Belki de Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanında Suat'ın “Bütünlük insan kafasının vehmidir” derken kastettiği budur. Aslında ana rahminden kopup dünyaya gelişimizle birlikte “bütünlüğün” kafamızın içinde bir vehim olmasına mahkûm edilmişizdir
04 Ekim 2018 14:10
“Dünyanın en huzurlu yeri neresidir” diye sorulduğunda pek çoğumuz derinde bir yerde orasının ana rahmi olduğunu bilir. Bazı bilgiler bedenimizde ve ruhumuzda kazılıdır.
Ana rahmi, rahmedendir; merhamet eden, esirgeyendir. Onun esirgemesi altında güvendeyizdir. Henüz doğumla gelen ilk dışlanma, ilk kopuş gerçekleşmemiştir. Bütüne dahilizdir hâlâ. Ana rahmi mutlak huzur duyulabilen yegâne mekân olarak tasavvur edilir. “Olmayan ülke” (ütopya) orasıdır. Bunu gerçekten bilmenin imkânı yoksa da bu tasavvurun kendisi yeter bize.
Belki de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Suat’ın “Bütünlük insan kafasının vehmidir” derken kastettiği budur. Aslında ana rahminden kopup dünyaya gelişimizle birlikte “bütünlüğün” kafamızın içinde bir vehim olmasına mahkûm edilmişizdir. Bütünlük, “olmayan ülke”ye ait bir gerçekliktir çünkü. Doğduğumuz anda başta bedenimiz olmak üzere kendimizi bir bütün olarak algılayamaz oluruz. Bebek, kendini kol, kafa, bacak şeklinde paramparça algılar. Doğum huzursuzluğun başlangıcıdır, hayat ise huzursuzluğun kendisi.
İlk huzursuzluğu giderme çabası bebeğin hayatta kalma çabasının bir parçasıdır. Dünyanın güvenli bir yer olduğuna inanması, kendini tam bir varlık olarak hissetmesine bağlıdır. Bunun için ana rahmindeki o mutlak huzuru aramaktan başka çaresi yoktur. Bu da hayatın başlıca paradoksu olsa gerek. Ana rahmine geri dönmek imkânsızdır çünkü. Yine de o tamlık duygusuna yaklaştığını duyumsamak için annenin bakışını arar bebek. O bakış ki bebeğin “iyi ya da kötü” kendilik algısını oluşturması için yegâne kaynaktır. Anne bebeğin aynasıdır. Kendimizi bir bütün olarak görebilmek için aynaya bakarız.
Dünyanın güvenli bir yer olduğuna inancımızı sağlayan, sevildiğimizi, kollandığımızı, esirgendiğimizi bize hissettiren annenin (ya da anneyi ikame eden, bakım veren kişinin) bakışlarıdır, yüzüdür. Öyleyse aynı bakışlarda uzaklığı, soğukluğu ve sevgisizliği görmek de bize dünyanın umduğumuz kadar güvenli bir yer olmadığı hissini verebilir.
Annenin ayna olduğu bu evrede “iyi,” “güzel,” “akıllı” vb olduğumuzla ilgilli bilgi veren bu aynayı içselleştiririz. Kişi böylece kendini sevmeyi öğrenir. Bu evrede edinilen kendini sevme becerisi yetişkinlikte sağlıklı sevgi ilişkileri kurabilmenin önkoşuludur aslında.
Gel gör ki, bazen tam aksi olur. Annenin olumsuz ifadeleri nedeniyle kendimizi iyi değil kötü, güzel değil çirkin, akıllı değil aptal hissedebiliriz. Bazen de anne bize çelişkili mesajlar verebilir. Bu sefer de kafamız karışır. Ne yani biz sevilmeyi hak ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Hangi durumda itiliyor, hangi durumda kucaklanıyoruz?
Çocukluğun bu evresinde sağlıklı bir içsel benlik inşa etmeye yarayan tutarlı, verici bir aynalamadan mahrum kalan kişi, yetişkin olduğunda kendine türlü türlü aynalar aramak zorunda kalır. İlk evrede kendini sevmeyi öğrenemediği için sevgiyi dışarıda arar. Ötekinin bakışlarında, ötekinin beğenisinde, ötekinin aynasında kendini iyi, güzel ve akıllı görmeye bağımlı olur.
Oysa ötekinin aynası asla tatmin edici olamaz. Bu ayna emanettir, içselleştirilemez, başkasına aittir. O yüzden de hızla tüketilir.
“Öteki” bizim kontrolümüzde değildir ve değişkendir. İnsanın değişken doğası bizim için bir tehdide dönüşür. Sevdiğimiz kişinin duygularının sürekli zirvede olması imkânsızdır ama biz bu imkânsızlığı arzularız. Çünkü kendilik değerimiz buna bağımlıdır artık. Onun nezdinde zirveden her düşüş, (ya da düştüğümüz duygusuna kapılışımız) kendi nezdimizde de düşüşe neden olur.
Bebek annesinden rahminde olduğu günlerdeki gibi parçası olduğu bütünün görevini yerine getirmesini bekler. Bebeğin annenin ayrı bir varlık olduğunu öğreneceği bir zaman da gelecektir. Bebek, annenin ayna işlevi gördüğü ilk evrede sevildiğini, esirgendiğini, kollandığını hissettiğinde, bu ikinci evreye geçiş daha az sancılı olacaktır. Çünkü ilk evrede annesinin sevgisini içselleştirmiştir. Sevginin kaynağı artık kendisindedir. Çocuğa koşulsuz sevgiyi sunan anne, kaçınılmaz olan ayrışma dönemine çocuğunu hazırlamış da olur.
Çocuk, bu ikinci evrede hayatın değişken bir şey olduğunu deneyimler. Anne ve çocuk birbirinden sağlıklı şekilde ayrışabilirse üçüncü evreye geçiş de mümkün olur.
Bütün bu evreler çocuğu hayata hazırlamak için vardır aslında. İlk evrede sevgiyi içselleştirerek güçlü bir benliğin inşası sağlanır. İkinci evrede anneden ayrışan ve onun “öteki” olduğunu fark eden çocuk, bu kez başka türlü bir birleşme yolu arar. Madem annesi kendisi dışında bir varlıktır, bir ötekidir, onunla birleşmenin yolu, annesinin arzu nesnesi olmaktır. Çocuğun annesi tarafından arzulanmayı istemesi, çocuğun baba/yasa ile karşılaşması demektir. Annesinin arzu nesnesi olamayacağını, çünkü annenin arzu nesnesinin “başkası” olduğunu deneyimler. (Bu “başkası” ille de baba olmak zorunda değildir. Hatta bir erkek, bir kişi de olmayabilir. Kadının işi, sanatı, hayatındaki herhangi bir odak noktası bu işlevi yerine getirebilir.) İşte, annesinin arzu nesnesi olma talebinin gerçekleşmemesi, çocuğun dış dünya ile karşılaşması demektir. Bu da üçüncü evredir. Dış dünya babada temsil edilir. Çocuğun babayla (dış dünyayla) ilişki kurabilmesinin koşulu anneden ayrışabilmektir.
