"Olayların başlangıcında, yorum yapmak, daha doğrusu kutlama yapmak için fazlasıyla aceleci davranılmıştı. İlginç olan, bir yandan ana akım Batı medyasının, diğer taraftan İslamcı, sol, muhalif, demokrat farklı entelektüel çevrelerin, Arap Baharı’nı selamlamak konusundaki aceleciliği paylaşmış olmasıdır."
05 Ocak 2021 20:15
“ 1848 dönüm noktası olmaktan çok uzaktı, çünkü Avrupa dönüşmemişti” (Eighteen forty eight was very far from being ‘the turning point when Europe failed to turn’”(Eric J. Hobsbawm, The Age of Capital 1848-1875, London, Abacus, 1977, s. 22)
‘Arap Baharı’nın onuncu yıldönümünde The Economist dergisi, kısacık bir yorum yazısına “kutlanacak bir şey yok” (‘No cause for celebration’) diye başlık atmış. On yıl sonra ‘bilanço’: yarım milyon ölü; 16 milyon yerinden yurdundan edilmiş insan, eskisinden daha beter yaşam koşulları, eskisinden daha otoriter düzenler…
Oysa, olayların başlangıcında, yorum yapmak, daha doğrusu kutlama yapmak için fazlasıyla aceleci davranılmıştı. İlginç olan, bir yandan ana akım Batı medyasının, diğer taraftan İslamcı, sol, muhalif, demokrat farklı entelektüel çevrelerin, Arap Baharı’nı selamlamak konusundaki aceleciliği paylaşmış olmasıdır.
Nedense, ana akım Batı medyası, Batı ülkelerinin ‘Ortadoğu’ya ilişkin siyasetlerinin çökmüş olmasından büyük bir memnuniyet duyuyor gibiydi. Pek çoklarına göre, başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin, İslamcılık korkusu ile ‘seküler Arap diktatörleri’ne verdiği desteğin ‘yanlış’lığı ortaya çıkmıştı, şimdi ‘Arap devrimleri’nin hakkını teslim etme zamanıydı. Bu hareketlenmenin ‘İslamcıların işi olduğunu veya onların işine yarayacağını’ ileri süren neo-muhafazakârlar gibi çatlak seslere karşı, özellikle Kahire Tahrir Meydanındaki dev protestonun, İslamcılık ile alakası olmadığını, gençlerin, kadınların öne çıktığı rengârenk bir yelpazenin eseri olduğunu ispatlamak başta, CNN olmak üzere, ‘liberal’ ana akım medyaya düşmüştü. Sanırsınız ki, ana akım Batı medyası ‘nedamet’ getirmek için bir kıvılcım bekliyordu da, sonunda Arap uyanışı ile mahcubiyetle karışık bir sevince boğuluyorlardı. Sonuçta ‘Araplar ermişti muradına, biz çıkalım(dı) kerevetine’! O kadar da değil, sanırsınız ki sadece Araplar değil, tüm dünya özgürlük adına sokağa dökülsün diye bekleşiyorlardı. Time dergisi 2011 yılında, yılın kişisini seçmişti: ‘Protestocu’ (‘The Protestor’), kapak resmi de kamuflajlı bir başörtülü kadındı. Financial Times Magazine, Arap Baharı’nın yıldönümünde, Nobel ödülllü Kampanyacı (‘Campaigner’) Yemenli Tevekkül Karman’ın büyük boy fotoğrafı eşliğinde Arap Baharı’nın Kadınlarının mücadelesini kutluyordu.
Bu pembe tabloyu bozan(lar) neydi, tablo gerçekten de pembe miydi? Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Suriye’de neler oldu, hâlâ neler oluyor? Söylenecek, sorulacak çok şey var, uzun, çok uzun bir mesele! Mademki, burası bir kitap sitesi, ben de, onuncu yıl münasebeti ile, üç kitap çerçevesinde Arap Baharı üzerine tekrar düşünmeyi önereceğim.
