Burcu Karakaş, 90’lı yıllarda devlet dilinin baskın sesi altında yapıl(amaya)n gazeteciliği, Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın adlı kitabında tartışmaya açıyor. Karakaş'la geride kalan 30 yıla ve bugüne baktık, değişen bir şey yok...
25 Ağustos 2016 13:45
Gazeteci Burcu Karakaş, 90’lı yıllarda devlet dilinin baskın sesi altında yapıl(amaya)n gazeteciliği, İmge Kitapevi tarafından yayımlanan Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın adlı kitabında tartışmaya açıyor. Celal Başlangıç, Ruşen Çakır, Mehmet Y. Yılmaz, Özcan Sert, Nurcan Akad, Tuğrul Eryılmaz, Ragıp Duran, Doğan Akın, Rıdvan Akar, Ayşenur Arslan ve Mete Çubukçu, o dönem, haberlerin nasıl “kurgulandığını”, sansür ve otosansür arasına nasıl sıkıştıklarını, “Yok artık!” dedirtecek tanıklıklarını anlatıyor.
Karakaş’la kitabı konuşmak için buluştuğumuzda ise geride kalan 30 yıla ve bugüne bakıyoruz. Değişen bir şey yok. Kürtler, hâlâ “havaya açılan ateş sonucu ölüyor” ya da “ölü ele geçiriliyor”, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı kentlerdeki hak ihlalleri haber değeri taşımıyor...
90’lı yıllar, Türkiye siyasi tarihi açısından önemli ama yüzleşilmemiş bir dönem. O yılları manşetler üzerinden tartışmaya açma fikri nasıl ortaya çıktı?
Gezi Direnişi sırasında medyaya dönük eleştiriler oluyordu, haklı olarak. “Biz Taksim’in ortasında devlet şiddetine maruz kalırken siz nasıl bunu haber yapmazsınız?” deniliyordu. Biz basın mensupları, sansürün ve otosansürün farkındaydık zaten, ama o dönem, kamuoyunun bunun farkında olmadığını anladık. Bunun üzerine, 90’lı yıllarda medyanın nasıl sansürlendiğini ya da insanların nasıl bir otosansür mekanizması uyguladığını ortaya koymak için bu kitabı yazmak istedim.
O dönem bölgede görev yapan gazetecilerle konuşmaman bir tercih mi?
Bölgede çalışan Kürt gazetecilerle özellikle konuşmadım. Çünkü, siz bölgeden en iyi haberi de gönderseniz burada, İstanbul ya da Ankara’da yazıişlerinden geçiyor o haberler. Bu yüzden ya karar mercilerindeki gazetecilerle ya da inisiyatifi kendinde olan gazetecilerle, kıdemli muhabirlerle konuşmak istedim.
Yönetici kademesindeki gazetecilerle konuşmuş olman kitaptaki kadın gazeteci sayısının azlığını da açıklamış oluyor...
Evet, kitapta Nurcan Akad ve Ayşenur Arslan var. O dönemler yönetici kademesinde olan başka kadınlar da vardır mutlaka. Ama kitapta on bir kişiyle konuştum ikisi kadın; orana vurduğunuzda da o dönemde gazetelerde yöneticilik yapan kadın sayısı da o kadardır. Gerçi şu dönemde de pek farklı değil.
Peki, aksi olsaydı manşetlerde farkılılık olur muydu?
Bence olurdu. Biz ne zaman, “Gazetelerin karar mercilerinde kadın sayısı az,” desek, “erkek zihniyetiyle haber yapan kadınlar da var,” deniliyor. Tabii ki var, çünkü erkeklik kavramıyla ilgili bir konu bu. Ama, ben yine de farklılık yaratacağını düşünüyorum. Gazetelerdeki yazıişleri masalarının çoğunu erkekler yönetiyor ve bunun, manşetleri birebir etkilediğini düşünüyorum. Medyada çalışan kadınlar bazen tutunabilmek için erkekleşmek durumunda kalabiliyor ya da toplumsal cinsiyet rollerine karşı çıkan erkekler de olabiliyor. Ama savaş dediğimiz şey nihayetinde erkeklikle ilgili bir durum olduğu için ve 90’larda da bir savaş sürdüğü için erkekliğin birbiri üzerinden yeniden var edildiğini düşünüyorum.
