Çevirmen ve hikâyeci: Pınar Kür

"İyi bir yazarın çevirdiği yazarlara bakarkenki içgörüsü benzersiz bir şeydir."

21 Ekim 2021 19:30

Editörlük yaptığım yıllarda önemli kitapları bir çevirmene emanet etmek ya da bir hikâye antolojisini başkalarıyla ortak çevirmek söz konusu olduğunda aklıma gelen, sevdiğim birkaç çevirmen/yazar vardı. Bir tanesi tatlılık ve yumuşaklık gerektiren ama sahte de tınlamayan bir dilde ustaysa, bir diğeri zeki bir yazarın sinsi art niyetlerini sezmekte maharet sahibiydi, bir diğeri argo bilirdi ama edebiyatı da boşlamadan, vs. Pınar Kür hemen aklıma gelen bu çevirmen/yazarlardan biriydi.

Bazı kitapları okuduğumda, “Ah, tam Pınar’a göre, o bunu müthiş çevirir!” derdim kendi kendime. Onu ikna etmek biraz zor olurdu, hemen kitabın birkaç baskı yapmayacağından, emeğinin ‘gene’ boşa gideceğinden yakınırdı – yadırgamamalı, bir çevirmen için çok haklı gerekçeler. Benim içinse bir kitap Pınar’ın eline düştüğünde olacağını bildiğim şeyler heyecan vericiydi; Pınar bir edebiyat eserinin yapısını-çatısını kavrama, yapının tuğlaları kelimeleri –mesela eski ya da çok yeni kelimeleri– yerinde ama çok bol bulamaç kullanmama, sonra onları yazarın üslubuna Türkçede en denk düşecek biçimde dizme sezgisine sahipti. Özellikle Anglo-Sakson edebiyatının yazı ustalarının karmaşık ama sağlam yapılarını bildiği duygusuna sahip olduğum için, bazı yazarları ona teslim etmek güven verici olduğu kadar heyecan vericiydi de. “Acaba Türkçede nasıl kulağa gelecek?” diye merakla beklerdim.

Onu çevirmeye ikna ettiklerim arasında Jeanne Winterson gibi o zamana kadar Türkçede hiç yayınlanmamış yenilikçi bir yazarın romanı Vişnenin Cinsiyeti, Nabokov’un en karanlık ve laf kalabalığından en uzak romanı Karanlıkta Kahkaha, Agatha Christie’nin yeni bir şey ‘denediği’ Roger Ackroyd Cinayeti ve Borges’in Seçtikleri dizisinden aramızda paylaştığımız dört Henry James hikâyesinin ona düşen yarısı vardır ki, bazen zevk için açar okurum. Kuşkusuz, Pınar Kür iyi bir eğitim görmüştü, çok okumuştu, çevirdiği dile hâkimdi, anadiline de hâkimdi, aileden gelme bir edebiyat zevki ve alışkanlığı vardı – ama bütün bunlar her zaman iyi bir çevirmen olmaya yetmez. Bir üslubun arkasında gizlenen yazarı sezmek ve “Acaba o Türkçede nasıl konuşur?”u merak etmek başka türlü bir hayal gücü ister.

Dostlarımızın Dostları adlı Henry James seçkisindeki hikâyelerin belki en güzeli, hem bir toplumsal karakter incelemesi hem de bal gibi hayalet öyküsü olan Saklı Yaşam’ın başında bir tatil beldesinde bir araya gelmiş bir grup insan hakkında, Türkçede mükemmel söylenmiş şöyle bir cümle vardır:

Aynı genel çevrenin insanlarıydık… Londra’daki buluşmalarımız düzenli değildi ama aynı toplumsal düzenin yasaları, dili, gelenekleri ve ilkeleri doğrultusundaydı. Aslında Londra’da böyle şeylerin sözü edilmez zaten ama burada farklı olmak gibi masum bir eğlencemiz vardı. … Buradaki koşulların Londra’dakinden daha insani olduklarını hissediyorduk – ya da belki biz kendimiz daha insani davranıyorduk.”

Pasaj, “Bunu açıkça söylemekten de çekinmiyor, tartışıyorduk” diye devam eder. James’de anlatıcının ‘fark ettiği’ gizlenecek değil, tam tersine açıkça, hissedildiği gibi, tam tamına söze dökülecek bir şey olduğu için kıymetlidir; tartışma düzeyine çıkarılarak daha da rafine edilmesi istenir. James’in karakterlerini hem çok inceden inceye belli bir sınıfa dahil eden hem de ‘nice maceralardan sonra’ insani yapan genellikle budur.

Çevirmeni gözümün önüne getiriyorum; metnin karşısında oturanın bu cümleleri bir laf kalabalığı ya da laf-ı güzaf saymayacak, konuşulanları takınılan ‘maskeler’ filan sayıp geçmeyecek, tam tersine, –sınıfsal kimlikleri saklı olmak şartıyla– insanların değişik ortamlarda değişik yüzler edinmeye yönelik ‘ruhi’ ihtiyaçları olduğunu anlayacak, sadece sadık değil ‘cool’ bir çevirmen oturduğunu görüyorum orada, metnin karşısında. Bu iki özellik bir arada önemli, çünkü ne dediğini çok iyi anladığınız yazara duyduğunuz hayranlık sizi kapıp götürmemeli, yazarın dediğini süslemeye çalışmamalısınızdır da. (Ama başka biçimlerde, yazara sadık kalarak yaratıcı davranabilirsiniz; hikâyeyi okuduğunuzda anlarsınız ki, hikâyenin özgün adı The Private Life tabii ki hemen akla gelecek üzere Özel Yaşam diye değil, Saklı Yaşam diye çevrilmelidir.)