Şimdi bu uzun girişin ışığında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanının ana karakteri Mümtaz’a yönelik bir okuma yapmayı deneyeceğim. Mümtaz, Birinci Dünya Savaşı sırasında henüz küçük bir çocuktur ve yaşadığı şehrin işgalinde babasının öldürülüşüne tanık olur. Anne imgesinin romanda ilk geçişi, “ölünün üstünde ağladığı” sahnedir.
Annesiyle birlikte şehirden göç etmek zorunda kalırlar. Babanın kaybı, annenin varlığıyla aşılır. Göç sırasında oğlunun elini sıkı sıkıya tutan annenin görüntüsü Mümtaz’ın zihninde yer etmiştir: “Mümtaz avuçlarında hâlâ bu kilitlenmenin, belki ölümün ötesine kadar sürecek kavrayışını duyardı.” Babanın ölümü Mümtaz’ın annesinden ayrışma sürecini kesintiye uğratır. Süreç kendi seyrinde işleseydi, anne ile arasında baba figürünün varlığını duyumsayacak ve doğal şekilde anneden ayrışacakken, babanın yokluğu anne ile Mümtaz arasındaki bağı “kilitler.” Bu kilidin açılması ise travmatik bir deneyimle gerçekleşir. Anneden ayrışma doğal yoldan olmamıştır; önce bir kilitlenme ile kesintiye uğrar ve zor yoluyla (annenin ölümü) kilit kırılır. Kilit kırılmıştır belki ama Mümtaz “avuçlarında hâlâ bu kilitlenmenin, belki ölümün ötesine kadar sürecek kavrayışını duyar.” Nitekim, annesinin ölümünün arkasındaki “doldurulamayan boşluk”tan söz eder anlatıcı: “Belki de çocuk bu sıkıntı günlerini hatırlamağa çalışa çalışa zihninde bu zaman boşluğunu kendisi yaratmıştı.”
Küçük yaşta yetim kalan Mümtaz için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Herhangi bir zamanda anne ve babasını yitiren bir çocuğunkinden farklıdır Mümtaz’ın durumu. Birinci Dünya Savaşı sürmektedir ve savaşın içinde yetim kalmıştır o. Huzur da zaten iki savaş arasındaki bir yaşam kesitini aktarır okura. Mümtaz’ın çocukluğunun ve yetim kalışının Birinci Dünya Savaşı’yla iç içe geçişi hem anne baba ölümünün sembolik anlamlarını çoğaltır hem de kişisel ile toplumsal yazgıyı birbirine bağlar. Roman boyunca Tanpınar bir nehrin kolları gibi bu ikisini hep yan yana akıtır zaten. Mümtaz bir yerde şöyle der: “Henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız.” (s. 48) Mümtaz da kendi şartlarını bulamamış bir ailenin artığıdır bir bakıma.
Mümtaz’ın annesiyle erken çocukluk deneyimlerine ilişkin fazla bir şey söylemez bize Tanpınar. Belki de Mümtaz’ın kişisel hikâyesini toplumsal olandan koparmak istemediğinden böyledir bu. Annenin çocuğuna ne denli tutarlı ve iyi bir ayna olabildiği sorusu savaş koşullarında ve ölüm söz konusu olduğunda önemini yitirir. Kaldı ki konu annenin “iyiliğinden” de “kötülüğünden” de bağımsızdır. Anne ne kadar iyi olmak için çabalasa da, tutarsızlık insan ruhunda vardır. Patriyarkal sistem bunun aksini kanıtlamak istercesine anneye kutsiyet atfetmeye çalışır, kadının omuzlarına taşıyamayacağı yükler bırakır. Anneyle ilgili tasavvurumuz büyük trajediler yaşanmadığında da yıkılır. Kötü anne olması gerekmez bunun için. Tasavvur o kadar büyüktür ki küçük dalgalanmalar tsunami şiddetinde hissedilir. İnsan doğasının olağan değişkenliği, beklentinin gerçek dışı ışığı altında trajikleşir. Annenin yüzündeki en küçük bir kıpırtı çocuk tarafından büyük bir duygusal dönüşüm gibi algılanabilir. Vehmettikçe hayal kırıklığı yaşarız.
Huzur bağlamında konuşacaksak, bireyleri aşan bir toplumsal durum söz konusudur. Anne, elinde olmayan nedenlerle yoktur artık. Anneden yoksun kalmanın yarattığı eksiklik Mümtaz’ın peşini bırakmayacaktır:
“Çocukluğunun hazin tesadüfleri ona, her sevdiği şeyi kendisinden çok uzakta, erişilmez bir âlemde düşünmek itiyadını vermişti; nasıl aşkı keskin günah ve ölüm fikriyle beraber, yani bir nevi telâfisi kabil olmayanın mükâfat ve azabı olarak tanımışsa, bu uzaklık düşüncesi de onda o yıllarda kök salmış bir düşünce idi.” (s. 293)
Tanpınar, Mümtaz’ı anlamamız için bu çocukluk yaşantısını aklımızda tutmamız gerektiğini düşünür. Bunun işaretini en baştan verir, roman bitene kadar da sık sık hatırlatır: “Bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı.” (s. 45)
Huzur üzerine yazılmış hemen her yazıda romandaki bölümleme şeklinin vurgulandığı çekti dikkatimi. Her bölüm bir karakterin ismini alır: İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz. Merkezde Mümtaz vardır ve öteki karakterler onunla girdikleri ilişkiler bağlamında yer alırlar romanda. Mümtaz’ın annesi ise adına verilmiş bir bölüm olmamakla birlikte romanın önemli karakterlerinden biridir bana göre. Mümtaz’ın benliğinde bir dip akıntısı olarak hep hissedilir. Özellikle sevgilisi Nuran’la ilişkisinde, Nuran’ı algılayışında anne imgesi varlığıyla olmasa da yokluğuyla duyurur kendini. Bir arayış, bir özlem, “telafisi mümkün olmayan mükâfat ya da azap” olarak belki de.
Mümtaz, daha ilk karşılaşmalarında Nuran’ın “hiçbir şeyi kendisinden esirgemeyen bakışları”ndan söz eder. Ardından gelen şu cümleler de zaten bir çocuğun annesinden beklentisini hatırlatır:
“Bu, çok sevdiği şairin dediği gibi, insana aydınlıktan ve arzudan biçilmiş libaslar giydiren bir bakıştı. Altın bir tepside veya kadife bir yastıkta bir galibe uzatılan o eski kale anahtarları gibi, genç kadın bütün hüviyetini bu bakış ve tebessümle kendisine uzatıyor, hediye ediyordu.” (s. 88)
Buradaki “galip” ifadesinin üzerinde durmaya değer. Mümtaz annesinin yokluğu yüzünden kendini daimi bir kaybeden olarak tasavvur etmektedir. Anneden ayrışmaya fırsat bulamadan ölmüştür annesi. Bu açıdan bakınca, belki de annenin ölümü aralarındaki kilidi kırmaktan çok sabitlemiş de olabilir. Ne zaman ki o boşluğun bir başka kadın tarafından doldurulma ihtimali doğar, o zaman Mümtaz hayat karşısındaki yenilgi hissinden kurtulduğunu hisseder.
