Popüler müzik, soru sormaya, dünyayı sorgulamaya ve sonrasında dünyayı değiştirmeye biraz da Bertolt Brecht sayesinde kalkışmıştır...
03 Mayıs 2018 14:32
Bertolt Brecht 19 yaşındayken askere alınmış ve doğum yeri olan Augsburg şehrindeki askerî hastanede sağlık görevlisi olmuştu. Yıl 1917’ydi. Hastanede savaşın sakat bıraktığı yüzlerce insanın sefaletine tanık olan Brecht gördüklerini asla unutmadı ve hayatı boyunca hep savaşın karşısında oldu. Yaşayıp gördükleri ona “Ölü Askerin Baladı”nı yazdıracak ve bu şiir yıllar sonra Naziler tarafından suçlanarak Alman yurttaşlığından çıkarılmasına neden olacaktı. Ölü askerlerin mezardan çıkartılıp, sağlam raporu verildikten sonra “tekrar savaşa yollandıklarını” anlatan bu kasvetli şiiri ertesi yıl Münih’teki birahanelerden birinde gitarıyla çalıp söylerken, savaş gazileri de bira bardaklarıyla eşlik edip ritim tuttular. Sarhoş oldukları için şiirdeki saldırıların kimi hedef aldığını pek anlamamışlardı: “iki hademe koluna girip onu taşımasa/ bizim asker tanrı korusun uzanacak çamura/ ardından gelen topal bir papaz buhurdanlık elinde/ askeri tütsülüyor biraz pis kokmasın diye (...) silindi yıldızlar da birer birer/ başladı şafak sökmeye/ hazırdı artık kahraman asker/ bir kez daha ölmeye.”
Henüz genç bir öğrenciyken titrek sesiyle çalıp söylediği besteleri, Bertolt Brecht’in hayatında müziğin önemli bir yer kaplayacağını gösteriyordu. Ozanlığının yanında, çok sevdiği ve etkilendiği komedyen Karl Valentin’in gösterilerinde efektler yaptığı bir dönem de olmuştu. Ama müzik hep önem taşısa da, onun hayatının merkezinde tiyatro olacaktı. O, müziğin gücünü ve dinleyiciler üzerindeki etkisini, kendi tiyatro anlayışı için dramaturji malzemesi olarak kullandı. Oyunlarında metin ve müzik bir kusursuz bütünlük oluşturmalıydı. Onun figürleri sahnede olup bitenleri şarkı ve baladlar eşliğinde yansıtıyor, yorumluyor ve seyirciyi de düşünmeye zorlayarak edilgen hâlinden kurtarıyorlardı. Dilinin keskinliğinin yanında ses ve ritim duygusu, Brecht’i kısa sürede beğenilen bir libretto yazarı hâline getirdi. Oyunlarında birlikte çalıştığı dört önemli besteci Kurt Weill (1900-1950), Hanns Eisler (1898-1962), Paul Hindemith (1895-1963) ve Paul Dessau (1894-1979) idi. Brecht, bestecileriyle buluşurken, yazdığı metnin yanında bazen kendine özgü nota-yazısıyla bir melodi de getirebiliyordu. Sahnede ise bestelerin canlı bir orkestrayla ve orijinaline sadık bir biçimde seslendirilmesi gerekiyordu. Hem prensipleri seven hem de herkesin görüşlerine önem veren ilginç bir karakterdi o.
Brecht’in Kurt Weill ile 1927’de başlayan iş birliği, ertesi yıl tiyatro tarihinin dönüm noktalarından birine dönüşecekti. İngiliz yazar John Gay’in 1728 tarihli “The Beggar’s Opera”sından [Dilenci Operası] uyarlanan ve yoksulluk, sefalet ve haydutluğun kol gezdiği 1920’ler Londra’sını arka planına alan Die Dreigroschenoper (Üç Kuruşluk Opera) 31 Ağustos 1928’de Berlin’deki Theater am Schiffbauerdamm’da sahnelendi. Bu sahne, sonraları Brecht’in tiyatrosu olarak anılacak olan –ve hâlâ yaşayan- Berliner Ensemble’dı. O gece yer yerinden oynadı; ondan sonraki gecelerde de... Brecht’in metniyle Weill’ın müziği müthiş bir uyum yakalamıştı. Bu “bambaşka” bir operaydı. Yeni, hafif ve sertti. Oyunun, 90 yıldır durmaksızın söyleniyor olsa da asla eskimeyen şarkılarının kimler tarafından yorumlandığına bakmak bile, bu ikilinin John Lennon-Paul McCartney ikilisinden çok daha önce 20’nci yüzyıl popüler müziğinin gidişatını belirlemiş olduğunu bizlere gösterecektir.
