayım darken büsbütün haksız duruma düşüyor. Bunları yaparken bizzat Müslüman komşularına yaranamaması da cabası. Evet, şimdi “Avrupa’ya hayır diyebilen bir Türkiye” var, ama Kozlu’nun görmek istediği Türkiye herhalde bu değildi.
Kitabını bugün kaleme alsaydı Kozlu aynı iyimserlik ve özgüvenle yazar mıydı, çok şüpheli. Şu satırlarına bakılırsa, aslında daha o zamandan gelecek sıkıntılı günleri sezinlemiş: “Demokrasi ve özgürlüklerin temeli olan hukuk sistemimiz her zamankinden daha derin tartışmaların odağı haline geldi; üzerinde kara bulutlar dolaşıyor.” Bu bulutların yoğunlaşması halinde, hedeflediğimiz cesur politikaları uygulayacak “ne yüzümüz ne de özgüvenimiz kalır” demekten de kendini alamamış. Dahası, söz konusu politikaları öneren kitabının o durumda “fuzuli bir gayret olarak rafta tozlanacağından” da dem vurmuş. (s. 191) “Fuzuli bir gayret” olduğu söylenemez, fakat bu yapıtın rafta tozlanma riski elbette az değil.
•