Karar mercilerinin haberi görme biçimi muhabiri nasıl etkiliyor?
Olumsuz etkiliyor elbette. Faruk Balıkçı Hürriyet’te çalışırken bir haber gönderiyor. Sonrasında yazıişleri muhabirin gönderdiği haberi çarpıtarak aksi yönde gazeteye koyuyor ve muhabirin can güvenliği tehlikeye giriyor. Konuştuğum insanlara da biraz bunu söylemeye çalışmıştım. Sizin, oturduğunuz yerden değiştirdiğiniz haberler yüzünden bölgede çalışan muhabirlerinizin can güvenliği tehlikeye girdi. O zamanlar böyleydi. Şimdi, “O haberi yollama, girmez,” deniliyor zaten. Ana akım dışında görev yapan gazeteciler de saldırıya maruz kalıyor. İMC TV kameramanı Refik Tekin’in bacağından vurulmasını hepimiz gördük.
O manşetler atıldığı dönemlerde gazetecilik yapmıyordun. Aklına yer etmiş olanı var mı?
Hürriyet gazetesinin kundaktaki bir bebeğin kurşunlanmış fotoğrafını çarşaf çarşaf vermesini çok net hatırlıyorum mesela... Doğan Akın’ın, “Siz haberlerde ya da görselde şiddet ve ‘terörist’ yaftası üzerinden ilerlerseniz okura sorgulama imkânı bırakmazsınız,” diye bir sözü var kitapta. Buna çok katılıyorum. O fotoğrafları gördüğümde çocuktum ve sorgulamadan verileni alıyordum. Ki o dönemler, yetişkin insanlar da hiç sorgulamadan böyle düşünüyordu. Ya da kimse, “Kardeşim bu bir çocuk fotoğrafı, sen bunu böyle basamazsın,” demiyordu. Okur da şiddet fotoğraflarına bakıp intikam duygusunu perçinliyordu.
Çift taraflı bir durum söz konusu o zaman... Medya, şiddet diliyle okunurluğunu arttırırken okur da intikam duygusunu besliyor...
Evet, ama basın mensuplarının bunun arkasına saklanmasını doğru bulmuyorum. Mehmet Yılmaz’ın, “medyanın gaz alma işlevi” diye bir ifadesi var. Ben bunu Nurcan Akad ve Doğan Akın’a da sorudum daha sonra, onlar kabul etmediler. Ben de etmiyorum. Medyanın böyle bir işlevi yok. Kimin gazını alıyoruz? Ortada bir savaş ve tarafları var. Birinin yanında durmak geri kalanı yok saymak anlamına geliyor. Ayrıca her iki tarafta olmayıp meseleye insani yaklaşanlar da var. Onları yok saymış oluyorsunuz. Bu sıkıntılı bir durum. “Halk bunu istiyor,” tamamen bahane. Buna inanmıyorum.
O manşetlerle büyüyen bir çocuk olarak mesleğe başladığında neler oldu?
Farkındalığım üniversite yıllarımda başlamıştı zaten. O işlerin öyle olmadığını biliyordum, ama gazeteciliğe başladığımda tecrübe etmiş oldum. Tabii şunu da söylemek lazım: Ben Milliyet’te çalıştım ve o dönem Barış Süreci vardı. Bu, çok şey farkettiriyor. Hepimiz biliyoruz ki süreç devam ederken medya da Kürt meselesi konusunda kendisini frenledi ya da çatışmasızlık vardı buna gerek bile kalmadı. Böyle bir ortamda çalıştığım için Kürt meselesini ya da hak ihlallerini konu alan bir haberim sansürlenmedi. Ama bu benim şansım. Meslektaşlarımın benzer sorunlarla kaşılaşmadığı anlamına gelmiyor bu.
Milliyet gazetesinin görüp de aklımızı kaçırdığımız “Sahte Oruç Kanlı İftar” manşeti vardır mesela...
O manşetin sorumluluğunu da kimse üzerine almaz mesela. Attığınız sorunlu manşetin sorumluluğunu almamak tipik Türk basını refleksi. O zamanlar da öyleydi, şimdi de aynı. Milliyet de ana akım bir gazete nihayetinde. Benim bahsettiğim Barış Süreci’ne yönelik daha ziyade. “Terörist” kelimesinin süreç devam ederken özellikle kullanılmadığını biliyoruz.
