Can Almanak 2015’i yayına hazırlayan Yekta Kopan, Zeynep Miraç, Sibel Oral ve Emre Taylan ile ülkedeki kültür ve sanat iklimi üzerine konuştuk…
24 Aralık 2015 15:30
Hatırlamayı unuttuk. Hangi yıldı o, hani bakanlık repertuardan beste çıkarmıştı? Kitaplar yasaklanmıştı, ne zamandı? Tiyatroda sansür vardı, sahi? Bütün yüzleşmelerin önüne ket vuran ve hâliyle diyalog ihtimalini de yok eden unutma kültürüne, benzersiz bir panzehir sunuyor Can Almanak 2015. Neleri kaybettik, neleri gözden kaçırıyoruz, neleri unuttuk… Can Almanak 2015’i yayına hazırlayan Yekta Kopan, Zeynep Miraç, Sibel Oral ve Emre Taylan ile ülkedeki kültür sanat iklimini, üretimi ve açmazları üzerine konuştuk…
Almanak hazırlama fikri nereden doğdu? Bu ekip nasıl biraraya geldi?
Yekta Kopan: Almanak fikri aslında hafıza kaydı tutmayı seven ve hafıza kaydı tutmanın toplumun şu çok kutupluluğunun, çok başlılığının en iyi ilaçlarından, toplumun kendini yenileyememesinin ve yüzleşememesinin en iyi ilaçlarından biri olduğuna inanan bir kadronun biraraya gelmesiyle oluştu. Uzun zamandır benim zihnimde olan bir fikrin, Can Yayınları tarafından kabul görmesi, heyecanla karşılanması, Can Öz ve Sırma Köksal’ın çok katkı sağlayıcı bir tavır sergilemesi ve daha sonra da böyle bir ruhu taşıyabilecek bir kadronun biraraya gelmesiyle oluştu.
Uzun zaman derken? Yani bu, türlü engellerle hayata geçememiş bir proje miydi yoksa fikir aşamasında mıydı hep?
Y.K.: İkisi de. Uzun zaman derken, kafamda en az üç dört yıldır olan bir fikirdi. Hayata geçirilmesi için tabii ki çeşitli elementlerin biraraya gelmesi gerekiyor: doğru kadro, doğru yayınevi, doğru bakış açısı, doğru zamanlama. Türkiye’de özellikle son dört beş yıldır üzerinde çokça konuştuğumuz kültür sanat atmosferi, özgürlük ve hareket alanlarının giderek sınırlanması, bu konudaki bir yüzleşmeyi daha da gerekli kıldı. Doğru zamanlama giderek kendini daha fazla hissettirmeye başladı. Almanak, dediğim gibi, doğru zamanlamada doğru yayıneviyle buluştuğunda ve doğru da bir kadro olduğunda gerçekleşebildi. Dışarıdan nasıl görünüyor bilmiyorum ama gerçekleşmesi kolay bir proje değil aslında. Kolektif projelerde ortak bir dil yaratmak, ortak bir çalışma disiplini yaratmak kolay değildir. Bu ekiple onu yaratabildik…
Nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Zeynep Miraç: Uzunca bir çalışma yürüttük. Mart itibariyle çalışmaya başladık ve Mart’tan bu yana da düzenli bir şekilde çalışıyoruz. Biz, yani, bundan bir ay önce geri dönüp, tüm tarihlere bakıp, bu gördüğünüz Almanak’ı oluşturmadık. Günbegün Almanak’ın konuları da kendiliğinden hazırlandı, aslına bakarsanız. Bu ekip hep buluşarak, konuşarak, okuduğumuzu, gördüğümüzü, kendi seyrettiğimizi, dinlediğimizi biriktirerek ve zaten dünya görüşlerimiz de birbirine çok yakın olduğu için çokça uzlaşarak çalıştık.
Yekta, siz “doğru ekip” vurgusu yapmıştınız. Zeynep, dünya görüşlerinizin birbirine yakın olduğuna değindiniz. Doğru ekipten kastınız bu mu? Böyle bir çalışma için dünya görüşlerinin yakın olması mı gerekiyordu?
