David Graeber’in kaleme aldığı Borç, dünyadaki ekonomik dengelerin varlığını korumayı sağlayan bir kavram olarak borç kavramını tarihsel perspektiften ele alıyor
26 Mart 2015 15:00
David Graeber ismine Türkçe çeviriler aracılığıyla sık sık rastladığımız bir dönemdeyiz. Bazen süreli politik yayınlarda karşımıza çıkan bu isim önce Tersine Devrimler şimdi ise Borç isimli ‘uluslararası çok satan’ kitabıyla karşımıza çıkıyor. Birçok mahalli kitabevinin birinci el kitap alımını dahi ‘borca’ bağlamak zorunda kaldığı çağımızda ise, en sıradanından en lüksüne tüketim nesneleriyle ilişkimizin temelini belirleyen borcu makro, mikro ve tarihsel düzeyde inceleme fırsatı buluyoruz.
Graeber’i tanıtırken kendisinin Wall Street’i İşgal Et eylemlerinin ‘elebaşlarından’ olduğu gerçeğinden sık sık bahsediliyor. Her ne kadar bu ‘başsız’ isyan tipleri bağlamında bu söylem pek hoş kaçmasa da Graeber’in ortaya koyduğu külliyatın esnek çalışma rejimine dayalı (namı diğer preker) zamanımızda hem günümüzdeki neoliberal ekonomik düzeneği hem de onun içerisinde özne olarak yerimizi kavramak bakımından çok yararlı olduğu aşikâr.
Biraz kalın bir kitap olan Borç, aslına bakılırsa Guy Debord’dan Baudrillard’a birçok filozofun üstünde durduğu sorunlar üzerinde yükselen günümüz ekonomisinin vardığı son noktada tüketim toplumu düzeneğini ayakta tutan ve dünyadaki ekonomik dengelerin varlığını korumayı sağlayan bir kavram olarak borç kavramını tarihsel perspektiften ele alıyor.
Kitabın ilk bölümü ‘ahlaki tartışma deneyimi hakkında’ başlığını taşıyor. Bu, herhangi bir davette bir ‘egemen sermayesi’ olan ulustan bir aktivist ile dahi görüştüğünüzde, borç kavramının nasıl olup da ‘ahlaki’ bir çerçeve kazandığını örnekleyen bir deneyim. IMF’in ne kadar berbat bir şey olduğunu adlı adınca karşısındaki kadına anlatan Graeber’in açısından muhtemel ki kitabın ortaya çıkmasına neden olan şok edici deneyim kadının Graeber’in IMF’nin lağvedilmesine ilişkin görüşleri karşısında ahlaki bir tepki göstermezken ‘üçüncü dünya ülkelerinin’ borçlarının lağvedilmesi konusunda şu tepkiyi vermesidir: “Ama parayı borç olarak almışlar! İnsan tabii borcunu ödemek zorundadır!” Bu noktada Graeber hızla yaşadığı Madagaskar deneyiminden hareketle devletin borçları yüzünden finanse edemediği basit bir sağlık programının 10 binlerce insanın ölümüne neden olmasına değiniyor ve konuyu devlet borcundan sonra bir de ‘tüketici borcuna’ bağlıyor.
