Cumhuriyet’in 15. yılında roman ve hikâyeciliğimiz: “Rönesans geride değil, ileridedir!”

Sadri Ertem: “Türk edebiyatından bahsederken, bir takım evvelden edinilmiş fikirleri bir kenara bırakmak ve 15 senelik hikâye ve romanı olduğu gibi karakterlendirmek icabeder. Rönesans geride değil, ileridedir.”

Cumhuriyet’in kuruluşunun 98. yılını kutluyoruz. 100. yıla çok az kaldı. Kurulduğundan beri kutlanan Cumhuriyet için sonu beşli ve onlu biten yıllarda özel kutlamalar yapılmış, çeşitli sanat dallarında eserler verilmiş, kitaplar yayınlanmıştır. Gazete ve dergiler de bu özel güne yayınladıkları özel sayılarla katılmışlardır. İlk başlarda Cumhuriyet’in başarıları sayılarla, grafiklerle anlatılmış, çeşitli konu başlıkları ile Cumhuriyet’in bir bilançosu çıkarılmıştır. Örneğin Cumhuriyet’in 15. yılında Akşam gazetesi hazırladığı özel sayının ilk sayfasında “Cümhuriyet idaresi on beş yılda Türk ülkesinde bu kadar az zamanda dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir umran [bayındırlık] ve medeniyet yarattı” başlığı altında, fotoğraflar, grafikler eşliğinde Cumhuriyet’in başarıları anlatılmıştır. Daha sonraki özel kutlamalarda gazete ve dergiler daha genel değerlendirmelere, Cumhuriyet’in kuruluşunda bulunanların yazı ve söyleşilerine yer vermişlerdir.

Biz bu yazıda roman ve hikâye üzerine çalışmaları olan yazar Sadri Ertem’in Cumhuriyet’in 15. yıl için hazırladığı yazısını konu edineceğiz. Yazıda sayılar yerine isimlerin yer aldığı bilanço sanırız hâlâ güncelliğini korumakta…

Resimli Ay Müessesesi tarafından 1935 ile 1940 yılları arasında on beş günde bir çıkarılan Yarım Ay dergisi, 29 Ekim 1938’de “15inci Yıldönümü Fevkalâde Sayısı” yayınlar. Dergi benzer yayınlarda olduğu gibi, genç Cumhuriyet’in başarılarının anlatıldığı yazılarla doludur. O yazılardan biri de yazar Sadri Ertem’in kaleme aldığı, “Cumhuriyet’in 15. yılında Roman ve Hikâyeciliğin Geçirdiği İstihale [Değişim]” başlıklı yazıdır. 1923 ile 1938 yılları arasında Türk roman ve hikâyeciliği üzerine yazılan bu yazıda adı geçen “muharrirler” arasında kimler yoktur ki? Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Mahmut Yesari, Mithat Cemal, Refik Halit, Reşat Enis, Sabahattin Ali, Kenan Hulûsi, Mükerrem Kâmil Su, Cahit Uçuk, Nizamettin Nazif…

Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman isimli eserinde Cumhuriyet dönemi edebiyatını ikiye ayırarak ele alır: “Cumhuriyet dönemi edebiyatını, tarihsel gidişe uyularak, ‘Atatürk dönemi’ (1923-1938) ve ‘Atatürk’ün ölümünden sonraki dönem’ (1939-…) diye ikiye ayırabiliriz” dedikten sonra devam eder:

“Cumhuriyet’ten önceki dönemlerde yetişen edebiyat sanatçıları, genellikle varlıklı ailelerin, seçkin kişilerin çocukları idiler; bu durum çoğunun adından da anlaşılır” diyerek isimleri sıralamaya başlar: “Recai-zâde Mahmut Ekrem, Sami Paşa-zâde Sezai, Uşakî-zâde Halit Ziya, Köprülü-zâde Mehmet Fuat, Musâhip-zâde Celâl…”

Cevdet Kudret, Cumhuriyet ile birlikte yazıları gazete ve dergilerde yayınlanan ilk Cumhuriyet kuşağından şu satırlarla bahseder:

İlk Cumhuriyet kuşağı, 1925’ten sonra basında görülmeğe başlamıştır. Roman alanında, 1923-1930 arasında hep Cumhuriyet öncesi kuşağın (Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Mahmut Yesari, Selâhattin Enis, Peyami Safa vb.) eserleri yayınlanır. (…) Cumhuriyet kuşağının kitap halinde basılan ilk hikâyeleri 1929 yılında görülür.