Nitekim Pınar Kür’ün özellikle sevdiğim hikâyeleri de tam o ‘metnin karşısında oturan’ çevirmenin yazabileceği şeylerdir. Taksim-Maçka hikâyesinde yolda gördükleri biri hakkında eğlence olsun diye bir öykü uydurarak neşelerine neşe katan, görünürde masum ama aslında acımasız sayabileceğiniz yeni evli bir çift vardır. Ama her şey ‘tam da öyle’ değildir, iyi yazılmış karakterlerde kat kat nüanslar vardır.

Çok yeni evliydik o sıralar; evimize yeni yerleşmiş, birlikte çalıştığımız işe yeni girmiştik. Ve hiç kimsenin erişebileceğini olası saymadığımız bir mutluluk içindeydik. Öylesine mutluyduk ki, başkalarının mutluluğunu küçümseyebiliyorduk. Başkalarının mutsuzluğu ise bizimkine hiç dokunmadan, ama çok derinden çok geçici olarak üzebiliyordu bizi.

Vurdumduymazlığı kesinlikle olanaksız kılan, tersine duyarlılığı çoğaltan ama gene de birbirimiz dışındaki ilişki ve davranışlarımızı bir garip yüzeyselliğe indirgeyen bir mutluluk bulutu sarmıştı ikimizi.

Mutluluk denen, görünürde hiç ‘edebi’ olmayan o yavan şeyi kat kat soymak, bütün katları da zihninde evirip çevirmek:

Türkiye’nin geleceğinden umutsuzluğumuzdan da yakınıyorduk, ama derindeki mutluluğumuzu hiçbir şey bozmuyordu. Bozamazdı. Kişiyi akıl erdirilemez biçimde soyutlayan, dünyanın güzelliklerine yaklaştırıp, çirkinliklere (onları akıl algılamayı yoğunlaştırdığı halde) yabancılaştıran, bulunmaz bir aşk huzuru içindeydik. Biz ‘başkası’ydık kısacası, başkalığımızı sonuna dek yaşamamızı sağlayan her türlü ‘olağanın’ da ayrımındaydık.

Buradan, çağlayanlar halinde –diyelim– Pınar Kür’ün hiç gizlemeden sevdiği ‘aşk romanı’ moduna girebilir, başka bir güzel hikâyeye, Brahms’ın keman konçertosunun ritmlerini izleyerek bir ağacın yapraklarını aralayıp bir üst kat balkondan bir alt balkonun hikâyesine ‘dökülen’ Rapsodik Yaz Gecelerinde Keman’a geçebiliriz; hepsi de aynı binada, birbiriyle komşu karakterlerin değişik ağızlardan anlatılışı olan Bir Deli Ağaç hikâyelerinin ilki.

Hikâyelerin en sonuncusu, Bir Ayrılık Şarkısı ise belki de en can acıtıcı olanıdır. Bu son hikâye, gücünü her hayatın çözülmeyi bekleyen bir sır (ve de hatta belki bir suç) barındırdığı varsayımından/metaforundan aldığı öne sürülebilecek ‘dedektif hikâyesi’ hattında ilerler. Ama değişik bir dedektif hikâyesi; Bir Ayrılık Şarkısı, genç bir kadının mutat, sıkıcı anne evi ziyaretlerinden birinde nicedir gözünün önünde duran ipuçlarını yan yana getirerek birden annesinin hayatındaki bir sırrı çözüşünün ve bu sırrı şimdiye kadar tahmin edemeyişinden duyduğu suçluluğun hikâyesidir. Kitabın ilk hikâyesinde sığ, çalçene bir komşu kadın olarak küçük bir rolü olan anne, bu hikâyede ağır ağır ön plana gelir ve Henry James’in seveceği tabirle ‘insani’leşir.

Gene de hikâyenin sadece bir nedamet tonunda bitmemesi asıl ilginç yanıdır. Aynı zamanda, kitaptaki hikâyelerin gerçek kahramanı olan büyük evden ayrıldığımız hikâyedir bu sonuncu hikâye. Hikâyenin kahramanı artık hiçbir zaman –en azından, aynı biçimde– oraya dönemeyecektir. Bina ile bütün geçmiş bağını koparmıştır. Okur da kitabı bütün bütüne terk edecektir birkaç cümle sonra. Ama hikâye bizi takip edecektir. Neredeyse, eski evleri konu edinen Gotik hikâyelere yepyeni bir bakış gibidir hikâyenin sonundaki eve sesleniş:

Aramızda her şey bitti artık. Nakışlı tavanları, mermer merdivenleri, kafesli asansörü geri veriyorum.

Yetti. Bugünden tezi yok, temelli ayrılıyoruz.”

Her güzel hikâyenin güzel sonu gibi içimizi ürperten bir son. İyi bir yazarın çevirdiği yazarlara bakarkenki içgörüsü benzersiz bir şeydir.