‘Tüketici borcu’ bilindiği gibi ekonominin, yeni ekonomi değil her türlü ekonominin, can damarı. Bu kavramın tarihi oldukça eski olmakla birlikte modern kapitalist toplumda 1970’lerin tabiriyle drugstore’un bugünün tabirleriyle daha geniş anlamda AVM’lerin topluma ‘borçluluk’ bağlamındaki hediyesi olan kredi kartlarıdır. Baudrillard’ın o dönem içerisinde AVM’ler ve kredi kartı, dolayısıyla borçluluk arasında kurduğu bağ aslında toplumda şiddetin eksenini de oluşturan bağdır. Mafya jargonundan tefeciliğe borç illegalitenin günlük yaşama bağlanmış göbeğidir. Göbeği kesecek bir siyasal iradenin yokluğu da sistemin şiddete olan açlığı ve ‘ezen ezilen’ ilişkisi içerisindeki beslenme alışkanlıklarından gelir; ne var ki borç bu kadar kişilerarası skalalar ile anlaşılabilecek bir ilişki biçimi sunmaz bize. Uluslararası ilişkiler de ‘farklı dengeler’ etrafında borcu tanımlamak için kullanılır, daha doğrusu borç uluslararası ilişkilerin tanımlayıcısıdır. Kime borçlu olduğunuz üstünden tıpkı Türkiye’de olduğu üzere dış siyaset ve ekonomi parametreleriyle politika yapabilir, her sıcak para krizinde de bir güzel ezdiğiniz ‘borçlar’ ve ‘hibeler’ arasında mazlum bir çocuk fotoğrafı vermeye kalkabilirsiniz. Ama netice olarak bu durum ‘nafile’ olacaktır. Borç bir döngüdür ve tıpkı kumarhanadeki gibi kazanan hep kasadır. Ama kaybedenler de borçlarının niteliğine, geleceğe yönelik borç alma ve ödemelerine göre farklı muameleler görmüşlerdir. Graeber bunu 1700’lerin İngiltere’sinde hapishanelerdeki borçlu aristokratlara yapılan şarap servisiyle örnekliyor.
Peki sahiden borç yiğidin kamçısı mı? Yiğit kelimesine ne anlam verdiğimize ve kamçının işlevini nasıl tanımladığımıza bağlı olarak değişir. Borcunu ödemezse ‘öküz olacağına inanan’ budistler ile konuştuğunuzda da Türkiye’de sokaktan geçen biriyle konuştuğunuzda da borç aynı borç. Kimden aldığınız ya da kime verdiğiniz ise farklılık gösteriyor. Elbette ‘borç’ paranın ortaya çıkış hikâyesiyle açık bir ilişki teşkil ediyor. Graeber’in kitabının kaydadeğer bir niteliğini paranın ortaya çıkışına dair bakış açısında bulabiliyoruz. Hatta takas ekonomisine dair yıllarca süren anlatının hurafeliğinden dahi dem vuruyor. Adam Smith’in ekonominin köklerine yaptığı yolculuğun aslında kendi meşruiyet zeminine yaptığı yolculuk olmasından dem vuruyor. Paranın yazılmamış tarihine olan kızgınlık borcun yazılmış tarihinin başlangıcı oluyor, dolayısıyla paranın da.
İlk borçların öykülerinin köyden başlaması Graeber’in ilk eleştiri noktası oluyor. Antropolojide de diğer bilimlerde de köy gerçekliği hakkında konuşmanın ‘imkânsızlığı’ Graeber’in argümanının dayanağı. Takas vs. gibi kavramların yerine köylerin ekonominin yetiştiği alanlar olduğu döneme kadar dönerek Graeber önemli bir teklif yapıyor: Neden takas yerine çok daha tutarlı bir kavram olarak ilksel kredi düzenlemelerini tartışmıyoruz? Kredi kartından pek evvel ortaya çıkan bir şey olarak bu krediler Graeber’in çalışmasının içerisine kitabın üçüncü bölümünde Adam Smith’in ‘teorik’ yenilgisi ile sonuçlanacak bir tartışmanın konusu olarak giriyor. Paranın aslında kredi olduğu, kredinin de ulusal ve uluslararası bağlamda aslında borç demek olduğu gerçeğinin altı çizilerek mevcut ekonomi teorisine ‘ters açıdan’ bakış atılıyor. Borcun neden birçok kültürde günahla eş ve yakın anlamlı olduğunu sorgulayıp, yeni dünyada da eski dünyada da borcun bu kadar belirleyici olmasını sorgulamaya başlıyor. Bu sorgulama içinde birçok farklı ulusun hukuku içerisinde kredi ve tazminat kavramlarına rastlıyoruz. Tazminatın ‘cariye ve sığır’ olarak verildiği toplumlardan değerli maden olarak kullanıldığı toplumlara kadar ‘borcun ödenmesi’ farklı çağlarda da olsa ödeyemeyen için onur kırıcı bir faaliyet olarak dikkat çekiyor. Hatta kitabın en başına döndüğümüzde Hindistan’da borçlu ve yeni evlenen çiftin kadın üyesinin yaşadıklarına ilişkin anlatı borç rejiminin cinsel bir şiddet rejimi de olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Hatta ilerleyen bölümlerde yoksulların aile bireylerini kiralayarak borç ödedikleri, borcun karşılığında aile fertlerini verdikleri örnekler genişliyor ve internet sitelerinde rivayet olarak okuduğumuz şeylerin borcun sistematik şiddetinin bir parçası olduğunu görüyoruz. Geçmişten kalma tablet ve yazıtlardan 2000’li yıllara taşınan bu borç vahşetinin teknik detayları kadar tarihsel detaylarına da tanık oluyoruz.