Sabri Ertem’in yazısında sözünü ettiği yazarlar onun seçtiği yazarlardır. Bu gibi “döküm” yazılarında öznel seçimler olmaktadır. Antolojiyi, almanağı ya da yazıyı hazırlayanın romanı ya da yazarı beğenmediği hallerde, o isimlerin yer almadığı listeler yayınlanmıştır. Aşağı yukarı benzer bir listeyi hazırlayan eleştirmenler de yok değildir elbette…

Cevdet Kudret, Cumhuriyet’in ilk on beş yılında öne çıkan yazarlardan şu isimleri verir:

Birinci Dönem (1923-1938); Sadri Ertem, Bekir Sıtkı, Sabahattin Ali, Sait Faik, Samet Ağaoğlu, Ziya Osman Saba, Kemal Tahir, İlhan Tarus, Kemal Bilbaşar.

Bu Dönemin Başka Hikâye ve Roman Yazarları: Kenan Hulûsi Koray, Nahit Sırrı Örik, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşat Enis Aygen, Umran Nazif Yiğiter, Cevdet Kudret vb.

Cevdet Kudret’in saydığı isimlerden üç dört tanesi, Sadri Ertem’in birazdan bazı bölümlerini okuyacağınız yazısında yer almamaktadır. Buna karşılık aynı şey Cevdet Kudret’in isim listesi için de geçerlidir. Bunların ötesinde, her iki yazarın da isim listelerinde yer vermedikleri isimler de bulunmaktadır. Örneğin gazeteci, çevirmen, yazar Suat Derviş… 1923 ile 1938 yılları arasında; Hiç Biri (1923), Ne Ses Ne bir Nefes (1923), Bir Buhran Gecesi (1924), Fatma’nın Günahı (1924), Gönül Gibi (1928), Latin harfleri ile yayınlananEmine (1931) isimli yayınlanmış romanları varken… Otuza yakın romanı kaleme alan Suat Derviş ne yazık ki iki listede de yok! O dönemde gazete ve dergi yazıları, roman tefrikaları ile tanınan Derviş unutulmuş olamaz. Yaşamı boyunca sol görüşleri nedeniyle dışlanan, yok sayılan, eserleri yabancı dillere çevrilen ilk yazarlardan olan bu kadın yazarımız gibi, yıllar sonra Tezer Özlü de ansiklopedilerde, antolojilerde, listelerde yer almayacaktır.

Sözü Sadri Ertem’e bırakmadan önce yazarı birkaç satırla da olsa tanıyalım. 1898, İstanbul doğumlu olan gazeteci, yazar Sadri Ertem, Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Felsefe Bölümü’nden mezun olduktan sonra gazeteciliğe başladı. Daha sonra lise ve Gazi Eğitim Enstitüsü (Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi) gibi eğitim kurumlarında ders verdi. 1939’dan başlayarak TBMM’de iki dönem Kütahya milletvekilliği yaptı. İlk yazısı daha 14 yaşındayken Tercüman-i Hakikat gazetesinde yayınlandı. Çeşitli gazetelerde yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı yapan Ertem’in ilk romanı Çıkrıklar Durunca, 1931’de yayınlandı. Bu kitabını 1943’te, Ankara’da vefat edene kadar yayınlanacak diğer kitapları takip etti. 1928’den sonra hikâye ve roman üzerine çalışmaları yoğunlaştı; yazıları gazete ve dergilerde yayınlandı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumsal gerçekçi yazarların önde gelen isimlerinden olan Ertem, yazılarında toplumsal değişimleri konu edindi.

Şimdi Sadri Ertem’in yazısından bazı bölümleri noktasına, virgülüne dokunmadan aktaralım:

Cumhuriyetin onbeşinci yılında Türk romanı, Türk hikâyeciliği ne haldedir? Bu suale cevap vermeden önce şu noktayı sarahatle hatırlamak lâzımdır. Türkiye Cumhuriyetinin ilânı bir siyasi vak’a, ondan evvel geçirdiği mücadele safhası ise bir ihtilâldir. Bir Rönesans değildir. Rönesans bundan sonra yaşanarak, hayatta ve zihinde elde edilecek fetihlerle kazanılacaktır.

Bu sebepten dolayı Türk edebiyatından bahsederken, bir takım evvelden edinilmiş fikirleri bir kenara bırakmak ve 15 senelik hikâye ve romanı olduğu gibi karakterlendirmek icabeder. Rönesans geride değil, ileridedir.

