Bitmekte olan bir yıl için 8 sert çıkma

Çok yakında düşecek olan son takvim yaprağıyla gerçekleşecek doğum, bizleri gürbüz, güleç bir yeni doğan’la buluşturacak…

30 Aralık 2017 12:24

1.Yeni yıl hazırlıkları

Doğum hazırlıkları başladı. Ara sokaklara henüz yansımasa da anayollar kıpır kıpır, heyecanlı, telaşlı: Vitrinler pırıltılı süslerle donatıldı; armağan paketlerinin üzerine pamuk pamuk karlar yağdırıldı. Bir iki gün sonra duvarlarda Noel Baba muhalifi yazılar da görülecektir mutlaka. Tabii bazı kişiler yakında oturdukları için Sent Antuan’daki ayine katılacak, bazıları ise nerede eski tombala neşesi, nerede mandalina- portakal kuruyemiş muhabbeti diye özlemini dile getirecek. Belki Ankara Palas’ta 1929’da yapılan ilk yılbaşı balosu Yakup Kadri’nin Ankara romanı bağlamında ele alınacak, romanın kadın kahramanlarından olan Selma’nın evinde düzenlenen dejenere partilere de değinilecek… Nâzım Hikmet’in “Yılbaşı Ağacı” şiirini hatırlayanlar olacağı gibi Arif Nihat Asya’nın Noel Baba’yı Rasputin’e benzetmesini yeniden gündeme getirenler de çıkacak kuşkusuz…  Kısacası yeni yılı herkes meşrebine uygun karşılamaya hazır. Ben ise dün tanık olduğum bir olaydan sonra hazırlık yapmamaya karar verdim. Şöyle ki: Okulların dağılış saatiydi. Yazdığım bir yazının çıkışını almak üzere, kalemlerin defterin yanı sıra oyuncak da satan kırtasiyecide bekliyordum. Büyük olasılıkla ilkokul birinci sınıf öğrencisi çocuk, minik camsı toplarla süslenmiş vitrindeki plastik çam ağacını aldırmak için tepine tepine ağlıyor, annesini içeri sokmak için ısrar ediyordu. Ama kadıncağız çok kararlıydı. Dolayısıyla çocuk ısrarından vazgeçmek zorunda kaldı…  Sanırım bu teslimiyetin nedeni: Annenin susmazsan seni Suriyeliler’e veririm diye çığlık atmasıydı.

2.Protein  İhtiyacı

Kimi kesimler, Baby Boomer partilerine çoktan başlamış olmalı: İş merkezlerindeki ofisler, kim bilir ne denli neşelidir şu sıralar… Cumartesi ve diğer tatil günlerinde bizim buralarda duymaya alışık olduğum havai fişek patlamaları son günlerde iyice sıklaştı. Gökyüzünde gerçekleştirilen erken kutlama şenliği bitince, önce som sessizlik oluyor, ardından martılar çığlık atmaya başlıyor. Bu sesler bana her defasında güftesi Nâzım Hikmet’e bestesi Mesut Cemil’e ait olan o ünlü şarkıyı hatırlatıyor: “Evet martılar ah ediyor, kopuyor kıyamet.” Benim ise içim acıyor: Zira atılan havai fişeklerin aynı anda yüzlerce kuşu telef ettiğini biliyorum. Böyle olduğundan martılar, birkaç dakikalık bu gaddar neşeden ve yüksek binalarımızın çatılarına koyduğumuz sivri uçlu  dikenli kuşsavarların şerrinden kaçmak için çoktandır sürüler hâlinde denize kıyısı olmayan bölgelere göç ediyor, çöplerle atıklarla yetinmeyip güvercinleri, kumruları avlıyorlar. Pek yakında gökyüzünde ardı ardına patlayan şenlik ışıkları bu barışçıl ve balıkçıl kuşların yine yüzlercesini yok edecek. Kalanlar ise çareyi göç etmekte bulacak; protein ihtiyaçlarını karşılamak için kendilerinden küçük ve güçsüz akrabalarına saldıracak…

