Çember’e göre yapılan her şey, gidilen her yer paylaşılmalı, tüm odalarımız şeffaf olmalı ve ülkelerin meydanlarında, parlamentolarda, sahillerde, hastanelerde, sokaklarda bir gözetim mekanizması oluşturulmalı
18 Ağustos 2016 13:45
“Beni izliyorlar. Sadece okulda veya sosyal hizmet teftişlerinde, mahkeme veya karakolda değil, her yerde izliyorlar. (...) Gözümü hiç çekinmeden veya çok uzun bir süre bir şeye diktiğimde oradalar. Şarkı söylediğimde, arabayla dolaştığımda, ufacık bir kıvılcımdan isyan çıkardığımda, hatta banyodayken bile beni izliyorlar.”
Panoptikon, Jenni Fagan
“Sır hakkı korunmuyorsa eğer, totaliter bir uzamdayız.”
-Jacques Derrida
Tracey Emin, depresyonda olduğu birkaç gün içinden çıkmadığı, darmadağın ve kirli çarşafla örtülü yatağını Tate’de sergilemeye başladığında takvimler 1999 yılını gösteriyordu. Bir sanatçının, yatağını bir galeride sergilemesi fikri çokça konuşuldu, eleştirildi, neticede Emin’in My Bed adlı eseri Turner Prize finalistleri arasına girmeyi başardı.
Yatağı bu kadar konuşulur hâle getiren ana sebep, kuşkusuz bir eşyanın ne kadar sanat eseri sayılıp sayılmayacağı ya da bu sınırın nerede başlayıp nerede bittiği hususuydu; yine de bu tartışma çok daha eskiye ait. Tracey Emin’in mahremini kamuya açması ve mevzubahis eşyanın bir yatak olması, tartışmayı körükleyen öğeydi. Emin sadece yatağıyla değil, yatağının kenarına yerleştirdiği nesnelerle de bir meydan okuma içindeydi: sigara paketleri, prezervatifler, içki şişeleri… Emin, kendini en doğal, en kusurlu hâliyle sunuyordu insanlara.
Bir depresyon sonunda ortaya çıktığı iddia edilen yataktaki kışkırtıcı öğe, ona bakanlarda, kendi özel hayatlarının da bir galeride sergilenme ihtimalinden kaynaklı bir ürperti, korku üretmesi olsa gerek. Ortada özel alanın taşındığı bir kamusal alan var ve bu akla ister istemez, “Peki ya benim özel alanım” sorusunu getiriyor. Emin’in açıklığı, bizi kendi hayatımızın olası teşhiriyle baş başa bırakıyor ve bakan özne olarak utanç, bakılan nesne olma olasılığından ötürü ürperti hissediyoruz.
Tüm dünyanın koca bir sergi hâline gelmekte olduğunu düşünelim; yatak odanız Emin’in yatağı gibi Tate’in orta yerinde. Hatta tek bir mekânda da değil: her cep telefonunda, her bilgisayarda, yatağınızın yanında içki şişeleri ve prezervatiflerle sergileniyor. Bakış her yerde, toplumun her katmanında. Bakış, hâkimiyet kurmak için mükemmel bir araç.
Çember bir şirket, binlerce çalışana sahip kocaman bir topluluk. Toplumun her katmanına bakışlarıyla sızmaya çalışan, meydanları, sahilleri, evleri, bahçeleri gözetlemek isteyen bir oluşum. Çember’e göre yapılan her şey, gidilen her yer paylaşılmalı, tüm odalarımız şeffaf olmalı ve ülkelerin meydanlarında, parlamentolarda, sahillerde, hastanelerde, sokaklarda bir gözetim mekanizması oluşturulmalı.