Hayat yenilgiyle başlar. İnsan yavrusu, anne rahminden dışarı atıldığında, ilk yenilgisini yaşamıştır. Bu yenilgi onun içine hiçbir zaman tümüyle giderilemeyecek eksiklik duygusunun tohumlarını atar. Dışına atıldığı o “olmayan ülkeyi” arar durur ömür boyu. Aşk, o ülkeyi bulduğu duygusuna kapıldığı hâllerin başında gelir. Âşık kişi, hayalindeki ülkeye ayak basan bir fatih gibi “galip” hisseder kendini. Mümtaz’ın yaşadığı da budur sanki. Nuran, “olmayan ülke”nin anahtarını bir annenin müşfikliğiyle, “altın tepside veya kadife yastık”ta sunmaktadır ona. Nitekim daha ileriki sayfalarda Mümtaz’ın zihninden geçen bir cümle onun Nuran tarafından, tüm benliğiyle, olduğu gibi, sorgusuz sualsiz kabul edilme, kucaklanma arzusunu açık eder.
İlişkileri geliştiğinde, Nuran’a onunla ilgili aklından geçen bir düşünceyi hiçbir süzgeçten geçirmeden, karşı tarafta bunun ne şekilde tesir edeceğini önemsemeden söyleyiverir. Nuran buna tepki gösterir. Mümtaz’ın neden durduk yere böyle bir konu açtığını sorgular. Aralarında geçen gerilimli diyalogun ardından Mümtaz şöyle der kendi kendine: “Mademki o artık benim için her şeydir, o halde bütün kainatımla ona taşınacağım!” (s. 186)
Mümtaz “bütün kainatıyla Nuran’a taşınmak” istemektedir ve Nuran’ın da bunu sorgusuz sualsiz kabul etmesini bekler. Nuran’ın arzu nesnesi olmayı talep eder. Mümtaz’ın içinden geçen her şeyi, ötekini hesaba katmadan söyleme arzusu bir çocuğun egosantrizmini hatırlatır. Çocuk, annesinden onu her türlü, her şekilde kucaklamasını ister. Mümtaz da bunu sevgilisinden, âdeta anne yerine koyduğu kadından bekler.
Öte yandan Mümtaz, kendi yaşamından “tasarrufa” zorlanmayı istemez. Yoksa bu ilişki iki tarafın da fedakârlıkta bulunacağı eşitler arasında bir ilişki olmaktan uzak mıdır? Burada da bir anne-çocuk ilişkisindeki şablonun tekrar edilme arzusunu görürüz. Mümtaz’ın artık orada olmayan, ölmüş annesiyle ellerinin birbirine kilitli kalması, onun yokluğunu başkalarıyla ikame etmek istemesine yol açar. Kaybın telafisi bir başkasıyla mümkün değildir oysa. Zaten Mümtaz hep bu telafisi mümkün olmayan kaybın melankolisi içindedir.
Anne-çocuk ilişkisinde, anne verici, çocuk ise alıcı taraftır. Mümtaz Nuran’ı överken şöyle der: “Hiçbir meselede Nuran Mümtaz’ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı.” (S. 153) Kadın, sınırlarını bilmesi, erkeğin hayatına müdahalede terbiyeli davranması nedeniyle övülür.
Mümtaz’ın Nuran’ı övdüğü hemen hemen bütün bölümler toplumun kadından beklentileriyle uyumludur: “Fakat bütün bunların üstünde asıl Mümtaz’ı çıldırtan şey, o garip utangaçlığı, hiçbir günahın ve hazzın gideremediği ruh bekaretiydi.”
Mümtaz’ın seviştiği/sevişeceği kadını kutsiyet içeren kavramlarla övmesi, Nuran’ı bir sevgiliden çok yine kutsal kavramlarla anılagelmiş anne konumuna yerleştirdiğini düşündürüyor. Bunun çok sayıda başka örneği de var. Öyle ki sevişirken bile Nuran “aşırıya kaçmaz,” “sakin”dir, “mahmur”dur, “sade”dir. Bu tırnak içindeki tanımlama ve sıfatlar yine toplumsal cinsiyet kalıplarının kadına/anneye yüklediği meziyetlerdir:
“Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza sakin bir limanda bekleyen gemi gibi hazırlanmış yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatan örtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzluğa, zamanın birdenbire değişen adeta birbiri peşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmine şaşıyordu. Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı.”
Nuran’ın tebessümünü tarif ederken “yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi” der Mümtaz. Yaşanan zamanın ötesi neresidir? Bana öyle geliyor ki bu, “kaybedilen,” yani geçmiş zamandır. Artık elde olmayan, hatta neredeyse ölülerin zamanıdır. Elden kayıp gitmiş olan zamandan kalma bir tebessümü arar Mümtaz. O ki kuşkusuz bir annenin tebessümüdür. Çünkü Mümtaz hep onun yasını tutmakta, onu aramaktadır. Melankolisinin kaynağı da buradadır.
Mümtaz neden aramaktadır annesini? Çünkü “iç nizam”ı buna bağlıdır. Bütünlenmek, tamamlanmak istemektedir. Bir iç nizam kurabilmek için ona ihtiyacı vardır. Belki de çocukluğun o erken döneminde, annesiyle ellerinin kilitlendiği anda donup kalmıştır Mümtaz. O ânı yeniden yaratmak dışında ona bütünlük hissini verebilecek hiçbir şey yok gibidir. Cinsellik ve aşk o bütünlüğe tekrar ulaşma çabasıdır. Gerçi yazının başında söylediğim gibi, bu bütünlük hissinin gerçek anlamda ve istikrarlı biçimde kurulabilmesi zaten bir vehimden başka bir şey değildir. Bu hepimiz için böyledir. Buna rağmen hepimiz ısrarla onu ararız. Bizi tamamlayacak olanı. Tamamlanmanın imkânsızlığını içten içe bilsek de ararız. Fakat Mümtaz için sanki bu arayış daha da elzemdir.
