Edip Cansever, muhtemelen sezgiyle, mavinin varlığını ilk duyurabildiği zamandan itibaren yüklenip yüklenip zamanı gelince bıraktığı ve hemen yenisini yüklendiği anlamları kavramış olabilir mi?
03 Ağustos 2017 14:29
“Ihlamur ağacı olsaydım,
ıhlamurca konuşsaydık,
‘sen ıhlamur ağacısın’ deselerdi…”
E.C.
“İnsan deneyiminin akışkanlığı içinde bir istikrar kayasını simgeleyecek bir cümle aranırsa bu kuşkusuz şöyle bir şey olurdu: ‘Baba, gökyüzü neden mavi?’” (Deutscher: 39) Sorudaki tuhaflık, cevaplanmasının zorluğunda olabilir ama şimdilik onu bir kenara bırakıp, “Çocuk, gökyüzünün mavi olduğundan neden emin” diye soralım. Oysa dünyayı ilk algılama evresindeki isabetli sorunun “Gökyüzü ne renk” hatta “Gökyüzünün bir rengi var mı” olması gerekmez miydi? Belki o aşama geçilmiş, babası çocuğa gökyüzünün mavi olduğunu söylemiştir. Yani çocuğa bir algı ezberi dayatmıştır, çünkü ona da babası gökyüzünün mavi olduğunu söylemiştir, babasına da onun babası... Bu da böylece nesiller nesiller boyu süregelmiştir. Fakat ilginç olan ne biliyor musunuz? Homeros’un şiirlerinde mavi hiç geçmez.
Guy Deutscher, Dilin Aynasından: Kelimeler Dünyamızı Nasıl Renklendirir? adlı heyecan uyandıran, okuruna doygunluk hissi veren çalışmasının ilk bölümünde Britanya tarihinin en büyük devlet adamlarından biri olan William Ewart Gladstone’un, Homeros şiirleri üzerine gerçekleştirdiği çarpıcı çalışmayı ve o çalışmanın daha da çarpıcı sonuçlarını ele alır. Buna göre Gladstone, Homeros’un şiirlerinde renk kullanımlarının tuhaflığına dikkat çekmiş. “Teşbihte hata olmaz” sözü, “teşbihtir ne olsa yeridir” biçiminde anlaşıldığında Homeros’un renk kullanımındaki tuhaflığa bir açıklama getirilebileceği düşünülmüşse de Gladstone, bu kullanımların teşbihle açıklanamayacak kertede olduğunu da ispatlamış. Yani, “Teşbihte hata olmaz” sözü “Teşbih hatalı olmamalıdır” biçimindeki bilakis kısıtlayıcı anlamıyla alındığında, Homeros’un şiirlerindeki renk ifadelerinin çok dar olduğunu tespit etmiş. Henüz renk körlüğünün bilinmediği bir dönemde Gladstone, Yunanlıların renk körü olduğunu ileri sürmüş kısaca. Çünkü yalnızca siyah, beyaz, gri ve kırmızı kelimelerini kullanmış Homeros. Homeros’un kör olduğu yolundaki eleştirilere de yanıt vermiş Gladstone: Diğer tasvirleri o kadar canlı ki görmeyen birinin bunu anlatabilmesi mümkün değil. Bu sadece Homeros’a has bir durum olamaz mı, diyenlere de, eğer öyle olsaydı Homeros’u okurları eleştirir ve düzeltilmesini sağlardı, bugüne dek bu hâliyle gelmezdi, demiş. Peki nedir o hâlde Gladstone’un iddiası? Şu:
“Renkleri incelikleriyle ayırt edebilmesi için gözün öncelikle düzenli bir renk sistemiyle tanışık olması gerekiyor olabilir.” Renkleri yapay olarak kullanma ve denetleme deneyiminin azlığı, dolayısıyla malzemelerin renklerini bağımsız bir özellik olarak düşünmenin pek gerekli olmayışı yüzünden, gözün aşamalı eğitimi Homeros’un zamanında ancak yeni başlamıştı. “Bizde tam olarak gelişmiş olan organ, Homeros’ta henüz çocukluk dönemindeydi. Görme duyusu şimdi öylesine gelişkin ki, anaokullarımızdaki üç yaşındaki çocuk, soyumuz için yüce şairlik mesleğini kuran adamdan daha fazla renk biliyor, daha fazla renk görüyor.” (Aktaran Deutscher: 47).