Roboskî Katliamı sessizliği ve sonrası da o döneme denk geliyor...
Roboskî, pek çok açıdan kırılma noktasıdır. O gün gazetedeydim. Yabancı ajanslardan haber akıyor. Bakıyorsunuz, bir şey olmuş. Resmi açıklama yapılana kadar Türk basınında tık yoktu. Süreç zamanı nispeten daha makul yayıncılık politikası izlemeye çalışan kuruluşların çuvalladığı bir olaydır. Ciddi bir sınavdı ve hepsi o sınavdan kaldı. Ne söyleyeceklerini bilemedikleri için hiçbir şey söylememeyi tercih ettiler. Resmi açıklamayı beklemeleri de bundan. Rüzgâr nereden eserse yelkeni oradan açıyorlar.
Yayın politikaları taban tabana zıt iki gazete de, konu Kürt meselesi olunca aynı rüzgâra yelken açabiliyor hatta...
Çünkü Kürt meselesi turnusol kâğıdı işlevi görüyor. İstisnaları olsa bile, sağcısı da, ulusalcısı da, liberali de konu Kürt meselesi olunca ortaklaşabiliyor. Bu, otuz yıl önce de böyleydi şimdi de böyle. Ayrıca, devletçi damarın basında çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Onu kırabilmek çok da mümkün olmuyor herhalde.
Savundukları devlet birbirinden farklı olsa bile mi?
Evet, benimsedikleri devlet birbirinden farklı, ama düşmanları ortak. Dolayısıyla aynı dili benimseyip ortaklaşabiliyorlar. Kürtleri düşman görüyor olmak mesele zaten. Bu düşmanlık, ayrımcılık kendini pek çok yerde ortaya çıkarıyor. Politik bir konu olmasına gerek yok illa. “Töre cinayeti” dediğinizde de o ayrımcı dili kullanmış oluyorsunuz. Star gazetesi de olsan “töre cinayeti” diyorsun, Sözcü de olsan... Çünkü sana göre orada geri kalmış, eğitimsiz bir grup insan var. Böyle baktığın sürece de o dil her habere yansıyor.
Bunu tam tersinden de okuyabilir miyiz? Kürtlerle ilgili “iyi” bir haber verdiklerini düşündüklerinde mesela?
Kibirli dil denilebilir. İyi bir şey olduğunda “Kürtlük” vurgusu yapılmıyor mesela. Ya da bir Kürt gencine ses verdiğini düşünerek iyi bir şey yaptığını zannediyor, ama öyle üsten bir dil kullanılıyor ki eline yüzüne bulaştırıyor. Milliyetçilik damarı var çünkü. Biri İslamcılıkla sentezliyor, diğeri başka bir şeyle... Ama ortak noktaları Türklük. Bu ayrımcı dil Ermenilerle, Alevilerle, Kürtlerle, kadın ya da LGBTİ’lerle ilgili yapılan tüm haberlere yansıyor.
Tüm bunları tecrübe etmiş biri olarak kitapta anlatılanlardan “Yok canım bu kadar da olmaz,” dediğin oldu mu?
Oldu. Celal Başlangıç’ın bir gazetecinin korucu astırmasını anlattığı hikâye. Fotoğrafını çekmeye yetişemediği için korucu asmalarını istiyor bir gazeteci ve dediği yapılıyor. İnanılır gibi değil! İliştirilmiş gazetecilik bile diyemeyiz buna. Suç başlı başına.
Şimdiki manşetleri gördüğünde aklını kaçırıyor musun?
Elbette, çok kötü. Hele ki son sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemlerde tüm gazetelerin fabrika ayarlarına dönmesi, içselleştirilen bir Barış Süreci talebinin olmadığını gösteriyor. Mizansen haberleri hâlâ görüyoruz. Bir de internetin ortaya çıkmasıyla birlikte, photoshop sayesinde hiç olmayan haberlerin varmış gibi sunulmasıyla karşı karşıyayız. Ortam çok daha çirkinleşti ve çirkefleşti. Sosyal medya hesaplarından bir görsel paylaşıyorlar mesela, binlerce insan, bu doğru değil, bunu siz üretmişsiniz, dedikten sonra kaldırıyorlar. Bu korkunç bir şey. Onun öyle olmadığını onu yapan da biliyor, sen de biliyorsun, ama bir algı operasyonu yürütmek için oluşturulmuş haberleri okuyup görsellere bakıyoruz.