Sevgilide tamamlanma arzusunun dışa vurulduğu çok sayıda pasaja rastlıyoruz romanda. Bunlara örnek: “Ona göre Nuran, hayatın öz kaynağı, bütün gerçeklerin annesiydi. Onun için sevgilisine en fazla doyduğu zamanlarda bile ona aç görünür, düşüncesi ondan bir lahza ayrılmaz, ona gömüldükçe tamamlığına ererdi.” Bu satırlardan birkaç sayfa sonra Mümtaz’ın “bir kadına dayandığı zaman yaşadığını duymaya başla”dığını açıkça ifade ettiği satırlar daha da ilgi çekici:
“O da asrımızın büyük romancılarından biri gibi, bir kadına dayandığı zaman yaşadığını duymağa başlamıştı. O vakte kadar epeyce şey okumuş, az çok düşünmüştü; fakat şimdi onların hayatına daha kudretle geçtiğini, Nuran’a olan sevgisiyle canlı hayata çıktıklarını anlıyordu. Sanki Nuran kafasında ve etrafındaki şeylerin arasında bir ışık külçesi imiş gibi hepsi onunla aydınlanmış, en dağınık unsurlar bir terkip haline gelmişti.” (s. 178)
Mümtaz’ın düşüncelerinin terkip hâline gelmesini Nuran’a bağlayışı romanın sonunda büyük kuzeni, akıl hocası İhsan tarafından eleştirilecektir. Zaten romanın finale yaklaştıkça açıklığa daha çok kavuşan sorusu budur: İç nizamın kaynağı nedir? İç nizam nasıl kurulur? Bir başkasında mı, kişinin kendi içinde mi? Bu sorular iç nizamın mümkün olduğunu kabul eden birinin sorularıdır. Sadece bunu nerede arayacağımız tartışmaya açıktır. Fakat daha sonra Tanpınar, iç nizamın ya da bütünlüğün bir vehim olduğunu romanın anti-kahramanı Suat’ın ağzından söyleyecektir okuruna. Bu da oldukça ironiktir. Oraya daha sonra geleceğim. Yazının şu aşamasında bizim için önemli olan, Mümtaz’ın Nuran’ı bütünlük idealine ya da iç nizama ulaşmada bir araç olarak görmesi.
Aslında bu noktada belki de Nuran’ın fazla bir önemi yok. Çünkü Mümtaz daha çok kendi nizamıyla ilgili. Öyle ki Nuran’ın nizamını yıkıcı olabilecek bir davranışta bulunduğunun da çoğu zaman farkına varmayabiliyor. Davranışını kendi bütünleşme arzusunun haklı bir tezahürü olarak değerlendirip mazur görebiliyor. Bütün bu düşünme süreçlerinde Nuran âdeta etkisiz bir konumda. Mümtaz nedenleri de sonuçları da her zaman kendini baz alarak değerlendiriyor. Nuran’ı “kendinden bir parça” olarak görmesi, kadını kendisinden bağımsız bir varlık olarak değerlendirmesine engel oluyor. Mümtaz Nuran’a sormadan, onun bunu arzulayıp arzulamadığını kendi içinde de olsa değerlendirmeden, “tüm kainatıyla ona taşınmaya” karar verebiliyor sözgelimi. Bütünlenme arzusu, bazı koşullarda işgalci bir tavra yol açabiliyor demek ki. Bu da Mümtaz’ın annenin çocuğu aynaladığı, koşulsuz sevgi gösterdiği o evrede takılı kaldığını düşündürüyor. Mümtaz, tıpkı bir çocuk gibi, hiç sakınmadan, annenin arzu nesnesi olmayı talep ediyor ve “öteki”nin isteklerini dikkate almadan ona taşınma hakkını buluyor kendinde. Ötekinin arzularını kale almadan ona “taşınmak,” kendine bunu hak görmek “işgalci” bir tutum değilse nedir? Bu işgalcilik Mümtaz’ın karşısındakinin kendi kararları ve tercihleri olan bir özne olduğunu unuttuğuna, kadının kendisinden bağımsız arzuları olabileceği ihtimalini yok saydığına ve Nuran’ı nesneleştirdiğine işaret ediyor.
Nuran’ı “kendinden bir parça” olarak gördüğü için ona zalimlik edemediğinden de söz ediyor Mümtaz. Oysa zalim olmanın da bir “lezzet olduğunun” farkında. Bir yerde şöyle diyor: “Çünkü zalim olmak da bir lezzetti. Bunu da uzviyetinde şimdi bir ihtiyaç gibi hissediyordu. Kısa, çok kısa bir an için tabii. Çünkü fazlasına tahammül edemezdi. O kendisinden bir parça idi.”
Aslında Mümtaz’ın gözünde Nuran’ın değerini ya da değersizliğini belirleyen de aynı şeydir. Nuran’ın kendinden bir parça olduğunu hissettiği zamanlarda onu yüceltir, böyle olmayabileceği fikrine kapıldığında ise yerer. Yine geldik çocuğun kendisini annenin bir uzvu olarak algılaması, bedenen ve ruhen iki varlığı birbirinden ayrı tahayyül edememesi durumuna. Anne çocuğu kendisinden uzaklaştırdığında, çocuğun kendilik algısının zarar gördüğünü söylemiştik. Anne müşfik davrandığında ise çocuk kendini “iyi” hissedder. Annenin uzak, soğuk, kötü davrandığı, kendisini memeden, sevgiden, ilgiden mahrum bıraktığı zamanlarda, çocuk bununla baş etmenin yollarını arar. Mesela, anneyi kötülemek, düşmanlaştırmak. Anne kötü, şeytan olduğu için onu kendinden uzaklaştırmaktadır. Bu inancı besleyerek kendi kötülüğüyle “yüzleşmekten” sıyrılabilir.
Narsisizmin ötekine bağımlı olan kendilik algısının kaynakları da burada yatmaktadır. Narsist kişi iyiliğini de kötülüğünü de ötekinin sevgisine borçludur. Biri onu seviyorsa o kişi de kendisi de iyidir. Çünkü narsist kişi kendini ötekinin suretinde sevebiliyordur ancak. Eğer bu suret sevgisizleşirse, bir narsist kendini sevmekten asla vazgeçemeyeceği için ötekini kötüleme yolunu seçer. O, sevgisiz şeytanın tekidir. Bu şeytanlaştırmanın sonraki adımı, kişinin zedelenen benlik algısını onaracağı, kendisini koşulsuzca sevecek yeni bir öteki aramasıdır. Narsist kişi ötekindeki kendini sevendir. Kendini kurtarmak için ötekini feda eder.
Mümtaz da bunu yapmaktadır. Nuran’ın kendisinden uzaklaştığını hissettiği anda onun üzerine türlü şüpheler boca ederek Nuran imgesini bozar. O âna dek yücelttiği, kutsadığı kadını yermeye başlar. Aslında yüceltmesinin de yermesinin de nedeni Nuran değildir. Nuran’daki Mümtaz’dır. Öyleyse Mümtaz kime âşıktır? Nuran’a mı, Nuran’daki “kendisine” mi?