Deutscher de araştırmasının sonunda şu sonuca varıyor: “Gladstone, Homeros’un ayrıntısız renk terimleri dağarcığının göz anatomisinin gelişmemiş durumunun yansıması olduğunu düşünüyordu. Biz ise son birkaç bin yılda gözün anatomisinin hiç değişmediğini, buna rağmen ayrıntılı renk terimleri dağarcığımızın aşıladığı zihin alışkanlıkları sayesinde kimi ince renk ayrımlarına daha duyarlı hâle gelmiş olabileceğimizi biliyoruz” (231). Soyumuz için yüce şairlik mesleğini kuran Homeros’un çağında çocukluk döneminde olan renk terimleri dağarcığımız, o yüce mesleğin Türkçedeki en yetkin seslerinden birinde, “tıpkı tuval karşısındaki bir ressam gibi” çalışan Edip Cansever’de, epeyce gelişmiş hâline ulaşmış sanki (Şiiri Şiirle Ölçmek: 251). Öyle ki onun şiirinde renklerin, renk olmaklığın dışında, “ayrıntılı renk terimleri dağarcığımızın aşıladığı zihin alışkanlıkları”na rağmen bin bir anlam rengine büründüğü görülür.
Cansever’in renk adlarıyla kurduğu anlam yelpazesinin her bir katını açabilmeyi sahiden isterdim. İsterdim çünkü o; gülmenin, düşünmenin, öğlen uykusunun, ağlamanın, belirsizliğin, acının, kokunun, cümlenin, iğrentinin, dakikanın, günün, yaşamın, mantığın, çocuğun rengini keşfeden ya da tüm bunlara bir renk vererek bütün harcıâlem bilgilerimizi ters yüz eden ve okurunu bir de böyle zenginleştiren bir şair. Cemal Süreya’nın aktardığı, “Şiir alışkanlıklara karşı bir yaylım ateştir” sözünü Edip Cansever için hiç tereddütsüz sarf edebilirim (275). Cansever şiirindeki renk kullanımlarının hangi anlamlara tekabül ettiğini anlatmaya kalksam “Şair burada sevgilisine sesleniyor adeta” seviyesinden öteye geçemeyeceğimi biliyorum. Eğer Edip Cansever şiirini daha bütünlüklü kavramak isterseniz size Devrim Dirlikyapan imzalı, Metis Yayınları etiketli Ölümü Gömdüm Geliyorum: Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri adlı kitabı öneririm. Bense Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Sonrası Kalır I-II’de toplam 125 kez geçen maviye yaklaştıracağım büyütecimi.
“Her zaman söylemişimdir, sanat yaşamdır benim için. O yaşam ki, usta bir elmas yontucusu gibi sözcükleri de yonta yonta çok görünüşlü bir nesneye çevirir. İlk sesi verir, son sesi geri ister” der Cansever (Şiiri Şiirle Ölçmek: 25). İşte onun şiirinde mavi de böyle işlenmiş, çok görünüşlü bir nesneye dönüşür. Kimi zaman ses, kimi zaman da meramını anlatmak için gereklidir bu: “Şiirin bitişi yalnız anlamına da bağlı değil. Şiirin bir de ses olarak bitmesi, tamamlanması var. [….] Bazen anlam bile biter de, insan gene de bir ses koymak ister yanına, ya da ses biter, anlam bitmez” (Şiiri Şiirle Ölçmek: 282). Kimi zaman da, çok etkilendiğini sıklıkla söylediği T. S. Eliot’un “nesnel karşılık” kuramından yola çıktığı için yapar bunu. Şiirine bir dekor, bir fon hazırlaması gerekir Cansever’in. Bunun için de nesnelere ya da nesneleştirmeye ihtiyaç duyar çünkü “coşkularımız, duygularımız, düşüncelerimiz şiire aktarıldığı zaman oradaki nesnel karşılıklarını bulmalı. Bir şiir, içindeki nesnelerle, içindeki yaşam biçimleriyle, ilişkilerle ve daha bir sürü öğeyle oluşturulur. Ve ben buna çok inanıyorum” der (Şiiri Şiirle Ölçmek: 279).