Y.K.: Dünya görüşü aynı deyince, dünyaya aynı kapıdan bakan insanlar değiliz; aynı dilden konuşabilen, birbiriyle anlaşabilen insanlarız. Hepimiz aynı kapıyı açıp bakmıyoruz dünyaya. Birbirimizle tartıştığımız, sevimli bir şekilde “didiştiğimiz” anlar da olmuyor değil. Tam da bunu istediğimiz bir ekip vardı. Çünkü aynı yerden bakarsak, tek sesli metinler ortaya çıkacaktır. Önemli olan, farklı görüşlerde de olsanız, farklı yerlerden de baksanız dünyaya, aynı dili kurabilmek, ortak bir dilde buluşma isteğinizin olması. Bu ekip öyle bir ekip. Bunun önemi de kendini bence Almanak’ta gösteriyor. Tek bakış açılı olmayan, soğukkanlı, nesnel olmaya özen gösteren ama öznel olması gereken yerde de geri adım atmayan ve korkak olmayan bir dil oluşuyor o zaman…
Nesnelliği yakaladığınızı düşünüyor musunuz?
Emre Taylan: Türkiye gibi bu kadar çalkantılı, kültüre ve sanata bu kadar saldırının olduğu bir yerde ve bir dönemde nesnelliği yakalamak zor muhakkak ki. Çünkü insan ister istemez kimi zaman hiddetleniyor, kimi zaman öfkeleniyor, kimi zaman üzülüyor, hatta hayal kırıklığına bile kapılabiliyor. Fakat bunu olabildiğince mesafeyle yapamasaydık, kendi içimizdeki dertleri, hayal kırıklıklarını yansıtmış olurduk. Bence başardık.
Y.K.: Mesele şu: Biz bu işi yaparken mümkün olduğunca soğukkanlı davrandık. Konu edindiğimiz özneye bir kol boyu mesafe koymayı başarabildik. Bir yandan da şuna özen gösterdik: Okurun zihnine güvenen bir almanak bu. Dolayısıyla biz, konuyu nesnel, soğukkanlı bir şekilde ortaya koyduk ama başlık seçimleri, cümlelerin diziliş seçimleri veya fotoğraf seçimleriyle okurun da o olay üstüne her bir maddeden, her bir haberden sonra beş altı saniye “Yahu bu böyle olmalı mıydı” diye kendi zihninde düşünmesine izin verdik. Bu çalışmanın temel editöryal bakış açısı, bence okurun zihnine güvenmesi.
Z.M.: Bir olayı söylüyoruz ama başını ve sonunu da söylüyoruz. Aslında hiç bağlantılı gibi görünmeyen ama arka arkaya geldiğinde bir bütün oluşturduğunu fark ettiğiniz sanat haberleri var burada. Belki bunların birçoğundan haberdardınız ama insan unutabiliyor; daha da önemlisi, bunlar biraraya geldiğinde gördüğünüz şey aslında bir iklim. Bu iklimi kavrıyorsunuz. Tabii ki gazeteciler olarak biz, Sibel’le ben meslekten gazeteciler olduğumuz için, o nesnellik kaygımız hep vardı ama herkes tabii ki hayat boyunca biriktirdikleriyle bakıyor her şeye. Bence biz her şeyden önce adil olmaya gayret ettik.
Hareket alanlarının sınırlandığı kültür ve sanat atmosferinden, iklimden bahsettiniz. Bu iklimin özelliklerinden bahseder misiniz? Bu çalışmayı inceleyince nasıl bir iklimle karşılaşıyoruz?
Y.K.: Serin. Almanak’ın kapağına “sansürsüz” sıfatı taşınması da aslında bize o atmosferin serinliğini hissettiriyor. Türkiye’de bugün birkaç açıdan oluşan bir sansür iklimi var. Bu, sadece muktedirin belirlediği bir sansür iklimi de değil, aynı zamanda artık Türkiye’nin son dönem toplum yaşamına da sinmiş olan, artık bireyin ya da küçük toplumların kendi içinden çıkardığı baskı gruplarının yarattığı sansür de var.
Kapaktaki vurguya geleceğim ama doğru mu anlıyorum: Sansürü artık toplum mu istiyor?