3.Gelen gideni aratır 

Çok yakında düşecek olan son takvim yaprağıyla gerçekleşecek doğum, bizleri gürbüz, güleç bir yeni doğan’la buluşturacak… 2017 ise dayak yiye yiye canından bezmiş bir ihtiyar gibi çekilecek hayatımızdan. Bilmiyorum, ama tahmin edebiliyorum: Biten yılın hırpalanmış, çürümüş mutsuz bir moruk; yeni yılın ise Willams Sendromu’ndan muzdarip sırıtkan bir  velet olarak karikatürize edilmesi 19’uncu yüzyılın ortalarında, yani  Noel Baba’nın çizgi roman kahramanına dönüştüğü sıralarda başlamış olabilir. Bütün dünya bu klişeyi çok sevdiğinden bu tür hapy new year karikatürleri mutlaka yine yapılacak, büyük olasılıkla giden yıl yine ihtiyar bir erkek olarak çizilecek… Yenidoğan’ın cinsiyeti ayıp olur diye her defasında sansür edilse de onun da erkek olduğunu varsayabiliriz. Hayır, şimdi tutup eril- dişil tartışmalarına girip meseleyi başka boyuta taşıyacak değilim. Fakat erkek ya da kız, zamanın rahminden çıkan o şey, mutsuzluk üretmekten başka bir işe yaramayacak. Böyle düşünüyorum çünkü mutluluğun sarmalanmış olma duygusundan başka bir şey olmadığını söyleyen Adorno’ya güveniyorum. Tabii ki döl yatağının dingin ve huzurlu ortamına vurgu yapıyor düşünür; yoksa neden; “ancak mutluydum diyen kişi sadıktır mutluluğa” desin… Fakat her neyse çok yakında her yer ışıl olacak, Baby Boomer partileri yerini yenidoğan’ı kucaklama telaşına bırakacak; içilsin ya da içilmesin çakırkeyif olunacağından başımıza gelecekler bir süre sonra anlaşılacak ve çok geçmeden kendimizi yeni bir mutsuzluğun içinde bulup teselliyi geçmiş yıllarda arayıp geçen yıl galiba biraz da olsa mutluyduk diyeceğiz. Nostalji dedikleri böyle bir şey olmalı: Gelen gideni aratır.

4.Özdeşleşmenin sakıncaları  

21 Aralık Şeb-i Yelda yani en uzun geceydi. Her yıl olduğu gibi Bosnalı Sabit’in Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir/ Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat dizelerini birileri yine Fuzulî’nin aynı konudaki bercestesiyle (beyit) karıştırıp yukarıdaki dizelerin büyük şaire ait olduğunu yazıverdi; tıpkı kimi şiir ve dizelerin Tanpınar’a, Necip Fazıl’a, Turgut Uyar’a ait olduğunun sanılması gibi… Ben bu kafa karışıklığının/ elliye yakın sahte Can Yücel şiirinin dolanımında olduğu, Cemal Süreya ve diğer şairler için de dizeler yakıştırıldığı, uydurulduğu gerçeğinden hareketle/ yalnızca internet kaynaklı bilgi kirliliği ve hınzırlık olduğu kanısında değilim. Bence bir başka gerçeği ifade ediyor bu durum. O da şu: Kimileri için adı anılan şairler gibi olmak; onlar gibi yazmak, daha doğrusu onların başarılarına sahip çıkma eylemi / kendi adını saklamak bağlamında mahcubiyet içerse de/ psikolojide özdeşleşme- identifikasyon denilen savunma mekanizması ile açıklanabilir; yani bu tür şiirler oluşturanların, model aldıkları kişileri kendi kişilikleri yapma sürecinde oldukları söylenebilir. Belki buna mazmunlaşma denilebilir. Belki bu ruhsal durum, Walter Mitty ya da Zelig sendromu diye adlandırılabilir ama bence asıl sorun o şiirlerin; birileri tarafından model alınan kişilere ait olduğunun sanılıp yaygınlaştırılmasıdır ki, bunun nedeni -hadi oradan denmesini göze alarak- şöyle açıklayabilirim: Ben, edebiyatımızın bugünlere ulaşan yolcuğunun  hep aynı/ belli başlı  model  isimlerle/ anlamaya - anlatılmaya çalışıldığını düşünüyorum ve  bu tutumun  bir tür zihinsel duvar ördüğü kanısındayım. Daha açık yazayım: En başından beri bazı yazarları, lokomotif ya da lokomotifin apoletli makinisti diğerlerini ise kara tren veya katarlara doldurulan ikinci sınıf yolcular olarak değerlendirmekte olduğumuzdan eminim. Sanırım bundan dolayı  sık sık bir başka şairin dizeleri, lokomotiflere  veya makinistlere mal ediliyor: Fuzulî dururken Bosnalı Sabit hatırlanır mı hiç!.. Buna benzer aymazlıklardan dolayı, 2017’de yakıştırma dizeler, altında Turgut Uyar’ın imzası var diye bir derginin kapağına yapıştırıldı; Tanpınar’a ait olduğu sanılan Bir adın kalmalı geriye şiiri 2017’de kim bilir kaç bin kez okundu, dinlendi internette…