Zannediyorum ki mavi en çok da kendisiyle doğrudan bağ kurduğunda kullandığı bir kelime/ ses/ nesne/ şey/ metafor/ imge/... Ülkü Uluırmak’ın hazırladığı Edip’in Lastik Topu’nda, Cansever’i anlatan yakınlarının hemen hepsi onun deniz tutkusundan söz ediyor. Kızı Nuran Birol, babasının deniz ve maviyi bir tuttuğunu ifade ediyor (59). Evet, Birol haklı. Gökyüzü de deniz de çoğunlukla mavidir onun şiirinde. Ya da bu iki sözcük yerine doğrudan maviyi kullanır. Hatta kendi aklı için de: “Sular insanlar gibi geçiyor aklımdan/ Mavi aklımdan.” Hatta hatta, “İnsan: mavinin içindeki düşünce”dir ona göre.
Homeros’ta hiç geçmeyen mavinin, Edip Cansever şiirinde bunca anlama bürünmesi, “Sanki ilk gözyaşının tarihini buldum, üstünü çizdim” derkenki o ilkliğe dönüşle de ilgili olabilir mi? “Ne güzel kelime şu ‘olabilir’” (Şiiri Şiirle Ölçmek: 39). Demem o ki, Edip Cansever, muhtemelen sezgiyle, mavinin varlığını ilk duyurabildiği zamandan itibaren yüklenip yüklenip zamanı gelince bıraktığı ve hemen yenisini yüklendiği anlamları kavramış olabilir mi? “İsterim geçmek isterim az az yaşamakla bir şeyleri/ Mavi bir zamandan kalma’yı, mavi bir zamanı bilme’yi” derken mavinin geçirdiği tarihsel evreleri de farkında olmadan ya da belki farkında olarak anlatıyor, şiirine dâhil ediyor olabilir mi? Bunu yaparken de mavinin bugün çağırdığı, “özgürlük, sınırsızlık” anlamlarına bir de tarihsel fon kuruyor olabilir mi?