Bu kritik bir sorudur. Çünkü âşık olunanda kendi aksini görmek ve ondaki kendini sevmek narsistik bir durumdur. Narsisizm ise paradoksal bir biçimde yetersizlik duygusunu içerir. Kişi kendini gerçekten değerli ve güzel bulduğu için narsist değildir. Derinde yetersizlik hissine sahiptir ve bu histen kurtulmak için ötekinde kendi yansımasını görmeye, o yansımaya âşık olmaya ihtiyaç duyar. Kendisine âşık bakışların peşine düşer. Bu bakışlar ondan bir an için uzaklaşsa, yetersizlik hissi ortaya çıkar. Artık ona ne kadar güzel, iyi ve akıllı olduğunu söyleyen aynadan yoksundur. Terk edildiğini, artık sevilmediğini düşünür. Çünkü ötekinin ilgisine, sevgisine bağımlıdır. Bu ilgide en küçük bir dalgalanma, korkuları su yüzüne çıkarır.
Sevgilisinin bakışlarında kendi yansımasına âşık olan kişinin yapacağı ilk şey sevgiliyi yüceltmek olacaktır. Çünkü onu seven kişi ne kadar mükemmel ise kendisi de o kadar mükemmel biridir. Sevgilinin yüceltilmesi aslında kişinin kendini yüceltme arzusundan doğar. Mükemmel biri tarafından seviliyorsa, kendisi de mükemmeldir.
Mümtaz da bunu ziyadesiyle yapar. Nuran’la tanıştıkları andan itibaren onu yüceltir: “Çünkü kadın dediğimiz o acayip ve zengin varlık, o bizden başka türlü ve derin tabiat, onun kulağına bir saniye kendi uzviyetinin sıcaklığını nakletmişti.” (s. 140) Mümtaz’ın ona hayranlığı öyle bir boyuttadır ki, tarif edilenin bir fani değil de kutsal bir varlık olduğu hissine kapılırız sık sık. Nuran’a atfedilen özellikler mitseldir. Ve tam da bu yüzden tehlikelidir… Mitik özellikler taşıyan biri kusursuz addedilir. Sıradan insanların zaaf ve hatalarına düşmez. Dolayısıyla Nuran’ı böylesi bir “tanrı katına” yerleştiren Mümtaz, sevdiği kadının en küçük tökezlemesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak, sanki onu bu şekilde tahayyül eden kendisi değilmiş, Nuran kendini başka türlü tanıtmışçasına kendini kandırılmış hissedecektir. Oysa tanrıçayı yaratan da yıkan da kendisidir.
Sevgilinin gerçek dışı şekilde yüceltilmesi kişiye kendi faniliğini hatırlatacak ve yetersizlik hissini tetikleyecektir. Bu hissin de varacağı tek bir yer vardır; kaybetme korkusu: “Bazen bu hayranlıklar o dereceyi bulurdu ki, Mümtaz saadetini kendi gibi bir faniye çok bulur, delice ihtimallerden korkardı.” (s. 217)
Mümtaz korkunun içinde kök salmasıyla birlikte bu “delice ihtimallerin” izlerini aramaya, Nuran’ı mercek altında tutmaya başlar. Nuran’daki her türlü değişime karşı duyarlıdır artık. Yüzünden geçen her gölgeyi ilişkilerindeki bir pürüze, Nuran’ın kendisine yönelik duygularındaki değişim ihtimaline yorar. Yine tıpkı bir çocuğun annesinin yüzünden duyguları okuması gibi, Mümtaz da Nuran’ın yüzünü anbean okumaya çalışır:
“Mümtaz onun yüzünün değişen ifadesinde, kadın yaradılışının sırlarından, yani Nuran için dahi meçhul olan taraflarından başka her şeyi okuyabiliyordu. (…) Ve Nuran’ın en parlak mücevherlerden, en keskin kılıç parıltılarına kadar değişen bakışları vardı. Mümtaz, bu değişik silâhların karşısında bazen kendisini ölümden öteye geçen bir acz içinde bulurdu. Fakat Nuran’ın gözleri bazen de ona dünyanın en zengin taçlarını giydirir, feleğin hiç kimseye basmasını nasip etmediği ikbal keçelerini ayaklarının altına döşerdi. Bir bakışla Mümtaz’ı giydirir, soyar, bazen Allah’ından başka hiç kimsesi olmayan bir fakir ve garip kişi, bazen kaderin efendisi yapardı.” (s. 175)
Âdeta bir çocuğun annesinin gözlerinden aldığı hislerle dünyasının bir kararıp bir aydınlanmasını anlatmaktadır Mümtaz. “Andan ana değişen Nuranlar, genç adamın hem lezzeti, hem de azabı olur.”
Tanpınar, “O günden itibaren kaybetme korkusu içine yerleşti. Çocukluğundan tanıdığı, o acayip yalnızlık ve talih böylece bir hiç yüzünden canlandı” diyerek Nuran’ın kaybı ile annenin kaybını yine birleştirir.
Sevgilinin yüzünün mercek altına alınışı hayal kırıklıklarına, korkulara, vehimlere de gebedir. Tıpkı çocuklukta olduğu gibi. Yücelttiği kişi tarafından terk edilmek çok daha yıkıcı olacağından bunun panzehiri olan aşağılama imdada yetişir. Yüceltme hızla zıddına dönüşür. Bu dönüşümün tek bir paragraf içinde tanığı oluruz:
“O yıpranmamış insanlıktı. İnceliklerini kendisinde bulurdu. Şimdi de cins bir horoz gibi lokantanın dibinde kendi kendine kibirleniyordu. Bu, maddesine hürmet ve hayranlıktı. Hakikatte bir nevi iptidai narsisizm ki, ayna diye sadece kadının vücudunu alıyor, orada aksini biraz bulanık görünce istikrahla fırlatıp atıyor ve değiştiriyordu. Bunu kadınlar da yapabilirdi. Belki Nuran da bir gün kendisi için böyle yapacaktı.” (s. 191)
Bu düşüncelerin hemen peşine zalimleşen Mümtaz’ı görürüz. Nuran “neyin var” diye sorduğunda, “Hiç,” der, “kötü itiyatlar…”
Ötekini kutsadıkça kendi faniliğiyle yüz yüze gelir kişi. Bu fanilik terk edilme, aldatılma, sevilmeme korkularını tetikler. Karşısındaki kişiyi tanrı katına yükselten kişi, kendisinin faniliğini idrak eder. Bu da yetersizlik duygusuna kapılmasına neden olur. Tanrısal ve kutsal varlık onun gibi fani bir yaratığı neden sevsindir? Bu çatışma narsisizmin içinde zaten saklıdır ve hızla su yüzüne çıkar. Onu bertaraf edebilmenin yolu demin tanrısallaştırdığı varlığı bu kez aşağı çekmek, kötülemek, şeytanlaştırmaktır.
