Ağaçların Özel Hayatı, Alejandro Zambra’nın önceki kitapları gibi incecik, ama okuru aktif bir okumaya çağıran, yoğun bir roman. Behçet Çelik, Zambra'nın üç romanını birden mercek altına alıyor...
10 Temmuz 2015 13:00
Alejandro Zambra’nın roman kahramanları geçmişlerindeki boşlukların farkına varmış, beyhude olacağını sezdikleri halde bu boşluğu doldurmaya çalışan kişilerdir. Eve Dönmenin Yolları’nda Claudia büyüdükten sonra faşist darbe yıllarında ailesinin neler yaşadığını öğrenmeye çalıştığından söz ederken, “Öğrenmek için sormuyorduk,” der, “bir boşluğu doldurmak için soruyorduk.” İlk anda bu boşluğun komünist olan babasının darbe zamanı illegal bir hayat sürmeye mecbur kalmasından kaynaklandığı sanılabilir, oysa romanın anlatıcı-kahramanı için de geçerlidir böyle bir boşluk – ailesinde komünist yoktur, ebeveyni Pinochet yanlısı olmasa da sessiz kalarak diktatöre destek verenlerdendir.
Bonzai’de de yıllar sonra buluşan iki arkadaşı “birleştiren şey daha çok bir tedirginlik, suçlu bir yakınlık, utanç ve boşluk duygusu[dur.]” Zaman, aralarında büyük boşluklar bırakarak geçmiştir ve dolduramayacaklarının farkındadırlar. Yine Bonzai’de Julio’nun uydurduğu hikâyede ölen kız arkadaşını hatırlamak için erkeğin bonzai yetiştirmesi de ölümün yarattığı boşluğun özel bir biçimde doldurulma çabası olarak değerlendirilebilir.
Zambra’nın Türkçede yayınlanan üçüncü romanı Ağaçların Özel Hayatı’nın başkahramanı Julián’ın bir gece boyu süren muhasebesi de “boşluk”la ilişkilendirilmeye müsait. Julián’ın yazmakta olduğu roman da... “Aslında bir roman yazmak istediği de yoktu,” der onun için anlatıcı, “sadece anılarını üst üste yığabileceği uygun ve korunaklı bir alan bulmayı arzuluyordu. Hafızasını bir çantaya tıkmak ve bu çantayı ağırlığı sırtını sakatlayıncaya kadar doldurmak istiyordu.” Hafızanın bir çantaya doldurulması boşluktan ziyade bir ağırlığı, bir doluluğu ima ediyor olsa da, bu çantanın “sırtını sakatlayıncaya kadar” dolacağından ve örtük biçimde Julián’ın bu çantayı taşımayı sürdüreceğinden söz edildiğine göre, geçmiş Julián için bir ağırlık olduğu kadar bir boşluktur aynı zamanda, yazmak da çantadaki boşluğu giderme çabasıdır. Julián’ın geçmişte “kâğıtları anlaşılmaz hikâyelerle doldurmak” yerine bir bonzai günlüğü tutmaya karar vermesi de önemli. Şimdiki zamana odaklanma çabasıdır; ama geçmişteki boşluklar depreştiğinde çok da mümkün olmayacaktır böylesi bir odaklanma, mümkün olmadığı gibi anlamını da yitirecektir. Eski sevgilisi Karla’yla sonu kötü biten ilişkisi devam ederken başladığı bonzai günlüğü tutma çabasının zaman kaybı olduğunu Ağaçların Özel Hayatı’nın başlayıp bittiği o kritik gecedeki muhasebesi sırasında düşünecektir.
“Şu anda yazmaya değecek tek kitabın [çocukluğunun geçtiği zamanlara] dair uzun bir hikâye olduğun[u]” fark eder o kritik gecenin ilerlemiş saatlerinde. “Yerinde ve işe yarar tek kitap bu ol[acaktır.] (…) Orta halli evlerin dibinde ölüm yaşıyor ama 1984’ün çocuğu bunu bilmiyor[dur.] ” Bonzai günlüğünü, “ölü bir görüntünün üzerine ışık tutmak” olarak nitelendiren Julián, “edebiyat yapmak yerine aile aynalarında kaybolsaydı çok daha iyi” etmiş olacağına kanaat getirir. “Sadece iki bölümden oluşan bir roman düşünüyor: ilki çok kısa, çocuğun o zamanlar bildiklerinin dökümünü yapıyor; ikincisi hayli uzun, aslında sonsuz, çocuğun o zamanlar bilmediklerini anlatıyor.” Çocuğun o zamanlar bilmedikleri, yani boşluk.