Michel Pastoureau’nun Mavi: Bir Rengin Tarihi adlı kitabında mavinin geçirdiği evreleri, atlattığı badireleri görebiliyoruz. Romalılara göre, düşmanlarını korkutmak için bedenlerini maviye boyayan barbarların, Keltlerin ve Germenlerin rengidir o. Özellikle cumhuriyet döneminde Roma’da mavi giyinmek kişiyi küçülten bir şeydir ya da yas işaretidir. Batı Afrika kültüründe de yas işaretidir mavi. Daha sonra Amerika’ya gidecek ve orada tarlalarda köle olarak çalışan Afrikalıların dilinde hüznü, özgürlüğü ve çok derin acıyı ifade eden şarkılardan doğarak bugün rafine müzik zevki olanların dinlediği “blues”a dönüşecek olan mavi. “Aslında açık olduğunda çirkin, koyu olduğunda kaygı verici olan bu renk, çoğu zaman ölümle ve ölümden sonra gidilen yerle ilişkilendirilmiştir. Mavi gözlere sahip olmak ise, neredeyse fiziksel bir çirkinliktir. Kadında pek iffetli olmayan bir mizacın işareti, erkekte, kadınsı, barbar ya da gülünç bir özelliktir” (32-33). Antikçağ’dan itibaren bir tür fon olarak kullanılan daha çok griye yakın soluk mavi, Ortaçağ’da kimi rahiplere göre yasaklanması gereken bir renktir. Bu yüksek rütbeli rahipler yalnız maviye değil, tüm renklere karşıdır çünkü “Latince color sözcüğünü, celare, saklamak fiili ailesine bağlayan bir etimolojiye dayandırırlar: Renk, saklayan, görünmez hâle getiren, yanıltandır” (52). Tam da Edip Cansever’in seveceği türden bir itiraz bu. “Kelimelerin olanaklarını zorlayan,” genişleten Cansever, “Örneğin Sir Arthur Eddington, dini atomun matematik kanunlara karşı gelmesi olayından çıkarıyor. Şair ise, tersine, açıyor, renklendiriyor, genişletiyor gerçeği” derken Ortaçağ rahiplerine bir şair inadıyla cevap veriyor gibidir. Bu aşırı muhafazakâr rahiplerin karşısında maviye ilahi anlamlar yükleyenler de vardır. Onlara göre ise mavi, kutsal bir renktir: “Altın sarısı gibi, mavi de ışık, tanrısal ışık, göksel ışık, yaratılmış olan her şeyin içinde yer aldığı ışıktır. Bundan böyle ve birçok yüzyıl boyunca Batı sanatında ışık, altın sarısı ve mavi neredeyse eşanlamlı olacaktır” (50). O sırada Edip Cansever “Aklıma geldi birden/ İstanbul’da doğup büyüyen/ Herkes/ Masmavi düşünür kendini bir mozayık gibi/ Mavi bir dünyadan gelir önce/ Mavilerle yaşlanır/ Koyu mavi bir toprakla örtülür üstü” der. Çünkü “İstanbul denizinin mavi bir kapı gibi açılıp kapandığı” sokaklara vurmuştur kendini, şiirini yazdığı zamanı buruşturup bir köşeye attıktan sonra. “Ve dolaştım Bizans meyhanelerini bir bir” der: “Nemli, küf kokan sütunların dibinde hemen/ Adamlar gördüm, yürekleri gözlerine taşan adamlar/ Boşalan oradan da gözyaşı gibi/ Tam gözyaşı gibi (öyle diyorum, çünkü yasları eksikti, silinmişti kaygıları da, acıları desen, yoktu ki. Yani bir gözyaşıydı ki, şahinin boşluktan kopardığı elmas, kaskatı, gene bir elmasla kesilebilen ancak)/ Ne dualar geçerliydi onlar için, ne de/ Dünyayı sanatıyla öğrenen bir gökyüzü işçisinin bilgisi/ Hiçbiri/ Ve anlattımdı efsanesini onlara/ Suya yeni indirilmiş bir teknenin/ Nasıl filizlere boğulduğunu. Ve sonra/ Dedimdi, kaynağıdır mutluluğun insan da/ Kuruyup kalsa da bir ağaç gövdesi gibi/ Ve ardımdan kirli bir su birikintisi beni/ İzledi durdu yıllarca.”
“Dünyayı sanatıyla öğrenen gökyüzü işçisinin bilgisini” mavinin eski heybesiyle Ortaçağ Bizans’ından alır bugüne getirir Edip Cansever. O heybenin içine İngilizceden gelen bir anlam da koymuştur yolda belki. Dictionary of Words & Phrase Origins adlı kitabında Martin Manser, İngilizce mavi sözcüğünden türemiş “blue blood” ya da “blue- blooded” kelimelerinin kraliyet ailesi ya da aristokratlar için kullanıldığını ifade ediyor. Bu, İspanyolların Mağripliler için olumsuz bir anlamda kullandığı “sangre azul” kelimesinin İngilizceye tercümesidir. İspanyollar, Mağriplilerin, esmer olmaları nedeniyle kanlarının mavi olduğunu düşünürmüş (31). “Bende herkes var, diyen kızın titrek/ Sesleri dökülüyor kucağıma/ Dudaklarım kan mavisi bugün” diyen, “Bezik Oynayan Kadınlar”ın Cemile’sinin İspanya’da bir Mağripli ne hissederse onu İstanbul’da hissettiğini, yapayalnızlığının içinde varoluşunu sorgularken, kendini “bir oyuk” kadar değerli gördüğünü söyleyebilirim.