Şirket farklı alanlarda çokça yatırıma sahip. Küçük kameralar, çocukların kemiklerine yerleştirilen ve onlar kaybolduğunda hemen bulmaya yarayacak çipler, vs. Olan biten her şey bilinmeli, kaydedilmeli; bu sayede suçlar azalacak, insanlar birbirlerine karşı daha dürüst olacak. Gelen itirazlara karşı iki argümanları var:
a. Eğer gizliyi saklıyı bırakır bazı davranışları hepimizin yaptığını –seks, mastürbasyon, vb.– itiraf edersek, o zaman söz konusu davranış şaşırtıcılığını yitirir.
b. Eğer yaptığımız şey kaçınmayı tercih ettiren bir davranışsa –hırsızlık, gasp cinayet, vb.– o zaman izlendiğimizden ötürü, bu kötü şeyi yapmaktan vazgeçebiliriz.
Hâl böyle olunca, dünyanın kendisi ve Çember’in çalışanlarının bulunduğu yerleşke içindeki hayat, git gide kocaman bir sosyal medya platformuna dönüşüyor. Çember’in içinde çalışanlar, gittikleri her yeri paylaşıyorlar, iş dışı etkinliklerde check-in yapıp çalışma puanlarını yükseltiyorlar ve bunları, gün geçtikçe isteyerek ve severek yapmaya başlıyorlar.
Teknoloji-ne-kadar-da-kötüye-gidiyor temalı kitaplarda ya da filmlerde beni rahatsız eden bir tip muhafazakârlık bulunur genelde. “Teknoloji kötüdür!” ya da “Hepiniz elinizde telefonla dolaşan zombilere dönüşüyorsunuz!” mesajlarının her tarafta gözümüze sokulması ve bunun, günümüzde de kullandığımız birtakım yararlı/zararsız uygulamaları karikatürizeleştirerek yapılması, içinizde bir “Hadi canım!” nidası yükselmesine yol açabiliyor. Anneannelere has yeniye tahammül edememe ve azarlama sezerim her izlediğimde ya da okuduğumda. Black Mirror’da, ölen kocasıyla, sosyal medyada yaptığı paylaşımları sayesinde tekrar telefonda konuşabilen kadını hatırlayalım: Onu izlerken, “Evet, teknoloji sayesinde kocasının yasını çabuk atlattı” diyen kimse yoktur. Bunun yerine, “Evet, burada büyük bir manyaklık, doğru olmayan bir şeyler var” deriz fakat bunun gerçekleşme ihtimali, bu tarz bir manyaklığın evrende hüküm sürme olanağı en azından tahayyül seviyemizi aştığından, izlerken bir ürperti duymayız. En azından duymam ve “Evet, teknoloji gerçekten de kötüye kullanılabilir, mesajı aldık” deyip sıkılmaya başlarım.
Çember’de ise durum biraz farklı. Kitap herhangi bir ileriki tarihte ya da uçan arabaların olduğu bir çağda geçmediğinden ve anlatılan konular ya da Çember şirketinin tanıttığı cihazlar çok da uçuk örnekler olmadığından (her yere yerleştirilebilen lolipop büyüklüğünde kameralar gibi), kitabı okurken kendi hayatımızın her an insanlara yayılabileceği korkusunu duyuyoruz. Bu, Tracey Emin’in yatağını izlemek gibi bir his uyandırıyor bizlerde: “Tüm yatak odam, yatağımın yanındaki vodka şişeleri ve prezervatifler, her an insanların gözü önüne serilebilir ve bu gerçekten de o kadar olasılık dışı değil.”