Arap Baharı ardından, Türkçe yayınlanan birkaç kitaptan biri, belki en erkeni İslamcı gazeteci Turan Kışlakçı’ya aitti. (Mana Yayınları, Eylül 2011). Kışlakçı’nın Eş-şa`b Yurid İskate`n Nizam: Arap Baharı adlı kitabı, pek çok bakımdan, Time, Newsweek, CNN gibi Batılı yayın organlarında yazılıp çizilen ile örtüşüyordu. Kışlakçı da, Time dergisinin, Arap Baharı’nın yıldönümünde çıkan sayısının kapak manşetinde yer alan “Arap Baharı’ndan Atina’ya, Wall Street’den Moskova’ya” ibaresi gibi, Arap Baharı’nın dünya çapında büyük ve kutlu bir olay olduğundan söz ediyordu. Ona göre de, Arap Baharı farklı çevrelerin, Arap diktatörlerine karşı ortak isyanıydı. Post-modern siyaset kavramlarından esinlenmiş olmalı ki, onun için de, “Tahrir Meydanı halkın FESTİVAL alanıydı” (s. 69). “Mısır’daki gösterilerde bir tarafta Che Guevera’nın resmi taşınıyordu, bir taraftan da tekbir getiriliyordu” (s. 141). Tahrir Meydanı’na nasıl eczaneler, geçici tuvaletler kurulduğunu, kadınların yemek taşıdığını coşkuyla anlatıyordu Kışlakçı (s. 68). İnsan ister istemez, belli ki ortam ‘Gezi dönemi Taksim meydanı’ gibiydi diye düşünmeden edemiyor, ama durun sakın öyle düşünmeyin diye Kışlakçı, Gezi sonrası verdiği bir röportajda duruma açıklık getirmişti: “onların hedefi özgürlük, diğerlerininki Erdoğan.”
Diğer taraftan, Kışlakçı aslında bu devrimlerin ‘Cuma devrimleri’ diye adlandırılması gerektiğini ileri sürüyordu, çünkü protestolar Cuma namazı sonrasında yoğunlaşıyordu. Gerçi, bu devrim “sadece İslamcıların değil ama bütün toplumsal tabaka ve sınıflarıyla birlikte Müslüman halkın devrimleriydi.” (s. 65)
Bu arada, Arap Baharı yorumları arasında Lozan tartışmasına da bir gönderme yapmıştı; olup bitenlerin “Sykes-Picot ve Lozan kafalıları” korkuttuğundan söz ediyordu (s. 64). Batılı yorumculardan farklı bir diğer değerlendirme de, Arap Baharı’nı ortaya çıkaran nedenler arasında (o zaman) Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışı ve Mavi Marmara olayının Arap halklarına cesaret vermek açısından öneminin vurgulanması idi. (s. 113)
Kışlakçı’nın kitabı boyunca Arap Baharı’nın arka planı olarak çizdiği Ortadoğu tarihine ilişkin yorumlarının yanlışlık, eksiklik ve tutarsızlıklarına hiç girmeyeyim, sonuçta, işin bu tarafı oldukça yaygın ve ona özgü değil. Arap Baharında, El-Cezire televizyonunun etkisini vurgularken, bu medya kuruluşunun ‘Arap dünyasındaki diğer kanallara göre bağımsız’ olduğu kanaati de ona özgü değil. Tam tersine, o dönemde ne Türkiye’de, ne de Batı dünyasında, “nedir bu El-Cezire, gücünü kimden alır, sonuçta Katar’dan yayın yapan ve rejim ile anlaşma içinde bir organ değil mi?” diyen çıkmıyordu. Çıkmadığı gibi, Arap Baharı’na ilişkin değerlendirmeler neredeyse tümüyle El-Cezire kaynaklıydı.