Manser, “once in a blue moon” biçimindeki bir kullanımdan daha söz ediyor. İlk kez 16. yüzyılda kaydedilmiş bu kullanım. Bizim “kırmızı kar yağınca” gibi bir anlama tekabül ediyor. Çok çok nadir olarak ayın mavi görünmesine binaen bir tür imkânsızlığı ifade ediyor (31). Kırmızı kar yağışı da çok ender olsa bile görülebilen bir doğa olayıdır zaten. Popular Science Türkiye’nin son yıllarda Şırnak’ta görülen kırmızı kar yağışı için hazırladığı bir habere göre, kırmızı kar tarihe ilk kez Aristo tarafından geçirilmiş ve “kanlı kar” adını almış. Kırmızı ile kan arasındaki ilişkinin üstüne düşünmeye çok değecek bir tarafı yok gibi görünüyor olabilir fakat Deutscher’in şu sözlerine bir baktıktan sonra karar verelim, derim:
Pek çok dilde kırmızı rengin adı “kan” kelimesinden türemiştir. İlginçtir, bu dilsel bağlantı kuşaklar boyunca Kitabı Mukaddes tefsircilerinin kafasını yormuştur, çünkü söz konusu olan insanlığın atasının adıdır. Kitabı Mukaddes etimolojisine göre Âdem adını yapıldığı adamah denen kırmızı çamurdan alır. Ama adamah kelimesi de Sami kökenli adam, yani “kırmızı” kelimesinden gelir ve bu kelimenin kökeninde dam yani “kan” kelimesi vardır.
(Deutscher: 97)
Bizim bugün kullandığımız “kırmızı” sözcüğü de dolaylı olarak “kan”dan türemiştir. Kırmızı renginin aslı “kırmızî”dir ve kırmız böceğinin kanından üretilebilen bir renktir. Kahverengiye eskiden “sincabi” denmesi gibi. “Sincap rengi” ne oldu da kahverengiye döndü onu bilmiyorum. Bugün kullandığımız “mavi” sözcüğü de Arapça “su rengi” anlamındaki “maî”den gelir. Mai ve Siyah’tan biliyoruz onu da. İçinde yetiştiğimiz kültürde bir şeye benzetilerek kavranan bir olguysa şu renk; bir parmağın, bir zamanın ya da dudağın, cesedin de mavi rengi çağırabileceğini neden düşünemesin ki Edip Cansever? Düşünür pekâlâ ve düşünüp onu uygun sesinin içine yerleştirir. Hatta maviyi hiç kullanamayan atası Homeros’un yerine de kullanır. Buraya kadar anlattıklarım sizi ikna etmediyse ve Cansever’in “Yani ben şiirimin çok çeşitli anlamlara gelmesini istemem. Neyi söylüyorsam tam yerini bulmasını isterim” (276) sözlerini hatırlatarak itiraz edebilirsiniz. Haklısınız, derim ben de; “Şiirin anlamı, şairin kişiliğine sıkı sıkıya bağlıdır” (83) fikrindeki Cansever için mavi nedir o hâlde diye sorarım sonra. Söyler:
Maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi
Bir renk değildir mavi huydur bende
Ve benim yetinmezliğimdir
Ve herkesin yetinmezliğidir belki
Denecektir ki bir süre
Ve denecektir
Bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.