Y.K.: Bir örnek vereyim, belki böyle şiirsel cümlelerden daha iyi anlatacaktır: Ağustos ayında bu ülke terör saldırıları, şehitler, bombalı saldırılar gibi coğrafyasının her bir yanından gelen ölüm haberleriyle haklı olarak çok üzüntü duydu ve insanlar bundan rahatsızlıklarını dile getirdikleri için bütün konserler iptal oldu. Aynı toplum, “Spor birleştirir, kardeşliği pekiştirir” diye hiçbir spor faaliyetinin iptali yönünde bir talepte bulunmadı. Üstelik orada da birleşmeyi, kaynaşmayı değil, yuhalamayı, ıslıklamayı bize gösterdiler. Aynı toplum herhalde insanları sanat etkinliklerinden, tiyatrolardan, konserlerden daha çok evlilik programlarının birleştireceğini düşünüyordu ki onlar iptal olmadı. Dolayısıyla bu cepheden de, bu cepheden de akan baskı, sansür, bir parmak sallama ortamına herhalde “serin” demekten başka bir şey diyemeyiz.
Bu verdiğiniz örnek, sanatın toplumda yeterince heyecan uyandırmadığına işaret etmez mi?
Y.K.: Ben öyle düşünmüyorum.
Z.M.: “Nasıl bir iklim” dediniz; bir kere, topyekûn bir iklim. Almanak’ta kültür sanatla ilgili olan bölümün üstünde bir zaman tüneli göreceksiniz ki orada da toplumun diğer alanlarında olan bitenler var. Hepsi birarada. Toplumun, siyasetin bir bölümü, hayatın diğer bölümünden muaf değil. Kültür sanat da muaf değil. Bizim belki burada en çok söylemek istediğimiz şeylerden biri, bu topyekûn iklimin altını çizmek. Birbirimizden ayrı değiliz. Toplum sansür mü istiyor, diyorsunuz; o değil. Toplum bunu soluyor. Toplumun soluduğu hava bu. Bu bir talep değil.
Y.K.: Aynen. Siz hangi havayı solursanız, bir dönem sonra aldığınız oksijene göre davranmaya başlıyorsunuz. Ama bir yandan da, belirli dönemlerde sıkça verilen ve özellikle entelektüelin sırtını dayadığı bir cümle vardır ya, “II. Dünya Savaşı sonrası Almanya ilk önce opera salonlarını yaptı,” pek de doğru bir cümledir. Bizim bu Almanak’ta göstermek istediğimiz; evet, gerçekten de dünyanın veya ülkenin sıkıntılı dönemlerinde ilk yapmamız gereken, sırtımızı yaslamamız gereken yer, bize bizi gösterecek olan sanattır. Ama işte sanat da Türkiye’nin bu yılında, böyle bir atmosferde, böyle bir iklimde bir şeyler yapmaya çalışıyor.
Böyle bir iklimde neler yapılıyor peki? Bestecilerin eserleri repertuardan çıkarılıyor, tiyatroda sansür, tiyatrolara ödenek kesintisi, yayınevlerine neredeyse denetimli serbestlik veriliyor… Bir yandan da Abluka, Sarmaşık gibi filmler önemli festivallerden ödülle dönüyor, müzeler restore ediliyor. İklimden bahsettik ama üretime baktığımızda, nasıl bir yıldı 2015?
Sibel Oral: Bence her şeye rağmen, özellikle bu son bir yılda yaşadıklarımıza rağmen, hiç de fena bir kültür sanat ortamı yoktu. Baktığınızda, filmlerin yurt dışı festivallerinde ödüller alması, açılan sanat merkezleri, sergiler, festivallerin Anadolu’da gezmesi… Bunlar, her şeye rağmen, yaşadığımız bütün o korkunç yıla, bütün o kıyımlara, baskıya rağmen oldu… Biz sonuçta bu yıl içerisinde kendisini sahiden çok kötü hisseden insanlardık. Birçoğumuz böyleydik. Bütün bunlara rağmen yine de iyi şeyler oldu. Umarım önümüzdeki yıl, her şey biraz daha normal olursa, biraz daha toparlanmış olacağımızı düşünüyorum…
Hep konuşulan bir ayrım vardır ya; sanat “devlete rağmen” mi “devlet sayesinde” mi… Türkiye’de bu bir yıllık üretime baktığımızda, sanat devlete rağmen mi devlet sayesinde mi?