“Çocuğun bilmedikleri” bahsinde Eve Dönmenin Yolları’nı hatırlayabiliriz yeniden. O romanın anlatıcısının içini yakan da çocukluğunda evlerinin dibinde yaşananlardır, olup bitenleri bilmemiş olması (“hafızadaki boşluk”), ailesinin bunlar yokmuş gibi yaşamayı sürdürmesidir. “Her ne kadar masumiyetten ve günahtan bahsetmeyi bilemesek de, bilmesek de günlerimizi çocukluğumuzda bilmezden geldiğimiz şeylerin sıralandığı uzun bir listeye tekrar tekrar bakarak geçiriyoruz,” der, “tıpkı bir cinayete tanıklık etmişiz gibi. Cinayeti biz işlememişiz, sadece oradan geçiyormuşuz, ama kaçıyoruz, çünkü bizi orada bulurlarsa suçu üzerimize atacaklarını biliyoruz. Masum olduğumuza inanıyoruz, suçlu olduğumuza inanıyoruz: bilmiyoruz.” Bir yargı koyamamaktadır, ama “bilmiyoruz” sözü masumiyet (ve elbette geçmiş) konusundaki büyük bir boşluğu işaret ediyordur.
Ağaçların Özel Hayatı’nda Julián’ın hikâyesi Eve Dönmenin Yolları’nın anlatıcısının hikâyesiyle bu noktada benzeşir; Julián’ın ebeveyniyle arasındaki sorunun ne olduğunu tam bilemesek de onlarla görüşmediğini, onları yok saydığını öğreniriz. Şöyle tanımlar anne babasının hayatını: “mutsuz ama yoksul olmayan bir geleceğe erişmek için bir patika ya da kestirme yol arayarak ilerlemek” zorunda kalmış, bunun önlerindeki tek yol olduğuna inanmış insanlardır. Anne babasını yok saymasının nedeniyse şöyle ifade edilir: “Julián’ın geçmişinde kaçmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu ama tam da bundan kaçıyordu: vasatlıktan, bir başına geçen sayısız kayıp saatten.”
Çocukluğundan hatırladığı “sade” “sıradan” bir aile hayatı, Monopol oynanan akşamlardır. Ama “bir de o saatlerde yüzlerine sinen acının halesiyle ölülerini anan aileler var[dır.]” O ailelerin yaşadığı evlerde o saatlerde, “kimse oyun oynamaz, kimsenin çıtı çıkmaz: büyükler kimsenin okumayacağı mektuplar yazar, çocuklar kimsenin cevaplamayacağı sorular sorar.”
Kritik geceye dönersek: Ağaçların Özel Hayatı, Julián’ın evde üvey kızı Daniela’yla birlikte eşi Verónica’nın dönmesini beklediği gecede geçiyor. Romanın anlatıcısı, Verónica’nın eve döndüğü ya da Julián’ın onun dönmeyeceğini anladığı zaman romanın sona ereceğini baştan belirtir.
Julián, saatler ilerledikçe bir şeylerin yolunda gitmediğini sezer, henüz altı yaşında olan Daniela’yı evde bırakıp eşini arama imkânı yoktur. Gecenin sabaha varmasını bekleyecektir; nasıl olsa sabaha ne olup bittiği anlaşılacaktır. Beri yandan gece boyu duyduğu tedirginlik Julián’ı geçmişle türlü hesaplaşmalara iter. Zihni bir yandan Verónica’nın nerede, ne yaptığı, ne halde olduğundayken bir yandan da kendi hayatına, geçmişine, çocukluğuna, önceki sevgilisine, yazdığı ve yazmayı düşündüğü romanlara odaklanır. Tam bir odaklanma da denemez buna; duyduğu tedirginliğin etkisiyle şimdiyle geçmiş ve gelecek arasında ileri geri sıçrar zihni. Çocukluğu, çocukluğunun geçtiği ev, anne babasının hayatları, önceki sevgilisi, Verónica’yla tanışması, Daniela’nın yetişkin olduğunda üvey babasının yazdığı kitabı nasıl okuyacağı, okurken kitapta ne arayacağı, öz babasıyla ilişkisinin nasıl olacağı, neler konuşacakları… Bölük pörçük, Julián’ın aklına geldiği, çağrıştığı gibi anlatılır bunlar. Başı sonu olmayan hikâye parçacıkları, anlar, anekdotlar… Bütün bunlar (Julián’ın bekleyişi ve tedirginliğiyle birlikte, ama onlar da bölük pörçük) oluşturuyor romanı. Bonzai’nin başkahramanına yaşlı bir yazarın, “Sen roman mı yazıyorsun, hani şu kısa bölümleri olan, kırk sayfalık, şimdilerin modası romanlardan?” derken kast ettiğine benzer bir yapı içerisinde.