5.Lokomotiflere ve katarlara devam

Edebiyatın bir dilin toplu eylemi olduğunu düşünürsek;  bu eylemin daima ileriye doğru hep birlikte dövüşsüz kavgasız kardeşçe itelemeden, ötelemeden yapılması gereken bir yolculuk olduğunu da kabul etmeli; katarlara veya onlara tıkıştırılanlara da gerekli özeni göstermeliyiz. Böyle yapmazsak okuru, günün çok satan lokomotiflerine ya da apoletli makinistlerinin eline bırakmış oluruz. Bu da –bence- bestseller listelerinin tutsak edici işgalinin daha da derinleşmesi demektir. Çok satan gündelik lokomotif yazarların okurlarla kurduğu mutlu ticarî ortalık tabii ki yayıncılık sektörü için önemlidir, sürmelidir ama katarların ve onların içindekilerin de hiç olmazsa küçük sevinçler yaşamaya haklarının olduğu unutulmamalı. Fakat her neye; ara sıra insanı olumlu düşünmeye yönlendirecek gelişmeler yaşanmıyor değil,  ancak bunlar pek uzun sürmüyor. Uzatmayayım şöyle bitireyim bu notu:  Devlet himayesinde ödüller verildikçe, galalar yapıldıkça ve tanıtım-reklam faaliyetlerinde yazar ya da sanatçı -olmadık abartılı nitelemelerle/ özel veya resmi ilişkilerle/ lokomotif ve makinist olarak topluma takdim edildikçe, 2018’de edebiyatın postunu savunmak yine katarlara ve onun içindekilere düşecek: Mutsuzca…