Çember, bir yanıyla, ileri bir dijital dünyanın getirebileceği kötülüklere değil de, bu dijitallik çevresinde örgütlenen kötü niyetli insanların cemaatleşmesinin korkunçluğuna dair bir kitap. Her şeyden öte işin kolayına kaçıp dijitalliği mahkûm etmektense, her şeyi gözetleyen Çember benzeri cemaatleri, toplulukları eleştiriyor. Kolektif olarak yapılan işten bireysel anlamda bihaber olma hâlinin yarattığı körlük ve bunun kurbağa - altı yakılan kazan örneği gibi işlenişi, dijital dünyadan daha ilgi çekici. Çember adlı bu topluluk, bu cemaat ya da örgütlenme, çalışanlarıyla birebir iletişime geçerek onları daha çok Çember’in bir parçası hâline getiriyor ve çalışanlarına şirket dışı yaşantılarında da şirkete dair birtakım sorumluluklar vererek her bölgeye sızıyor. Şirkete daha fazla emek ver, daha fazla iletişim kur (komünikasyon) ve cemaati (komünite) daha fazla sahiplen. Ağ ve işleyiş, bireyden çıkıp cemaat olmaya geçiş, ritüellerle tamamlanmakta.
Reel hayata GerçekSen adında bir uygulamayla dâhil oluyor şirket. İnsanların adı soyadı, kredi kartı bilgileri gibi her şey burada kayıtlı ve artık tüm sosyal medya hesaplarına bu hesapla erişmek zorundalar. İnternet trolleri bir gecede temizleniyor ve artık herkes sosyal medyayı kendi kimliğiyle kullanmaya başlıyor. İnternet trollerinin bu tarz bir önem arz ettiğini hep düşünmüşümdür: Kurmacanın demokrasiyle ilişkisi ve “ben değil, karakter” cümlesiyle inşa edilen güvenli alan, troller ve internet için neden geçerli olmasın? Her ne kadar trollerle ilgili yapılan çoğu araştırma, internet trollerinin sadist, psikopat, asosyal kişilerden oluştuğundan söz etse de, internet anonimliği sahip çıkılması gereken önemli bir konu.
Kitaba tekrar dönecek olursak, dijital mecra üzerine çekilen diziler- filmler, yazılan kitaplar arasında, en muhafazakâr olmayan, en akla yatkın kurgulanmış olanı. Temelde sosyal medya ne kadar kötü mesajını yaymakla ilgilenmemesi, az öğüt verip çok olay anlatması ve sadece olan biteni aktarıp doğruyu ve yanlışı ayırt etme işini bize bırakması, okumayı daha ilgi çekici kılıyor. Bu noktada, kitabın ana karakteri ve Çember’e kitabın başlamasıyla birlikte dâhil olan Mae önemli yer tutuyor. O da bizler gibi Çember hakkında çok fazla bilgi sahibi değil, o da bizim gibi Çember’in üst düzey yöneticileri tarafından sırların kalkmasının ne kadar da iyi bir şey olduğu konusunda ikna edilmek zorunda. O ikna edildikçe bizim de kafamıza soru işaretleri düşmüyor değil; bir yerde, şeytanın avukatlığını yaparken bulabiliyorsunuz kendinizi: Sırların ortadan kalktığı bir dünya gerçekten de çok mu korkunç?
Şeffaflığın gerekliliği, Çember tarafından insanların birbirlerine daha fazla güveneceği ve kötülük yapmayan insanların dünyaya iyilik saçacağı fikrine dayandırılsa da, sır tutma hakkının ortadan kalkması, bir şey söyleme özgürlüğünü de tedavülden kaldırıyor. Sır tutma hakkı, başka bir deyişle bir cümleyi ya da eylemi kendine saklama hakkı, aynı zamanda istenilen bir cümleyi söyleyebilme özgürlüğüdür de; sır tutulamayan yerde, kameralarla dolu avukat odalarında, doktor- hasta özelinin olmadığı kliniklerde söz hakkı ortadan kalkmış, totaliter bir uzama geçilmiş demektir.
Çember’de anlatılan evren şimdilik hayal gücümüzün, inanışımızın dışında. Yine de, açıklamaya yer bırakmayacak kadar büyük kötülüğün, tam da hiçbir zaman inandırıcı gelmeyen nosyonlarla, “Bütün bunlar nasıl olabilir” sorusuyla, anlamada ve anlamlandırmadaki zorluklarla geldiğini hatırlamakta fayda var.