Birçok sanatçının, entelektüelin yanında Bob Dylan’ın da “çıkış yaptığı” New York’taki Greenwich Village’da Üç Kuruşluk Opera ilk sahnelenişinden 36 yıl sonra, 1964-1971 arasında tam 2611 defa sahnelenmişti. Bob Dylan, operayı dinledikten sonra günlüklerine şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir ânı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı. (…) Her şarkı sanki kıç cebinde bir tabanca, bir sopa veya bir tuğla parçası taşıyor ve üstünüze üstünüze geliyordu. Bir yandan folk şarkısı havasındaydılar, ama bir yandan da onlara benzemiyorlardı, çünkü fazla karmaşıktılar.”
Üç Kuruşluk Opera’nın çok sevilen şarkılarından Seeräuber Jenny'nin (Korsan Jenny) sözleri şöyle: “Ve yüz adam inecek parlak öğle güneşinin altında/ Her biri basacak gölgelerin üstüne/ Her kapı aralığına bakacaklar, alacaklar gördükleri herkesi/ Ve zincirleyip getirecekler bana/ Ve soracaklar: hangilerini öldürelim?/ O öğlen sıcağında hangisi ölsün diye sorduklarında/ Liman sessizliğe bürünecek/ Ve fısıldayarak yanıt verdiğimi duyacaksınız: Topunu!/ İlk baş yuvarlandığında diyeceğim ki: Hoppala!/ Ve sekiz yelkeni olan ve/ Elli topu doldurulmuş o gemi/ Benimle birlikte kaybolacak.” Bu şarkıyla ilk defa karşılaştıktan sonra ise Bob Dylan şöyle yazmış: “Vahşi bir şarkı bu. Güçlü bir ilaç dolu sözleri. (…) Kötü niyetli bir şarkı, şeytanî bir düşmanın söylediği, ve o şeytan şarkısını bitirdiğinde geriye söyleyecek tek kelime kalmıyor. Dinleyeni soluk soluğa bırakıyor. (...) Şarkıyı parçalarına ayırdım, fermuarını açıp içine girdim –şarkıyı gerçekten önemli kılan, şarkıya benzersizliğini veren serbest çağrışıma dayalı sözleri, yapısı ve melodik motiflerin bilinen kesinliğine gösterdiği umursamaz tavırdı. Aynı zamanda sözlere en uygun koroya da sahipti.”
Üç Kuruşluk Opera kısa sürede dünya sahnelerini dolaşarak Brecht ve Weill’a şöhret, onur ve servet getirdi. “Eserin büyük başarısı, klasiklerle alay eden ve burjuva saygınlığının sahte yanının iç yüzünü ortaya seren entrikalarının komik dinamizmi kadar, alaycılığa ve şarkılardaki çarpıcı şiiri, uçarı ve kaypak ezgileriyle hayranlık verecek şekilde destekleyen Kurt Weill’ın müziğinden de kaynaklanmaktadır.”
Brecht-Weill ikilisi Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Çöküşü, Yedi Ölümcül Günah ve Evet Diyen isimli önemli oyunlarda da birlikteydi ve bunların özellikle ilk ikisi, kısa süre içinde popüler müzik tarihinin klasiklerine dönüştüler.
Marksizmi daha iyi tanıyıp anladıkça Brecht politik bir müzik arayışına girdi ve Arnold Schönberg’in öğrencisi olan Hanns Eisler’le yakınlaştı. İlk kez 1930’da sahnelenen Die Massnahme (Önlem) ve 1932’de sahnelenen, Gorki’den uyarladığı Die Mutter (Ana) isimli oyunlarına müziği Eisler besteledi. Bir yıl sonra ise Kuhle Wampe oder: Wem gehört die Welt? filminin bestecisi yine Eisler’di. Avusturya kökenli besteci hayatı boyunca müzikte aptallığa karşı mücadele etmişti. “Yalnızca müzikten anlayan, aslında ondan da anlamıyordur” diyen oydu. Brecht-Eisler ikilisinin politik alanda karşılaştıkları zorluklardan bahsedecek yerimiz yok burada. Ama her ikisinin de ABD’ye kadar uzayacak bir sürgüne mecbur bırakılacaklarını biliyoruz. Brecht ile Eisler’in arkadaşlığı, yazarın 1956’daki ölümüne kadar sürdü.
1920’lerin ünlü Alman bestecisi Paul Hindemith de Brecht’in işbirliği yaptığı bestecilerdendi. Hindemith’in Baden-Baden ve Donaueschingen şehirlerindeki “Yeni Müzik” festivallerine Brecht de katıldı. Brecht artık sanatı politikadan ayırmayı kabul etmiyordu; eseri, politikanın doğurduğu kötülükleri ve bunun iç yüzünü ortaya koymalıydı. “Epik Tiyatro” kavramı da bunun için bir araçtı. Sanat, izleyicisini kendinden geçirmek yerine kendine getirmeli, yaşamı(nı) sorgulatmalı ve hatta harekete geçirmeliydi.