Para nesnelerle insan, insan ile devlet, devlet ile nesneler arası tüm ilişkilerin düzenleyicisidir. Para güven ilişkilerinin, kredi ve borç ilişkilerinin ana düzenleyicisidir ve bu işleviyle öne çıkar. Graeber bu güven ilişkilerini kırılganlığı üstünde paranın ve borcun toplumlar üstündeki disipline edici etkisini tartışmaya açıyor.
Kitabın ilginç bölümlerinden biri de Mezopotamya’daki MÖ 3500’den MS 800 yılına kadar süregelen borç ilişkileri. Bu bölümde faizin kökeninin bilinemezliğini öğreniyoruz. Çünkü faizin kökeni yazının icadından da öncesine dayanıyor. Ancak Mezopotamya’da borcun, kredinin ve senetin kökeninde bir ‘güvensizlik’ rejimi yer alıyor. Çünkü açık denizlere açılan tüccarlardan ‘kâr payı’ yerine kesilen paralar vs. üstünden Mezopotamya’nın kaygan ekonomik zemini tarif ediliyor. Bu noktada borçluluğun erdemsizlik ve yalancılıkla eş tutulmasına dair birçok örnekle de karşılaşıyoruz.
Graeber’in bize bir şey müjdeleyip müjdelemeyeceğini bekleyenler ise borcun tarihsel yolculuğunun ardından açtığı bugün parantezi olan kitaptaki son bölüme kadar sabretmeliler. 1971 sonrası borcu ve yeni ekonomiyi anlattığı bölümde yazar, Nixon’un dolar- altın dönüşümü meselesine ilişkin kararının hemen ardından başlayan yeni ekonomik çağı Demir Leydi’yi ve küreselleşme karşıtı hareketler ve antikapitalist hareketler ile sınıfsal tepkiler üstünden anlatıyor. Hükümet ve merkez bankası politikalarının altından rolü nasıl çaldığı, siyasetin ve savunma bütçesinn nasıl öncelendiğini irdeliyor.
Özetle Graeber’in kitabı eksik resmi tamamlayıcı nitelikte kimi yarı- akademik veriler eşliğinde sunulmuş ama gerçek anlamıyla son yıllarda liberal ekonominin temel ilkelerine yapılan saldırının önemli parçalarından biri gibi görünüyor. Yeni Marx’ımız ile bir tutulmamasının sebebi de niceliksel çalışmaya pek önem vermemesi ve akademisyenden önce aktivist ve yazar kimliğiyle tanımlanması belki de. Yine de kredi kartı ekstresine saplanmış yahut anlaşılmaz ekonomi bültenlerinde çürümüş ömürlerimize biraz ‘değer biçebilmek’ ve belki de borcu, uğruna hayatımızı berbat etmeye değecek bir şey değil sistem içi bir arıza ve hatta toplumsal bir psikolojik rahatsızlık olarak görmek adına bir şans sunuyor.