6. Yeniden Otistik Düşmanlık 

Bizim cenahın, yani edebiyat camiasının kültür endüstrisinin bir ürünü olan yeni yıl’a kayıtsız kalmasını tabii ki bekleyemeyiz: Birileri yılın en iyi romanlarını bir iki üç diye çoktan listeledi bile… Birileri yılın en çok satanlarını duyurup ışıltılı armağan paketleriyle yeniden dolanıma soktu… Kimileri kitaplardan oluşan yılbaşı ağaçları bile  yaptı… İhtiyar yılı sepetlemenin en iyi yolu tabii ki kitaptır. Ancak kitaba ve onu üretenlere -yazarlara/ lokomotif olsun veya olmasın/ özen gösterdiğimizi söyleyemeyiz. Öyle ki, kimi kendi içine kapanmış gruplar, açtıkları internet sitelerinde benimsemediklerine, daha doğrusu kendinden olmayanlara yıl boyunca veryansın etmekten geri durmadılar… Örneğin romanı 2016’nın en iyisi olarak listelerde birinci sırada yer alan yazar, aldığı sosyal içerikli bir ödül bahane edilerek şu sıralar yerden yere vuruluyor, incitiliyor. İnternet sitelerindeki yazıları okuduğumda kantarın topu iyice kaçırılmış pes deyip ben de incindim açıkçası. Öte yandan 2017’ de kitaba saygı mekânları olması gereken kitap fuarlarında yazara tepkinin bağırış çağırışlı hakarete ve darp eylemine dönüştüğüne de tanık olduk. Dolayısıyla yıllar önce gündeme getirdiğim Otistik Düşmanlık kavramını kendi adıma yeniden hatırlamakta yarar görüyorum: 20’nci yüzyılın ortalarında Theodore Mead Newcomb tarafından geliştirilen bu sosyal psikoloji kavramının sözcük anlamı dışında otizmle, otistik rahatsızlıklarla hiçbir ilgisi yok, yalnızca bir topluluğun bütün bireyleriyle birlikte içe yönelmesini, içe kapanmasını ifade ediyor ve şöyle tanımlanıyor: “Bir grubun diğer bir gruba karşı gösterdiği ve her türden ilişki veya iletişim yokluğunda gelişen güçlü antipati duyguları ya da düşmanlık türü…”  Umarım 2018’de geçmiş yılları özletecek bu tür düşmanlıklar olmaz.

7.Bir yazarın yeniden konumlandırılması

Bir önceki notta sözünü ettiğim, internet sitelerinde veryasın edilen yazar 2016 yılında ticarî anlamda da büyük bir sıçrama yaşadı: Romanı 2017’de 45. baskıya ulaştı. Bu başarının bir nedeni de akıllıca yürütülen yeniden konumlandırma bağlamında yapılan PR çalışmalarıydı ki, roman daha raflara çıkmadan en çok okunan gazetelerimizin birinde yazarla yapılan iki tam sayfa söyleşi yayınlandı. Bunu diğer basınla ilişkiler girişimleri izledi. Bu kadar da değil:  Çok geçmeden; “kalbim heyecanla çarpıyor”, “ sabır ve tevekkül gerektiren uzun bir bekleyişe hazırlanır gibi elime aldım kitabı” türünden cümleler içeren onlarca tanıtım yazısı devreye girdi. Bu arada satış rakamları sürekli gündemde tutulup uyumakta olan talep noktaları kışkırtıldı. Bir süre işler iyi gitti. Ancak, 2017’deki kitap fuarları dolayısıyla yazarın aceleye getirilmiş öykü kitabının piyasaya sürülmesi bence ticarî telaş bağlamında stratejik bir hataydı. Üstüne üstlük tam da o sıralar yazara -gündemde olması nedeniyle- toplumsal duyarlılık adını taşıyan bir ödül verildi. Bardağı taşıran damlaydı bu, çünkü yazar, kendi içine kapanmış topluluklardan birinin alanına girmiş, sınır ihlali yapmıştı. Dolayısıyla abartılı alkışlar, aniden abartılı kargışlara dönüşüverdi, yani yazarın yeniden konumlandırma çalışmalarıyla türetilen hayranlık ve üretilen talep düşmanlığı tetikledi. Bu arada saldıranlar kadar, savunanlar da kalemini tutamadı, Onlar da “pek çok şaire kalemini bıraktıracak biri”, “ o bu ülkenin Kafkası’dır, haysiyet onur ve aydınlığın romancısıdır” gibi cümlelerle atağa geçtiler… Her şey biter, yapıt kalır diyenlerden olduğumdan -her ne kadar ticarî başarı önemliyse de- bu tartışmaların yazarın yararına olmadığı çok açık. Dolayısıyla -Repositioning, relaunch veya category expansion, artık işin uzmanları ne der bilmiyorum, ama yeniden konumlandırmanın yürütücüleri umarım bundan sonra daha serinkanlı ve temkinli davranır; yazarın son öykü kitabının arka kapak yazısında yer alan   (büyük harfle yazıldığı için amblem logoya dönüştürülebilecek bir relansman unsuru olan ) HAT’ta kalırlar…