Brecht’ten dört yaş büyük olan Alman besteci Paul Dessau ile 1942’den ölümüne dek sürdüreceği iş birliğinin ilk ürünü Die heilige Johanna der Schlachthöfe (Mezbahaların Kutsal Johanna’sı) oldu. Sonrasında ise -yine çok ünlenen- Mutter Courage und Ihre Kinder (Cesaret Ana ve Çocukları), Der gute Mensch von Sezuan (Sezuan’ın İyi İnsanı) ve Das Verhör des Lukullus (Lukullus’un Duruşması) geldi. Yazarın geç dönem eserlerindeki modernist perspektifine, aynı politik görüşlere sahip Hanns Eisler ve Paul Dessau’nun müziği daha uygundu. Eisler’e göre, söz ve müzik yepyeni bir ilişkiye girmişti. Geleneksel orkestra müziği, içinde bulunduğu çıkmazdan sözün yardımıyla çıkabilir ve bu sayede konserler birer mitinge dönüşebilirdi. Müzik ve edebiyat ilişkisinde başarıya ancak bu yolla ulaşılabilirdi. Lirizme güvenmeyen Brecht için Eisler ve Dessau, insanlar ve ilişkilerindeki çelişkileri ortaya koyan “gerçekçi” sanatçılardı ve bu gerçekçilik, söz ve müzik arasındaki oransızlık ve ahenksizliği kabullenecekti.
Brecht’in eşsiz ses ve ritim duygusu, onun şiirlerinin bolca bestelemesine yol açtı. Birçok müzisyen 1930’lardan bugüne dek onun yazdıklarını farklı bakışlarla yorumladılar.
Weill’ın karısı Lotte Lenya’nın, Brecht şarkılarının ilk, en büyük ve en ünlü yorumcusu olduğunda herkes hemfikir. Sonrasında Gisela May, Dagmar Krause, Ute Lemper, Ella Fitzgerald, Nina Simone, Judy Collins, Teresa Stratas, Nina Hagen ve Anne Sofie von Otter ilk akla gelen isimler. Louis Armstrong, Frank Sinatra, Bobby Darin, Roger Daltrey, Bryan Ferry, Robbie Williams’ın yanı sıra, Gil Evans Orchestra, The Doors, Steeleye Span, Young Gods, The Ex, Pet Shop Boys, Dresden Dolls gibi farklı türden şarkıcı ve topluluklar da Brecht/Weill ikilisine ses verdiler. Tabii, bunlar hepsi değil, sadece ilk akla gelenler... 1928 tarihli Wovon lebt der Mensch’i (İnsan Neyle Yaşar) ise William Burroughs’un sesinden en az bir kere dinlemek gerekiyor: “Efendiler bize ahlaksız dersiniz/ Kötü kadın, utanmaz fahişe/ Aç karnına suçlanmak hiç çekilmez/ Önce doyur beni, ondan sonra söyle/ Sende şehvet, bizde edep nedense./ Şimdi bizi iyice dinle bak;/ İster şöyle düşün, istersen böyle:/ Önce ekmek gelir, ardından ahlak./ Artık vermek gerek, unutmayın sakın,/ Tüm nimetlerden, payını yoksulların.// İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan,/ Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları./ Yaşayabilmek için hemen unutmalı,/ İnsanlığını unutmalı insan.// Katı gerçek budur, kaçınılmaz./ Kötülük yapmadan yaşanmaz.”
Bu yorumu dinleyebilmek için de Kurt Weill’ın müziğine bir saygı duruşu niteliğinde, dikkate değer bir albüm olan September Songs: The Music of Kurt Weill’a ulaşmak gerekiyor. Bu konuların ustası olan Hal Willner’ın süpervizörlüğünde 1997’de çıkan albüm, Nick Cave’in muhteşem Mack the Knife, yani “Mackie Messer” yorumuyla başlıyor. Hemen ardından da PJ Harvey Ballad of a Soldier’s Wife'ı söylüyor. Elvis Costello, Lou Reed derken Charlie Haden’a, Betty Carter’a uzanan bir yelpazede, çok iyi bir derleme bu. Üstelik Brecht’in kendi sesinden Mack the Knife da var albümde.
Bütün sözleri Brecht’e ait olmasa da Weill’a ithaf edilen, kayda değer bir başka popüler müzik toplaması da Lost in the Stars: The Music of Kurt Weill. 1985 tarihli albümde Sting, Marianne Faithfull, Lou Reed, Tom Waits, Todd Rundgren, Van Dyke Parks gibi isimlerin yanında Carla Bley ve avangart cazın marjinal müzisyeni John Zorn da dinlenebiliyor. Yapımcı ise, evet, yine Hal Willner.