Mümtaz’ın Nuran’a yönelik şüpheleri onu erkeğini yiyen bir rahip böceğine benzettiği sahnede zirve yapar. Daha sonraki sayfalarda da bu şüpheler devam eder. Nuran’ın bu “saadeti bir yük gibi taşıdığı” fikrine kapılır. “Bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşede bu yükü bırakıvereceğine” inanmaya başlar. Nuran’ın “tehlikeli bir muvazene içinde” olduğuna ilişkin vehimlere kaptırır kendini. İhanete deliller arar.
Paradoksa bakın ki Mümtaz’ın şüpheciliği onun gözünü açmaz, aksine onu körleştirir. Nuran’ın gerçekliğine giderek yabancılaşır. Çünkü sevdiği kadına her baktığında, gördüğü tek şey kendi imgesidir. Korkuları başka bir gerçeklik yaratır ve Nuran’ın duygularına, ruh hâline karşı onu körleştirir. Kıskançlık kör bir kuyudur. Mümtaz’ı kendi karanlığına hapseder, ötekinin gerçekliğinden koparır. Böylece kehanet kendini gerçekleştirir. Nuran sonunda Mümtaz’ı gerçekten terk eder.
Nuran ile Mümtaz’ın arasına giren şey ölümdür. Suat’ın ölümü. Olay örgüsüne baktığımızda, durum basit görünmektedir. Suat, Nuran’a âşıktır. Evli olmasına rağmen kadına aşk mektupları yazar. Bu durumu bilen Mümtaz, Nuran’ı kaybetme korkusuna kapılır. Bu korku, kıskançlık duygularını körükler. Neden sonra Suat, Nuran ile Mümtaz’ın aşk yuvalarını tespit eder ve bir şekilde ele geçirdiği anahtarla eve girip, kendini asar. Bu ölüm Nuran ile Mümtaz’ı ayırır. Nuran, bunun bir işaret olduğunu, artık aralarına bir ölünün girdiğini söyleyerek terk eder Mümtaz’ı.
Bu olay Mümtaz’ın çocukluk travmasının bir tekrarı gibidir. Babasının ölümü Mümtaz’ın annesiyle ilişkisinde doğal ayrışma sürecinin yaşanmasını engeller. Bu yüzden de anneden ayrılık travmatik bir kopuş şeklinde olur. Romanda Suat babayı temsil eder. Roman boyunca Mümtaz ile Suat arasındaki gerilim de âdeta baba-oğul arasındaki çatışmalı ilişkiyi hatırlatır. Baba, ölümüyle Mümtaz’ı sevdiği kadından ikinci kez koparır.
Ölüm, bu romanda sembolik bir anlama sahiptir. Adı “Huzur” olan romanın pek çok satırında ölüm ile huzur özdeşleştirilir:
“Tabiatın bize her taraftan ‘Ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön, terkibime karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun’ dediği saatti. Mümtaz bu saati ta belkemiklerine varıncaya kadar duyar ve manasını pek anlamadığı bu davete koşmamak için küçücük varlığı katılaşır, kendi üstüne kapanırdı.” (s. 35)
Hayat, “sefil ıstırapların oyuncağı olmak”la eştir. “Eşyanın rahat ve mesut uykusu” ise ölümden başkası değildir. Hayat huzursuzluk demektir. Ölümde ise huzur vardır. Çünkü ölüm artık tamamlanmış bir varoluştur. Rahat ve mesut bir uyku ancak eşyaya, ölü olana bahşedilmiştir.
Suat’ın ölümü, Nuran ile Mümtaz’ı ayırır. Böylece hayatın huzursuz bir şey olduğunu, tamlığın ancak ölümle mümkün olabileceğini de hatırlatır. Suat, bir babanın işlevini yerine getirir. Bunu ölümüyle yapar ama yine de yapar. Çocuk sonsuza dek annesinin arzu nesnesi olarak kalamayacağını deneyimler. Ana rahmindeki huzura dönüş imkânsızdır. Olmayan ülkeye yeniden kavuşmanın, iç nizama ulaşmanın aracı olarak tasavvur edilen aşk ideali de ölüm gerçekliğiyle parçalanır. Daha sonra Suat’ın hayaletinin/hayalinin Mümtaz’a “bütünlük insan kafasının vehmidir” demesi de bunu doğrular.
Suat ile Mümtaz’ın bu karşılaşmasına ve bütünlük meselesine daha sonra geleceğim.
Nuran’ın Mümtaz’ı terk edeceğinin işaretleri henüz Suat ölmeden önce verilmiştir aslında. Ancak bu işaretler Mümtaz’ın aradığı yerde değildir. Mümtaz’ın, sevdiğinde kendi imgesini aradıkça ona karşı nasıl körleştiğini söylemiştim. Peki, sevdiğinin kendisine karşı bu denli kör olması Nuran’ı nasıl etkiler?
Huzur’da erkek ne kadar bütünlük arzusuyla doluysa kadın da hayatın parçalı olduğunun o kadar farkındadır. Mümtaz geçmiş ile geleceği, doğu ile batıyı, kadın ile erkeği bütünlük ideali içinde birleştirmeye çalışır. Nuran ise tarihin sürekliliği, geçmişin bugün üzerindeki tesiri gibi konularda Mümtaz’la girdikleri tartışmalarda yer yer ona karşı çıkar. Mümtaz’ın Nuran’ı bir geçmiş zaman dilberi, Dördüncü Murat devrinin bir ikbali gibi hayal etmesine itiraz eder: “Hayır, istemiyorum. Ben Nuran’ım. Kandilli’de otururum. 1937 senesinde yaşıyor, aşağı-yukarı zamanımın elbisesini giyiyorum. Hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeğe hevesim yok. Hiçbir ümitsizlik içinde değilim ve bu aynalar beni korkutuyor” der.
Nuran’ı korkutan nedir gerçekten? Mümtaz’ın onu sokmaya çalıştığı kılıklar mı? Ona atfettikleri mi? Mümtaz’ın tasavvuru içine hapsedilmek, olmadığı birine dönüştürülmek mi?
Mümtaz’ın mutlu anları zehirleyen şüpheciliği karşısında sorar Nuran: “Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.” (s. 191)
Geçmiş ile geleceği bir bütün olarak algılamadaki ısrarı Mümtaz’ı, bulunduğu andan, “şimdi ve burada” hissedilen duygulardan koparır. Sevgiliye vehmedilen düşünceler, sevgilinin gerçekliğiyle arasına kalın bir perde gerer. Mümtaz vehimlerini (kurgularını) hayata uygulamaya çalışırken gerçeklikten uzaklaştığının farkında değildir. Gerçek çoğunlukla ne kadar da sadedir oysa. Mümtaz hayatı anlama gayretiyle etrafındaki her şeyi kurcalarken onu bozduğunun farkına varmaz. Bunu Tanpınar, Nuran’ın düşünceleri üzerinden şu şekilde ifade eder: “Âşığına kızması hayatın sadeliğini bozduğu içindi.” (s. 194)
Fakat yer yer bu tür itirazlarda bulunmakla birlikte Nuran, çoğunlukla kendini sorgular, kendini suçlar. Mümtaz, kendini tümüyle Nuran’a adamış görünmektedir ve Nuran “bir düşünceye, bir fikre, bir aşka kendisini tam veremediği” için suçluluk duyar. Kendi hayatını parça parça duyumsar. Hayatı bölünmüştür. Bunları düşündüğü sırada aklına Mümtaz’ın sözleri gelir. Bir gün şöyle demiştir Mümtaz: “Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!”