Y.K.: Almanak’ın buradaki bakış açısı, “sayesinde” ya da “rağmen” terazisinin üstünde gidip gelmek değil; Kültür ve Turizm Bakanlığı ve/veya herhangi bir yerel yönetimin kültür dairesi doğru adımlar attıysa biz bunu da paylaştık. Doğru adımlar derken, biz kendimizi bunun bilirkişisi de belirlemedik, böyle bir iddiamız yok ve asla olmayacak; ortaya çıkan sonuç onun alıcısını mutlu etti mi etmedi mi… Ama aynı şekilde aynı bakanlık, aynı yerel yönetimler veya aynı bürokrasinin insanları üzen herhangi bir uygulaması olduysa, bunları da paylaştık. Bu nedenle, “rağmen” ya da “sayesinde” diyemem. Ama şunu söyleyebilirim; genel olarak 2015’in kültür sanat almanağına baktığımızda, ülkedeki kültür sanat politikalarının ve aynı zamanda bu politikaların işletilmesini sağlayan yasal düzenlemelerin yeterli ve özgürlükçü olmadığını çoğu noktada görebildik.
Z.M.: Şunu belirtmekte fayda var, burada üretimle ilgili hiçbir yargıda bulunmuyoruz. “Devlete rağmen” veya “sayesinde” sorusunun cevabını da ben üretenlerin daha iyi vereceğini düşünüyorum. “Rağmen” mi “sayesinde” mi onlar daha yaratıcı veya üretken oluyorlar, onların alanı.
“Sansürsüz Kültür Sanat Yıllığı” ne demek? Buradaki içerik başka bir yerde sansürlenmiş miydi? Neye işaret ediyorsunuz?
Y.K: Aslında sansürsüz denmesi, “Bakın, neler de oluyor bu ülkede” hınzırlığı değil, bizatihi durumun ta kendisi… Bir müzisyenin eserleri repertuardan kaldırılıyor, oyunlar yasaklanıyor, sahneleri çıkarılıyor, sergilerde kimi tabloların kaldırılması isteniyor gibi gibi birçok şey… “Bütün bunların olduğu bir ortamda, kültür sanat ne yapıyor”un anlatımıdır. Ben kişisel olarak şunu söyleyeyim; Almanak uzun soluklu olsun isterim ve dilerim en kısa sürede kapağında sadece “Kültür Sanat Yıllığı” yazar.
Z.M.: Ben aslında bütün bunları, hak ve özgürlükler üst başlığı altında konuştuğumuzu düşünüyorum. İnsan hak ve özgürlüklerinden söz ediyoruz aslında. Ben mesela, “Sansürsüz Kültür Sanat Yıllığı” deyince, sansürsüz sıfatının yıllığa değil de, kültür ve sanata işaret etmesini dilerim. Kültür ve sanat sansürsüz olsun yıllığı bu. Biz bunu hatırlatalım, söyleyelim, gözden kaçmasın, unutulmasın, tekrarlayalım, tekrarlayalım, tekrarlayalım ve bütünü görelim ki o kültür ve sanat sansürsüz olsun. Bizim yıllığa “sansürsüz” dememiz gerekmesin.
Peki, “bütün bunların olduğu bir ortamda kültür sanat ne yapıyor?” Almanak’ın bakış açısını değil de; Almanak’ı hazırlayan kişiler olarak sizin bakışınızı merak ediyorum: Sanat yeterince ses çıkarıyor mu?
Y.K.: Evet evet. Kısa ve öz. Yani, kültür ve sanata veya bunun üreticileri olan insanlara bütün bu atmosferi, karanlığı temizleme sorumluluğu yüklenmesini, “Bak, sen yeterince temizleyemiyorsun” sorumluluğu yüklenmesini sevmiyorum. Kültür ve sanat, sonuçta bir yüzleşme sağlamakla mükellefse, bu mükellefiyetini yerine getiriyor, elinden geldiğince, nefesi yettiğince. Bu yüzden de: Evet. Şu da bu ülkenin yine açmazlarından biri: Yeterince sesini çıkarmıyorsun, bak ortalık ne kadar isli sisli, sen bunu temizleyecek kadar güçlü bir nefes vermiyorsun… Hayır, o ciğerinin yettiğince nefesini veriyor.
E.T.: Evet, Türkiye böyle görünüyor ama baktığınızda İstanbul Film Festivali 35’inci yılında, iyi edebiyat, iyi kitap basmaya çalışan oldukça fazla yayınevi var. Hâlâ tiyatro var, hâlâ opera yapmaya çalışan insanlar var. Dolayısıyla bunların sayısının artmasını gönül tabii ki ister, ama bütün kabahati de “sen filmini şöyle çek, kitabını böyle yaz, aryanı böyle oku” denilen sanatta bulamayız, herkes elinden geleni yapıyor bir yandan da…
Z.M.: Sanatın icracısına yaptığı işin ötesinde, toplumun sözcüsü olma gibi bir görev yüklenmesine ben de karşıyım.