Bekleyişin yarattığı tedirginliğin artıp Verónica’nın dönmeyecek olması fikri giderek güçlendiğinde Julián için roman da, çocukluğu da geride kalır; üvey kızının geleceğine yönelir zihni – yine ileri geri sıçrayarak, hatırlayıp hayal ederek. “Beklemekten bitkin düşen Julián, yalnız kadınların, kendi kendilerine konuşan kadınların uzun ve karmaşık bir listesini dök[er]” bir ara. “En sevdiği deli”, Emily Dickinson’ın bir şiirini hatırlar. “Beceriksizce sadece başlığı çeviriyor, başlıktan fazlasını değil: geceden payımıza düşene katlanmak, gecenin bize verdiğini taşımayı bilmek, geceden payımıza düşeni yüklenmek, karanlığa katlanmak.” Peşinden Julián, “bir kez daha, tıpkı bir deli gibi, boşluğa doğru yüksek sesle söylüyor: hoş görmek, dayanmak, yüklenmek, katlanmak, taşımak, tahammül etmek, sorumluluğu üstlenmek, gecenin sorumluluğunu üstlenmek – karanlığı kabullenmek, geceden payımıza düşeni taşımayı bilmek, gecenin bir bölümünü kabullenmek, karanlığı yenmek, ışıktan artakalmak, gecenin içine dalmak, karanlığın sorumluluğunu üstlenmek, gecenin sorumluluğunu üstlenmek.”
Zambra’nın romanlarında böylesi parçalar çok kez bir yere bağlanmıyor gibidir, mesela Dickinson’ın şiirinden yola çıkarak düşündüklerinin Julián’da bir aydınlanma yaratıp yaratmadığı açık değildir. Parçaların, bölümlerin arasındaki bağlardan ve “boşluk”lardan iz sürmek gerekiyor. Dickinson’ın şiirini düşünürken çizgiler çiziyor önündeki kâğıda mesela, “mürekkep sayfayı kara suyla kaplıyor.” Sonraki bölümdeyse mürekkepten değilse de “lekeler”den söz edilir. “Julián silinip giden bir leke./ Verónica silinen ama iz bırakan bir leke./ Gelecek Daniela’nın hikâyesi.” Geçmişin lekelerindeki ya da kişilerin başkalarının hayatlarında lekelere dönüşmesindeki siyahlık, gecenin siyahıyla buluşuyor – hangisinin öbürünü çağrıştırdığının önemi yok, zihin ileri geri sıçramakta çünkü. Önceki bölümde kâh gecenin kâh karanlığın sorumluluğu üstlenmekten, kabullenmekten söz etmişti, bunu seslendirmişti boşluğa Julián. Bu kez de leke olmayı ya da hayatlarımızdaki lekeleri kabullenme gereğini seslendirmeden ifade eder. Zambra’nın romanlarındaki şiirsellikten söz edilebilir, ama bir şartla: şiirsellikten çarpıcı sözler, derin duyarlıklar değil, güçlü çağrışımları, bu çağrışımlara imkân tanıyan boşlukları ya da seslendirmeden bir şeyler ifade etmeyi anlıyorsak.