Burada da hâlâ çocuğun, annesiyle tek vücut olma arzusunun izlerini görüyoruz. Mümtaz, bunun imkânsızlığını ona gösterecek kişiden, babadan mahrum kalmıştır. Anneyle bağın kilitlenmesi ise Mümtaz’ın Nuran’dan beklentilerini belirler.
İlişkilerinin çıkmaza girdiği bir anda Mümtaz şöyle der: “Sen benden vazgeçmezsen her şeyin çaresi bulunur.”
İlişkinin tüm sorumluluğunu karşı tarafın omuzlarına bırakan bu cümle Nuran için dönüm noktasıdır belki de. Şöyle yazar Tanpınar:
“Nuran önünde başka bir uçurum daha açılmış gibi geriledi:
- Bana dokunma Mümtaz, dedi. Bütün felaketim, herkesin bana yüklenmesinden geliyor. İcap ederse kendi başına kalabileceğini düşün… Kendi başına yaşayamayanlar beni böyle harap ediyor…”
Kendi başına yaşayamayanlar, öteki üzerinde ağır yükler bırakırlar ve sık sık terk edilmeleri muhtemelen bundandır. Kimse sürekli bir suçluluk duygusu yaşadığı ilişkinin içinde kalmak istemez. Kimse bu şekilde işgal edilmeyi kabullenmez. Kendini gerçekleştiren kehanet de budur işte. Yalnız kalamayan kişi terk edilme korkusuyla öteki üzerinde farkında olmadan bir baskı oluşturur. Her davranışıyla, bakışıyla, sözüyle ötekine suçluluk duygusu aşılar. Buna maruz kalan kişi de bir süre sonra suçluluk duygusundan, duygusal baskıdan kaçmak, yükten kurtulmak ister. Kehanet böylece gerçekleşmiş olur. Mümtaz yalnız kalma korkusunu, Nuran’la tek bir ruh olarak gidermeye çalışır. Ancak bu çabanın kendisi onun korkularının gerçekleşmesine neden olur. “Asıl mesele hayatımızı verebilmektir” diyerek aşkın içinde erimeyi, yok olmayı arzuladığını gösterir. Fakat burada aslında Nuran’a yönelik bir talep vardır. Mümtaz ondan hayatını kendisine vermesini, yani kendi özneliğinden vazgeçmesini istemektedir aslında. Nuran içinse bu bir felakettir. Sezgisel olarak oradan kaçması gerektiğini, kendi benliğini koruması gerektiğini fark eder.
Ayrılığın ardından Mümtaz’ın içine düştüğü buhran, onun iç nizamını Nuran’la ilişkisi aracılığıyla kurmaya çalıştığını iyice açığa çıkarır. İç nizamın kaynağını kendi içinde değil, dışarıda aramaktadır Mümtaz. Bu nedenle de Nuran’ın gidişiyle her şey altüst olur: “Nuran’ın gitmesiyle zihni hayatı durmuş gibiydi. Sanki genç kadın bu mazi rüyasının bütün canlı ve güzel taraflarını beraberinde götürmüş, yerinde tıpkı Mümtaz’ın hayatı gibi bir kül yığını kalmıştı.” (s. 351)
Kuzeni İhsan’la dertleşirken Nuran’ın yokluğunda her şeyin anlamını yitirdiğinden söz eder. Yazmayı düşündüğü romanın kahramanlarının bile “bir daha dirilmeleri imkânı olmayan gölgeler, sıska ve cansız kuklalar” olduğundan dem vurur. Sağduyusu, aklı ve zekâsına hayranlık duyduğu İhsan, Mümtaz’ın neden böyle hissettiğini şu sözlerle açıklar:
“Onları kendi duygularının aydınlığında görüyordun. Kendi hayatında vehmettiğin şeyleri onlara taşıyordun! Kendileri için değil, kendi hayatında ve kendin için seviyordun.”
İhsan sanki Mümtaz’ın Nuran’a olan sevgisini de tahlil ediyor gibidir burada. “Kendi için sevmek,” kendinden kaynaklı sevmek, sevdiğinde kendini görerek sevmek… Egosantrik dönemi aşamamış bir çocuğun sevme biçimini hatırlatıyor insana. Belki de egosantrik dönemi aşamamış bir çocuğun dışarıdaki her şeyle, hayatla, dille, sembollerle ve tüm dünyayla ilişkisi “kendi için” ve “kendinden dolayı” kurulduğundan böyledir bu.
“Tek bir insanın etrafında dünyayı toplamağa çalıştın,” der İhsan ve şöyle devam eder:
“Yalnızca Nuran’la meşguldün. Bu da gayet tabiiydi. Herkes için mukadder bir tecrübeden geçtin. Şimdi hayata açılacaksın! Hislerin değil düşüncenin adamı olman lazım! (…) Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış!”
İhsan iç nizamın kaynağının insanın kendi uzviyeti olduğunu açıkça söyler burada. Bu düşüncenin altını şu cümleyle de çizer: “İnsanlar da kuyuya benzer. İçlerinde boğulabiliriz.”
Bir bakıma dışarıya, bir başkasına bağımlı olmanın kişiyi boğacağını, ordan bir varoluş, iç nizam ya da tamlık yaratılamayacağını ifade etmektedir İhsan. Peki, tamlık, bütünlük mümkün müdür? İhsan bunun mümkün olduğunu söyleyecektir elbet. Çünkü o akılcı, ilerlemeci ve aydınlanmacıdır. Henüz İkinci Dünya Savaşı yaşanmamıştır.
İç nizam, dış dünyanın karmaşası, değişkenliği karşısında bir tür güvenlik sübobudur. Mümtaz’ın geçmiş ile gelecek, doğu ile batı arasında bütünlük kurma çabası, tarihin sürekliliğini kuvvetle arzulaması “savaş artığı” bir nesil olarak yaşadığı gerçekliğin hiç de o kadar bütün ve tam olmamasından kaynaklanıyor gibidir. Anne ve babanın erken kaybı da kişisel yaşamında bu parçalanmanın varlığına işaret eder. Savaş artığı bir toplumun içinde kimsesiz bir genç adam olarak Mümtaz’ın bütünlük idealinin peşinden koşması şaşırtıcı değil elbet. Bu koşullar içinde insan dünyanın mutlak ve yekpare bir yer olduğuna inanmak ister.