Y.K: “Sanat sanat için mi, toplum için mi”ye kadar gider bu…
Z.M.: Hayır, “sen işini yap, sonra da muhalefetini de benim istediğim gibi yap” gibi bir misyon yüklenmeye çalışılıyor ya sanatçıya, ben bunu yakışıksız buluyorum.
E.T.: Bunu iktidar yapıyor. Bundan evvelki iktidarlar da yapıyordu. “Millî sanat yap” diyor. “Bizim sanatçılarımız, millî değerlere, hassasiyetlere göre sanat yapar” diyor. Bir de, hizaya çekmeye çalışıyor. Genel anlamda zaten toplum hizalanmaya alıştırıldığı için, bir çizgi çekilsin ve herkes bu hizaya gelsin isteniyor.
Bu hizaya çekme tavrının sadece iktidardan geldiğini söyleyebilir miyiz? Muhalefet de bunu yapmıyor mu?
Y.K.: Evet, yapıyor.
E.T.: Evet, ne yazık ki, öyle bir hizalanma kültürü var burada.
Z.M.: Bir kere misyon yükleniyor: Madem ki sanatçısın, işinle doğrudan bağlantılı olmayan bir noktada da söz söylemek zorundasın. Her zaman yaşadığımız şey: Bu konuda sustu. Niye konuşsun ki?
Almanak’a dönersek… Sizce 2015’te Türkiye’de yayımlanan en önemli kitap Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanı ile Dikmen Gürün’ün Yıldız Kenter’in hayatını anlattığı Tiyatro Benim Hayatım mı? Neden sadece onlar var?
Y.K: Hayır, şu cevabı verme şansı veren bir soru sordun: Almanak’ta birkaç tane tiyatro oyunu var. Örneğin DOT’un Dövüş Gecesi var, örneğin Tiyatro Medresesi’nin bir oyunundan bahsediyoruz, bunlar 2015’in en önemli oyunları değil. Birkaç sergiden bahsediyoruz, bunlar en önemli sergiler değil. Çünkü bu “en,” “ilk,” “tek” sıfatlarını sevmeyen bir almanak.
Anlıyorum ama her seçim aslında bir şeyleri elemek anlamına geldiği için soruyorum aslında…
Y.K.: İki tip almanaktan bahsedebiliriz; biri hiçbir yoruma kaçmadan günbegün sadece birer ikişer cümleyle olayları kayıt tutan almanaklardır. Biri de seçen, editöryal karar verdiğini önsözünde ya da künyesinde belirten ve editöryal kararla Zeynep’in dediği gibi “iklim sunan” almanaktır. Bu da bir iklim sundu. Evet, Nobelli bir yazarımız, uzun bir süre sonra beklenen bir kitabını çıkarıyorsa, bu değerli bir haberdir. Ya da, Dikmen Hanım’ın Yıldız Kenter kitabı, iki ucuyla çok önemli bir kitaptır. Çünkü bir ucunda Dikmen Gürün var, bir ucunda Yıldız Kenter var.
Z.M.: Bu, yeni çıkan kitap haberi değil. Yıldız Kenter, Türk tiyatrosu için kıymetini oturup da burada tartışacağımız birisi değil. Bir yapı varsa, o bir tuğla da değil, bir duvar. Ve bugüne kadar hiç kimse onun kitabını yazmamıştı.
Y.K.: Yani soru geldi ve cevap: Haber değeri var.
Evet, buna haber metninde de değiniyorsunuz: Nasıl olur da bu ülkede bugüne dek Yıldız Kenter’in hayatı yazılmaz…
Y.K: İşte bu! Çok şeyi kaçırıyoruz. Evet ya, evet Yıldız Kenter’in hiç kitabı yapılmamış. İşte, hafıza tutmak tam da bu!
Z.M.: Başta konuştuğumuz tavır veya nesnellik meselesi var ya; biz yeni çıkan bir kitap diye değil, bu gözle bakıyoruz. Bugüne kadar Yıldız Kenter’in kitabı ilk defa yazıldı. Bunca yıl sonra… Bir kitaba bakıp bunu hatırlamak ve hatırlatmak istiyoruz.