8. Absorbe etmek

Bazı yazarlarımızı doğrusu, hayretle ve hayranlıkla izliyorum: Öyle yüksek bir edebî hızla çalışıyorlar ki hemen her yıl yeni bir romanla okurlarını… ve yüksek satış rakamlarıyla yayınevlerini mutlu etmeyi başarıyorlar. Dahası bir tür inovasyon çalışması olan mini boy, midi boy adı verilen tekrar baskılarla sürekli okurun gözünün önünde oluyorlar. Mesele tabii ki doğrudan doğruya arz ve talep ilişkisine bağlı. Böyle olduğundan, yani talep edileceği bilindiğinden değerli bir roman yazarımız naçizane sözcüğüne sığınarak, 2017 yılında bir category expansion atağı gerçekleştirip şiirlerini de yayımladı. Ve tabii ki ilgi gördüğünden söyleşiler yapıldı, hakkında yaşamını şiire adamış şairlerimizin bile gıpta edeceği övücü tanıtım yazıları kaleme alındı: O artık aynı zamanda bir şair. Hem de “Bazen kocaman bir romanın özünü görüyoruz dizelerinde, bazen de artık görünmez olmuş bir özün nasıl küçücük bir şiire sığdırıldığını.” cümlesiyle övülen bir şair. Öte yandan şöyle bir gerçek de var: Yüzlerce genç şair, kapı kapı dolaşıp şiirlerini yayımlatmaya çalışıyor; çoğunlukla başarısız oluyorlar. Bazıları yayınevlerini ikna etseler de -kitapları; sosyal sorumluluk projesi olarak değerlendirildiği için, kitapları raflara bile çıkamadan, haklarında tek bir yazı yazılmadan yitip gidiyor. Dolayısıyla çoğu yetenekli genç yazar küsüp geri çekiliyor. Kimileri ise müesses edebiyat ortamından ilgi görmeyeceğini bile bile editörlük ve matbaa hizmeti de sunan bir yayınevine veriyor parayı, bastırıyor kitabını. Böylece şair veya yazar bağlamında ortaya çıkan arz patlaması, absorbe edilmiş oluyor. Bir örnek vereyim: Ayşe Altan, büyük olasılıkla dişinden tırnağından artırdığı birkaç bin lira ile -belki de kredi kartını kullanarak üç taksitle-  2017’de ikinci şiir kitabını bastırdı. Beğenim hakkında fikriniz olmadığından naçizane söylüyorum: Çok satışlı kadın romancımızın şiirleri kadar iyi -belki de daha iyi- idi yazdıkları ve küçük bir ilgi, tek sütuna bir haber bile sevindirecekti onu… Bundan olacak, yaşadığı ilçe olan Gebze’nin bir okulunda 15 Ekim’de imzaladığı kitaplarını dostlarına arkadaşlarına hediye etti. Evet, satmadı, hediye etti. Hiç kuşkusuz onlardan güzel cümleler de duydu. 17 Ekim günü ise ulusal ve yerel gazetelerin yanı sıra internet sitelerinin aracılığıyla Ayşe Altan adında bir şair olduğunu bütün Türkiye öğrendi… Bu haberlerin başlıkları genellikle şöyleydi: Kadın yazar kendini asarak intihar etti. Haber metinlerinde ise, banyoda ipe asılı halde bulunan kadın şairin ikinci şiir kitabından söz ediliyordu. İçim acısa da maksat hâsıl oldu diyor, her şeye rağmen mutlu yıllar diliyorum…