Silinen haberler ertesi günün gazetesine de girmiyor çoğunlukla. Arşiv de olmuyor dolayısıyla... Bir hafızasızlık yaratılmıyor mu?
Evet, bir hafısazılık oluşturuluyor doğru, ama bir yandan da sosyal medya çok etkili ve yaygın. Senin yalan yanlış attığın bir tweet’in bir saat dolaşımda kalması bile binlerce insana ulaşmasına yetiyor. Onu kaldırdıktan sonra kimse sorgulamıyor. Amerikalı savcı Preet Bharara’nın fotoğrafına photoshopla Deniz Feneri Derneği plaketi eklemişlerdi mesela. Gelen tepkiler üzerine o haber ve fotoğraf silindi, ama kaç kişi bunun yalan olduğunu biliyor? Gören gördü ve akıllarında öyle kaldı.
90’lar için ana akım medyadan bahsediyoruz. Günümüzde ise havuz medyası kavramı var. Eskiden gazetelerin bölgede muhabirleri olurdu. Şimdi tek ajanstan akış sağlanıyor... Bu nasıl etki ediyor?
Artık haber derdi yok ki. Haberciliğin özü çeşitliliktir. Bir haberi, üç muhabir olsa üçü de ayrı yerden görür. Şimdi olaya perspektif katmak gibi bir derdi yok kimsenin. Havuz medyasında yapılan habercilik değil ki. Gazetecilerin yaptığı şey, ilmek ilmek hakikati örmektir. Şimdi bir bomba patlıyor, kimse o bombanın neden patladığı, kimin yaptığı, kimin bağlantı içinde olduğu vb. meselelerle ilgilenmiyor. “Yükselen Türkiye’ye dış mihrakların oyunu” deyip geçiliyor.
Şimdiki durum 90’lardan daha fena diyebilir miyiz?
Öyle sanırım... İnternet kullanılarak dezenformasyonun hızla yayılması çok korkunç. Ya da ağaçla konuşuyor mesela. Oysa hepimiz biliyoruz ki ağaçla konuşulmaz. Ağaçlar da konuşmaz. Röportaj yaptığı kişinin yüzüne tükürüyor ya da... 90’lar daha iyi demiyorum, ama daha önce görmediğimiz olaylarla karşı karşıyayız.
Bölgeye de gidip gelen bir gazetecisin. Oradaki insanlar bu görmezden gelme hali için ne düşünüyor?
Bıkmışlar. Türk medyasından da Türk kamuoyundan da bıkmış durumdalar. Milliyet’te çalıştığım dönem, bir çocukla ilgili hak ihlali haberi için bölgeden bir aileye ulaşmıştım. Baba, Milliyet’ten aradığımı duyduğu an, “Sizden hiçbir şey beklemiyorum,” diyerek telefonu kapatmıştı. “Duygusal kopuş yaşanacak,” falan diyorlar ya, “günaydın” demek istiyorum. Hem “günaydın” hem “geçmiş olsun”.
Mesleki açıdan baktığında nasıl çözülecek bu işler? Ya da çözülebilecek mi?
Sermaye ile ilişkili kuruluşlarda bunları kırmak çok zor. Ama bu, hiç mücadele edilmesin anlamına da gelmiyor. Ana akımda kalıp mesleğini layığıyla yapan gazetecilerin verdiği mücadeleyi çok önemsiyorum. Küçücük bir haberin girmesi ya da yanlış bir ifadenin türlü kavgalar vererek değişmesini sağlamak bile çok önemli.
Şu an ana akım bir gazetede çalışıyor olsaydın bu kitabı yazıp böyle konuşabilir miydin?
Çok zor soru sordun... Konuşamazdım herhalde. Kitabı yazardım, çünkü 90’ları anlatıyor, bugünü değil. Ama burada bugünü de konuşuyoruz. Çalıştığım kurum hakkında konuşmamı uygun bulmazlardı.