Peki, malûmunuz Türkiye’nin gündemi sadece siyaset etrafında dönüyor ve hepimizin hayatını da sıcak siyaset yönlendiriyor. Böyle bir ortamda, “Yahu ne yapıyorum ben, neyle uğraşıyorum” dediğiniz oluyor mu?
Y.K.: Evet.
S.O.: Bende de oluyor. Daha önceki yıllarda, aktif olarak kültür sanat alanında gazetecilik yaparken de çok kez benzer duyguları yaşıyordum. Şimdi bu sene içerisinde Almanak’ı yaparken, düşünürken, takip ederken de bunu düşündüm hep. Bu sene çok da korkunç şeyler oldu. Mesela Suruç olduğunda, Ankara olduğunda, Cizre olduğunda sen diyelim ki Ekim ayını yapıyorsun, bir anda yüz insan ölüyor. İster istemez “Ben ne yapıyorum” diye soruyorsun kendine. Orada bilmem ne galerisindeki sergi mi şu anda önemli diye kendini sorguluyorsun. Almanak’ı yaparken Suruç’ta, Ankara’da ve 1 Kasım seçiminde hepimiz çok kötüydük…
Y.K: Özellikle Suruç ve Ankara’da darmadağındık.
S.O.: Ne yapacağız? Onu arada nasıl göreceğiz? Bütün bu çöküşü yaşarken, bu sorgulamaları yaparken, bir yandan da bir galeri haberi yapıyorsun. Çünkü bir şey yapmak zorundasın. Hepimiz herhalde kendimizi çok sorguladık…
Y.K.: Birbirimizi çok sağaltmamız gerektiği anlar oldu.
Z.M.: Sadece Almanak’la da ilgili değil, bu ülke her daim pek çok insana yaptığı iş her ne ise “Ben bunu niye yapıyorum” dedirten bir ülke… Burası doğru. Fakat ben bu tip yaşadığımız eşiklerde hep daha çok çalışılması gerektiğine, kim ne iş yapıyorsa onun işini daha iyi yapmak için çalışması gerektiğine inanıyorum. Bizim işimiz buysa, biz bunu daha iyi yapmak için daha çok çalışacağız. Başka bir yöntem yok. Yoksa hepimiz kahrımızdan ölelim. Bu olmadığına göre, daha çok çalışacağız.
Suruç ve Ankara’dan bahsettiğiniz için soralım. Mesela Temmuz ayının kapak görseli olarak Suruç seçilmiş ama Ekim ayının görseli Caz Festivali. Festival, Ankara’dan daha mı önemliydi? Ya da Suruç ile Ankara arasında farklı bir sınıflandırma mı yapıyorsunuz?
Y.K.: Hayır.
Z.M.: “Daha önemli,” “daha büyük” bunlar Almanak’ta hiç yok.
Y.K.: Tekrar ediyorum; bu gerçekten okurunun zihnine güvenen bir Almanak olsun istedik. Almanak’ı aldıktan sonra “Bak onu bu boyutta, bunu bu boyutta görmüşler” demeyeceğine okurun, eminim. Okur bunu anlayacaktır. Evet, bir iklimi bize yaymaya çalışıyorlar, buna böyle yer verebilmişler. Çünkü bazısının bir görsel karşılığı var. Suruç’ta çünkü çok değerli bir fotoğraf vardı.
Ankara’da da simgeleşmiş fotoğraf vardı…
Y.K.: Var, olabilir. Ama bunu bununla yarıştıralım gibi bir algımız hiç olmadı. Böyle tepkiler gelebilir, haklıdır da.
Z.M.: Böyle bir tepki gelebilir ama “Niye Almanak’a Suruç’u, Ankara’yı koydun” diye bir tepki de gelebilir.
Y.K.: Gelen tepki bu olsun yahu…
Almanak devam edecek mi?
Y.K.: Evet, edecek. Kişisel olarak söyleyeyim, dereyi görmeden paçaları sıvayan bir insan değilimdir. Hiçbir zaman yazdığım kitabın adını önceden açıklamayı başaramadım, kesin tarihler veremedim. Bu, tedirgin girişten sonra şunu söyleyeyim, biraz da ülkenin ve yayıncılığın durumuyla ilgilidir, ama edecek.