Eisler de, Weill kadar olmasa bile çağdaş müzisyenlerin ilgisini çekti. Tam burada Henry Cow, Art Bears, Slapp Happy gibi avangart-pop topluluklarının sesi olan Dagmar Krause’nin, Eisler bestelerini Almanca ve İngilizce yorumladığı Panzerschlacht: Die Lieder von Hanns Eisler ve Supply & Demand: Songs by Brecht/Weill & Eisler albümlerinin yorum açısından birer başyapıt olduğunun altını çizmek isterim. Bir başka çağdaş avangart besteci Heiner Goebbels’in Eisler yorumlarından oluşan Eislermaterial’i de metinleri Brecht’e ait olan bir başka çalışma. Bu albüme sesini veren Josef Bierbichler, Brecht’in Son Günleri isimli filmde yazarı canlandırmıştı.
Tekrar Bob Dylan’a dönersem, onun kendini Brecht ile ruh kardeşi hissettiğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Dylan da Brecht gibi François Villon, Arthur Rimbaud, Walt Whitman ve T.S. Eliot okuyordu ama hepsi bu değildi. Her ikisi de yaşamları boyunca kendi portrelerini oluşturmuşlardı. Biri gezgin bir folk şarkıcısı olarak, diğeri puro içen ve deri ceket giyen komünist bir edebiyatçı olarak... Her ikisi de kendi haklarında konuşmayı pek sevmiyor, eserlerinin içinde gizlenmeyi tercih ediyorlardı. Biri zengin bir ailenin çocuğu Eugen Berthold Friedrich Brecht olarak anılmak istemeyerek ismini kısaltmış; Ukraynalı bir Yahudi ailenin çocuğu Robert Allan Zimmermann ise ismini Bob Dylan olarak belirlemişti. 1966 tarihli Bringing It All Back Home albümünün kapağında, Kurt Weill’ın karısı Lotte Lenya’nın Brecht/Weill şarkılarından oluşan albümünün kapağı da görülmekteydi.
Bir şey daha: Dylan’ın 1964 tarihli, fazlasıyla ünlü The Times They Are a-Changin (Zamanlar Değişirken) şarkısının kökleri de 1943’te yazılan Das Lied von der Moldau’da (Moldau’nun Şarkısı) bulunuyordu: “Nehrin dibinde sürüklenir taşlar/ Mezarında üç kral yatar,/ Büyüğün büyüklüğü kalmaz, küçüğün de küçüklüğü,/ Gece on iki saattir ancak, sonrası sabahtır muhakkak.// Zamanlar değişiyor, muktedirlerin yaptığı/ Büyük planların geliyor sonu/ Ve dolanıyorlar kafası kopmuş horozlar gibi/ Zamanlar değişiyor, kimse değiştiremez bunu.”
“Brecht ve Weill ilk olarak popüler müzik kavramını ortaya attıklarında, sınırlamaları kıran, belli bir mesajı ve temelde söyleyecek lafı olan herkesin çıkıp söyleyebileceği bir müzik tarzını amaçlamışlardı,” diyen çağdaş Brecht/Weill yorumcusu, şarkıcı Ute Lemper, Brecht’in yazdığı bütün sözlerin bugün bile en punk grubun müziğine cuk oturacağını düşünüyor: “Weill kimi zaman daha saf bir bestecidir, ama Brecht tam politiktir. Brecht’in, hatta Jacques Brel’in yaptığı şey aslında realizmdir. Maskeyi çekip çıkarmak ve gerçeği göstermek üzerine kuruludur her şey. Gerçek de hepimizin bildiği gibi çirkindir.”
Robin Denselow Müzik Bittiği Zaman isimli kitabında şöyle haklı bir yakıştırmada bulunuyor: “Bertolt Brecht 1956’da öldüğünden, ne rock toplulukları için bir şeyler yazmış, ne de onları duymuştu ama 20. yüzyılın bu en yaratıcı dramatist ve şairinin yarattığı etki öylesine büyük olmuştu ki, o, gelmiş geçmiş en önemli politik pop müzik söz yazarı nitelemesini hak etmektedir.” ABD’de işçi şarkılarıyla blues’un kaynaşmaya başladığı dönemlerde Avrupa’da Brecht şiir ve oyun yazıyordu. 1935’te yazdığı “Okumuş Bir İşçi Soruyor” isimli şiirini şöyle bitirir: “Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı./ Ama pişiren kim zafer aşını?/ Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam./ ama ödeyen kimler harcanan paraları?// İşte bir sürü olay sana/ Ve bir sürü soru.” Popüler müzik, sorular sormaya, dünyayı sorgulamaya ve sonrasında dünyayı değiştirmeye biraz da Brecht sayesinde kalkışmıştır.