Huzur iki savaş arasında, yani aslında dünyanın hiç de güvenli olmadığı bir dönemde geçmektedir. Savaş patladı patlayacaktır. Mümtaz’ın dâhil olduğu tüm çevrelerde konu savaşın çıkıp çıkmayacağı etrafında döner. Bu konuşmalar sırasında ölüm karşısındaki biçarelik ile korku itişir. Savaş, kapıya dayanmış bir azrail gibidir onlar için. Böylesi tedirgin edici bir ortamda, bütünlüğe ya da iç nizama kavuşmaya çalışmak çok daha anlaşılır bir çabadır elbette. Bütünlük insan kafasının vehmidir, çünkü insanın en çok ona inanmaya ihtiyacı vardır.
Aşk da ölüm karşısında Mümtaz için elindeki en güçlü silah olacaktır:
“Onu kolları arasında tuttuğu zaman, arka tarafında başının ucunda bekleyen ifrite, ölüme, seni yenmek üzereyim, seni yendim, işte silahım ve zırhım demiyor muydu?” (s. 182)
Ölüm karşısında aşk, kalkanıdır onun. Tüm dünyaya meydan okumasını sağlayacak denli büyük bir güç vermektedir. Fakat bu aynı anda kibire işaret eder:
“Mümtaz, oluşun bu zerresi, şimdi kendisini kainat kadar geniş, sonsuz buluyordu. Nuran’ın varlığı ile kendi varlığını bulmuştu. Bir yığın aynadan bir kainat içinde yaşıyor ve hepsinde kendisinin bir başka çehresi olan Nuran’ı görüyordu.” (s. 139)
Kâinatın büyüklüğü karşısında aciz olan insan, kendine bir tutamak arar. Doğduğunda bu tutamak annenin varlığıdır. Yetişkinlikte ise anne işlevini yerine getirecek başka tutamaklar arar; aşk, kariyer, sanat, çocuk… vb.
“Tanpınar ‘Aşk ve Ölüm’ adlı yazısında, gerçek aşkın içimizdeki bir ışık gibi her şeyi aydınlattığını, birbirine bağladığını söyler. ‘bütünün terkibi kendiliğinden kurulur’” der Berna Moran, Huzur üzerine yazdığı yazıda.
Mümtaz’da kâinat kadar geniş ve sonsuz olduğu yanılsamasını yaratan şey de işte tam olarak aşkın yarattığına inandığı o ışıktır. Her şeyi aydınlattığını, birbirine bağladığını vehmeden, bu sayede bütünün terkibinin kendiliğinden kurulacağına inanan Mümtaz’ın bu kibri onu hayatın gafili kılar. Çünkü “Mümtaz o yaz, insan ruhunu olduğundan çok hür sanıyordur. Her an kendimize sahip olabileceğimize inanıyordur. Bu demektir ki hayatın gafilidir.” (s. 178)
Yazarın Mümtaz’la ilgili açıkça hüküm verdiği bu cümleler de göstermektedir ki Tanpınar için Mümtaz ideal bir kahraman değildir. Eksikleri, zaafları olan, yanlışlar yapan biridir. Bu anlamda, Huzur romanının Mümtaz’ın yanılgıları üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar’ın Mümtaz karakterine yönelik eleştirel bakışı satır aralarında sık sık hissettirir kendini. Fakat sadece satır aralarında değil, yazar, bazen İhsan’ın ama en çok da Suat’ın ağzından Mümtaz’ın zaaflarını açık eder.
Suat bir yerde şöyle der Mümtaz’a:
“Sen bir noktaya çekilmiş orada yaşıyorsun. Geniş ve parlak hayallerin var. Zamana hükmedeceğim diyorsun. Kendine yarayacak hiçbir şeyi kaybetmemek için çırpınıyorsun. Bu bana yarar, bu yaramaz, diye ayırıyorsun. İstediğine bakıyor, istediğine bakmıyorsun.”
Yine tıpkı dünyanın kendi istek ve arzularına göre şekil almasını isteyen, işine yarayacak hiçbir şeyi kaybetmemek için çırpınan, ötekiyle ilişkisini kendi konumuna, durumuna bağlı olarak düzenlemek isteyen bir çocuk gibi.
Suat öldükten sonra Mümtaz zihni bulanık bir hâlde sokakta yürürken onunla karşılaşır. Tıpkı Hamlet’in babasının hayaletiyle konuşması gibi, Mümtaz babasının temsiliyle konuşuyordur belki de. Ve bu konuşma ile Mümtaz gerçeklikte yapamadığını rüya âleminde yapabilecektir. Babayla hesaplaşıp/barışarak “huzur”u aramanın beyhudeliği konusunda uyanacaktır. Bunun gerçekleşebilmesi için Mümtaz’ın içselleştirdiği babayla vedalaşması gerekmektedir. Böylece romanın sonuna gelindiğinde, Mümtaz hem anneden ayrışır hem de babanın içsel ölümü gerçekleşir.
Suat’ın hayaletiyle konuştuğu sayfalarda, romanın gerçeklik zemini bulanır. Aynı anda Mümtaz’ın da zihni bulanıyordur çünkü. Gerçek nedir? Bu konuştuğu Suat mıdır, yoksa hayaleti mi? Peki, Suat ölmemiş midir? Yoksa Mümtaz bir sanrı içinde midir? Bin tane soruyla doludur Mümtaz’ın zihni.
İhsan’ın determinizmi Mümtaz’ı akla ve iradeye çağırdıktan sonra, roman Suat’ın neredeyse nihilist söylemleriyle biter. Hiçbir şey insan aklının kolayca kavrayabileceği kadar basit ve net değildir. “Bütünlük insan kafasının vehmidir” cümlesi bir parça bu gerçeğe de işaret eder. Bu açıdan bakınca İhsan ve Suat romanda iki zıt düşünceyi temsil eder gibidirler.
Peki, Mümtaz’ın seçimi ne olacaktır? İhsan’ın yolundan mı, Suat’ın yolundan mı gidecektir?
Suat onu ısrarla ölüme davet ettiği hâlde, ki ölüm huzur demektir, Mümtaz sonunda yaşam içgüdüsünü seçecek, çatışmayı göze alacaktır. Fakat bu seçim onun İhsan’ın yolundan gideceği anlamına da gelmez. Suat, Mümtaz’ı iç nizam arayışının beyhudeliğiyle yüzleştirmiştir. Yani babanın temsili olarak Mümtaz’a dış dünyanın huzursuz bir yer olduğunu göstermiştir. Nuran’la yaşadığı deneyim üzerine bu yüzleşme mümkün olmuştur kuşkusuz. Mümtaz bundan böyle huzuru değil, yaşamı seçerek iç nizam arayışından da vazgeçmiştir sanki. Anneyle aralarındaki kilit bu esnada açılır aslında. Tüm çatışmalı yapısına ve iç nizamdan yoksunluğuna ragmen, hayatın getirdiği deneyimleri kucaklamaya hazırlanan bir Mümtaz vardır artık.