Daniela’nın geleceğini hayal ederken, geçmişteki bir âna gider, o ânı alıp geleceğe taşır. Bir zamanlar Mapocho Nehri üzerindeki köprüde kıza söylediklerini Daniela’nın unutmayacağını, birlikte oynadıkları oyunu ileride sevgilileriyle ve belki bir gün babasıyla oynayacağını tahayyül eder. “Bakışını akıntıya sabitle,” demiştir o gün, “köprü ilerliyor, biz ilerliyoruz, su sabit, akmıyor. Başta zorlanıyorsun ama sonra gözün alışıyor, (…) tekrar bak, bakışını sabitle, ilerlediğini, köprünün ilerlediğini hissedene kadar, nehir bir nehir olmaktan çıkana kadar gözlerini sudan ayırma. Su hızını kaybediyor, şimdi suyun üzerinde, bir teknede ilerleyen sensin.” Uzamsal göreceliği, hareket halindeki gözlemcinin şeyleri duran gözlemciden farklı görmesini, hareket halindeki gözlemcinin farklı bir uzamsal koordinat sistemi ya da referans çerçevesi olduğunu hatırlatan bir durumdur bu aslında. Julián, durmakta olan Daniela’ya hareket eden suya dikkatle bakmayı sürdürdüğünde bir zaman sonra algısının değişeceğini, hareket eden köprüymüş, köprü de nehirde ilerleyen bir gemiymiş gibi hissetmeye, görmeye başlayacağını öğretmektedir.
Zambra’nın bu bölümde edebiyata dair bir şeyi hissettirmeye çalıştığını iddia etmek abartılı ve aşırı bir yorum mu olur, bilemiyorum, ama roman kahramanlarının edebiyata, yazmaya ve zamana olan düşkünlüklerini hatırlayınca böyle bir bağ kurulabileceğini sanıyorum. Bir şeyler yazan ve yazılarında geçmişi didikleyen roman kişilerinin yaptığı da akıntıya odaklanmak gibidir. Zamanın akışına, o akıştaki bir âna odaklanmak benzer bir yanılsama yaratır. Zaman hareketsizleşir, avucumuzda tutabileceğimiz bir şey halini alır, daha doğrusu böyleymiş gibi bir yanılsama yaratır. Büsbütün işlevsiz değildir bu yanılsama. Ne işe yarayabileceğinin yanıtını Bonzai’de Emilia ve Julio’nun birlikte Proust’un Swann’ların Tarafı’nı okurken kaldıkları cümlede bulabiliriz: “Bilmek her zaman engelleyebilme imkânı sağlamaz; ama hiç değilse bildiğimiz şeyleri, avucumuzun içinde tutamasak da zihnimizde kullanıma hazır bulundururuz ve bu da bize üzerlerinde hâkimiyet kurduğumuz yanılgısını yaratır.” Bonzai’nin anlatıcısı, “bu okuma parçasını Julio ve Emilia’nın hikâyesiyle bağdaştırma[nın] suiistimale gire[ceğini]” ileri sürer. Suistimal etme riskini üstlenerek, Proust’un cümlelerinin Zambra’nın romanlarıyla bağdaştırılabileceğini savunacağım. Geçmişi bilmek haliyle geçmiş gitmiş olanları engelleme imkânı sağlamaz, ama bu bilgiyi zihnimizde kullanıma hazır bulundururuz ve bu da bize üzerinde hâkimiyet kurduğumuz yanılgısı yaratır – yanılgıdır çünkü “bilmiyoruz”dur hâlâ, boşluk bâkidir. Hâkimiyet kurduğumuz yanılgısı ne işe yarar, diye sorulabilir. Romanın sonunda Julián’ın yaptığı gibi “geleceğin başlamasına izin” verebiliriz bu sayede. Bu da karanlığın (“bilmiyoruz”un) sorumluluğunu üstlenmektir. Julián’ın Daniela’nın olası geleceğine yakıştırdığı gibi. “Hafıza[yı] bir sığınak” olmaktan çıkarmak, aktif bir hatırlama haline getirmektir. Julián’ın yaptığı da budur aslında.
Ağaçların Özel Hayatı, Alejandro Zambra’nın önceki kitapları gibi incecik, ama okuru aktif bir okumaya çağıran, yoğun bir roman. Zambra’nın romanlarında sürülecek tek bir iz yok üstelik; belki de biz izlerden birine odaklandığımızda metnin hareketi yavaşlıyor ve avucumuzda tutabileceğimizi sandığımız bir şeyler sunuyor – bilmiyorum.