The Arab Spring: The End of Postcolonialism adlı –Türkçeye de çevrilen– kitabında Arap Baharı’nın ‘postkolonyalizmin sonu’ olduğunu ilan eden Hamid Dabaşi (The Arab Spring The End of Postcolonialism, London New York Zed Books, 2012) için de, El-Cezire ve yorumcuları sorgulanmaya gerek duyulmayan kaynaklardı. Dabaşi postkolonyalizmin sonunu ilan ederken Said’den Foucault’ya, ondan Hannah Arendt’e, Franz Fanon’dan Agamben’e ve diğer pek çok düşünür, yazara göndermeler yapıyor, tüm bu havalı isimler dönüp dolaşıp El-Cezire’nin baş yorumcularından Merwan Bişhara’nın yorumları ile buluşuyordu. İran asıllı Amerikalı Dabaşi her zaman nevi şahsına münhasır bir düşünürdü, Arap Baharı ona göre, bölgede Arap dünyası ile sınırlı olmayan demokrasi arayışlarının sonucuydu ve ilk kıvılcım İran’da 2009’da yaşanan rejim karşıtı protestolardı. Bölge halkları sonunda diktatörlüklere karşı uyanmış ve insiyatifi eline geçirmişti, bu dalganın önünü kesmek imkânsızdı. Arap Baharı konusunda kapıldığı büyük heyecan ve aşırı ‘iyimser’likle Dabaşi’nin gözlerinin kamaştığını da düşünebiliriz. Ama hal böyle iken, Foucault’yu İran Devrimi hakkında ‘kendini kandırmış’ olmakla eleştirmesi (s. 121) son derece ironiktir. Dahası Dabaşi, 2015’de yayınladığı "Avrupalı Olmayanlar düşünebilir mi?" adlı kitabında (Can Non-Europeans Think?, London, Zed Books), hâlâ Arap Devrimleri’ne ilişkin kuramlarında ısrar etmenin ötesinde solcuların nasıl tavır takınması gerektiği hakkında iddialı çıkışlar yapıyordu. Bir diğer ünlü ve iddialı isim Walter Mingalo, bu kitaba kırk sayfalık önsöz yazmıştı.
İslamcılar, Batı ana akım medyası ve Dabaşi gibi kolonyalizm eleştirilerinden yola çıkan entelektüellerin benzer bir noktada buluşmuş olması, kendi başına bir sorun olarak görülemez, sonuç olarak post-kolonyal coğrafyada demokrasi arayışları ve bunun tetiklediği bir büyük hareketlenmeyi, farklı çevreler farklı açılardan olumlu değerlendirebilir. Arap Baharı konusundaki, tüm olumlu yorumların, bu süreç içinde yaşananların tüm bu yorumları boşa çıkarmış olması da kuramsal olarak izah edilebilir. Toplumsal-siyasal kuram ve yorumlar, kestirmeden öngörüsüzlük üzerinden mahkûm edilmeyebilir. Diğer taraftan, Arap Baharı’nın sonuçları, bazı iyi niyetli entelektüellerin, başta ‘iyimserlik’leri sonda ise ‘hayal kırıklıkları’ ile açıklanıp, geçiştirilecek bir konu değildir. Toplum ve siyaset üzerine fikir üretenler, dahası tutum takınanlar ve rehberlik etme iddiasında olanların, yaşananları izah etmekte bu denli boşa düşmesi başlı başına bir sorun, sorumluluk ve/veya sorumsuzluktur. Hesap vermek anlamında değil, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin geleceğine dair düşünmek açısından bir sorun ve sorumluluktur. Masa başında, bizi bir şekilde heyecanlandıran her olayı demokrasi ve özgürlük mücadelesi diye selamlamak, ancak özgürlük mücadelesinin ne denli çetrefil ve zahmetli bir süreç olduğu gerçeğini görmezden gelen veya gelmek isteyenlerin işi olabilir. ‘Kim, neden böyle davransın?’ sorusunun cevabı, ‘çetrefil olanla yüzleşmek ve zahmete katlanmak’tan’ kaçınanlar olacaktır. Tam da bu nedenle, entelektüel/siyasal ‘iyimserlik’ hiçbir şekilde masum değildir. Kuramsal zekâ oyunları çerçevesinde kurulan ‘düşünce konforu’, diğer konforlar gibi bedelini başkalarının ödediği bir lüks ve ayrıcalıktır.
Kahire'deki Tahrir meydanı, 2011.
Diğer taraftan, toplumsal-siyasal düşünce ve yorum üretirken yeterince titizlenmemek komplo teorilerini besleyen en önemli etkenlerden biridir. Otoriter rejimlerin en önemli siyasal/ideolojik araçlarından biri olan komplo teorilerinin yaygınlaşmasının sıklıkla göz ardı edilen bir nedeni de, ‘yüksek düşünce çevreleri’nin sıradan gerçekleri ısrarla göz ardı etme tutumudur. Dabaşi sözünü ettiğimiz iki kitabında da, ‘Arap Baharı’nın ABD’nin bir oyunu’ olduğunu ileri süren sol eleştirilerin komplo teorilerine uzak durmamız gerektiğinin altını çiziyor. Çok haklı, her durumda komplo teorilerinden uzak durmak lazım, ama uzak durmak için işi komploculara bırakmadan bazı soruların cevaplarını vermek gerek. Sıradan, ama çok sıradan bazı sorulardan bahsediyorum, ana akım Batı medyasının Arap Baharı’nı neden bu denli övdüğü sorusu gibi, Katar gibi otoriter bir emirliğin Arap dünyasında demokrasi ve özgürlük devrimlerinin baş aktörü El-Cezire televizyonuna nasıl ev sahipliği yaptığı sorusu gibi. Müslüman Kardeşlerin, Katar’da yaşayan en önemli manevi lideri ve El-Cezire’nin baş programcılarından biri olan Yusuf Kardavi’nin demokrasi ve özgürlük konusundaki düşüncelerinin ne olduğu sorusu gibi. Tartışmalı Arap siyasetçi ve entelektüeli Azmi Bişara’nın (kardeşi Merwan Bişara) Katar’da ne işi olduğu sorusu gibi. Bunlar bir şey değil, daha işin Libya’sı, Suriye’si, Yemen’i var, oralarda neler olup bittiği var. Arap Baharı’nın Türkiye ayağı var. Bu arada, konu iyice dağılmasın diye, Graham E. Fuller’in Türkiye ve Arap Baharı kitabını (Ankara, Eksi Kitaplar, 2016) gibi Arap Baharı üzerine yazılmış diğer pek çok kitabı bu yazı dışında tutmak en iyisi diye düşündüm.
En iyisi, birkaç kitap üzerinden Arap Baharı’nı yeniden düşünmek önerimi, Arap Baharı üzerine son yayınlanan Ala El-Asvani’nin, Diktatörlük Sendromu (İstanbul, İletişim Yayınları, 2020, orijinali 2019) ile bitireyim. Asvani, Kahire’de şahsen de tanıştığım ve sohbet ettiğim çok hoş bir insan. Aslında diş hekimi olan yazarın, Yakupyan Apartmanı adlı romanı İngilizceye çevrildiğinde (Türkçe de yayınlandı) çok ilgi çekmişti. Arap Baharı başlangıcında Asvani, yorumcu ve aktivist olarak öne çıkmıştı. O günden sonra, az gitti, uz gitti, Arap Baharı’ndan anlaşılır nedenler ile soğudu, daha az anlaşılır nedenler ile Mursi’nin askeri darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasını başında destekledi. Sonra, yine anlaşılır nedenler ile Sisi iktidarı’nın karşısında tutum takındı. Sonuçta, her diktatörlük yönetimi altında baskı altında olan pek çok muhalif gibi hedef haline geldi ve soluğu ABD’de aldı. En sonunda berbat bir kitap yazmış. Siyaset kuramı veya felsefesi konularının en iyi ihtimalle amatörü olan Asvani’den, diktatörlük üzerine derin yorumlar beklemek haksızlık olur. Ama hiç anlamadığı bir konu üzerine ahkam kesmeye kalkmakla asıl haksızlığı kendine yapmış. Bizi ilgilendiren onun kişisel dramı değil elbette. Önemli olan, Arap Baharı’na büyük bir heyecanla ve yorumları ile katılan Asvani’nin dönüp dolaşıp, Bahar’ın kışa dönmesinin faturasını ‘demokrasi kültürü olmayan halk’a yüklemesi. İşin kötüsü, olanlardan bu denli sığ ve sorunlu bir sonuç çıkarmasının ona ve birikimsizliğine özgü olmaması. Sonuçta, The Economist dergisi de on yıl sonra, Arap Baharı ‘fiyaskosu’nu benzer nedenlere bağlamış, şimdilerde Arap Baharı’nın başarısızlığı üzerine yazılıp çizilen pek çok kitap ve makale de, benzer temalar etrafında dolaşıyor. Yarım milyon insanın öldüğü, 16 milyonun evinden yurdundan olduğu, kalanların feci koşullarda yaşamaya mahkûm olduğu, (özellikle Libya’daki gibi) pek çoklarının insan tacirlerinin eline düştüğü bir büyük ‘fiyasko’. Böyle bir şeye ‘fiyasko’ deyip geçebilir miyiz, asıl sorun bu.
•