Onbeş sene evvel Türk hikâye ve romanının meşgul olduğu meselelerle bügünkü romanın ve hikâyenin kendi hududu içine aldığı meseleler arasında bariz bir takım farklar vardır. Bu farklar estetik, dil, uslûp, felsefe, sosyeteyi anlayış bakımından bariz vasıflar arz eder.

Osmanlı İmparatorluğu’nda var olan sanatçının desteklenmesi geleneği Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam etmiştir. Bu sanatçıların, yazarların mevcut iktidarlarla kuvvetli bağları olduğundan, roman ve hikâyede “gerçeklik” akımına uymaları beklenmez. Kendi eserlerini böyle yazdıklarını söyleyenlerin gerçeklikleri ise suya sabuna dokunmaz bir gerçekliktir. Gençler ise idealist düşüncelerin kuvvetiyle, gözünü budaktan sakınmayan yazılar yazmakta birbirleriyle yarışırlar. Sadri Ertem bu konuyu “Devlet bütçesinden geçinenlerin edebiyatında içtimai mesele pek az istisnalarla yer alabilmiştir” diyerek yorumlar. Yıllar içinde bu gelenek devam eder, ancak Ertem’in de dediği gibi birkaç istisna dışında bizi şaşırtan çıkmaz.

Cumhuriyet öncesinde ve de sonrasında yayınlanan romanların konularından ve kahramanların karakterlerinden söz eden Ertem, yazıya şöyle devam eder:

Roman ve hikâyede Refik Halit ve Ömer Seyfettin istisna edilirse ki bu iki muharriri 15 sene evvelki muharrir grubundan ayırmak lâzımdır; bu iki muharrir zaten zamanlarındaki vasatî zevkin dışında kalmışlardıRoman ve hikâyede örnek, doğrudan doğruya Halit Ziya’nın ruhu, estetiği, hattâ dili, felsefesi, sosyeteyi anlayışı tarzı hakim bulunmakta idi. 1919’da neşredilen bir eserle 1900 senesinde neşredilen arasında edebî karakter bakımından büyük bir fark görmek mümkün değildir. (…)

Bu devir romanının ve hikâyesinin ferdi psikolojiyi birinci pilâna almasında haksız değildi. Muharrirleri kaplıyan hayat şartları ve içinde yaşadıkları ve mümessili oldukları zümrenin daha çok gönül ıstıraplarını ve cinsî iştiyakları [arzuları] şahlandırıyordu.

Edebiyat cevap verilemeyen meselelerle meşgul olur. Müşkülleri hissedilen sahaları daima kendine mevzu olarak alır. (…)

Sosyal meselelerin tasnifi de muharririn mensup olduğu zümreyi alâkalandırmıyordu. Devlet bütçesinden geçinenlerin edebiyatında içtimaî mesele pek az istisnalarla yer alabilmiştir. (…) Gıdasını oldukça kolayca temin eden ve hayat seviyesi epey düşkün olan insanlar, roman ve hikâyelerinde açlığa da, sefalete de bir yer ayırmaya imkân bulamazlardı.

Onların hayatında en mühim ve birinci safdaki mesele cinsiyet davası idi. Kadın erkek için, erkek kadın için sosyal bir muamma, edebî ıstırap idi. Kafes arkasında kapanan bir hayat, cinsiyet iştiyakları ile yanıp tutuşuyordu. Sosyetenin derinden duyduğu ıstırabın belkemiği kadın, erkek münasebeti teşkil ederdi. Şiirin, musikinin, hikâyenin, romanın tek mevzuu bu iştiyaktı.

“Eski edebiyat” ile “yeni edebiyat” karşılaştırması hep yapılır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha çok yapılan bu karşılaştırma doğal olarak “yaşlı yazar” ile “genç yazar” karşılaştırmasına da yerini bırakır. Bu karşılaştırmada genç yazarların çoğalması, yeni edebiyatın kök salması isteği ağır basar. Çünkü değişen dünya ve ülke gibi edebiyat da değişmelidir. Sadri Ertem’in yazısının yayınlandığı 1938 yılına dek –ve sonrasında da– tartışma “Bizde roman var mıdır?” üzerine yoğunlaşır. Bu soruya yanıt verenlerden biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.

Tanpınar, 22 Ocak 1936 tarihli Kültür Haftası dergisinde yayınlanan “Bizde Roman, I” başlıklı yazısına sonraki haftada da devam eder. İlk yazısına “Bir Türk romanı niçin yoktur? Evvelâ bu sualin iyi anlaşılması lazım. Şüphesiz ki, bir Türk romanı vardır ve hem de kendi cemiyetimiz içinde kalmakla beraber, oldukça geniş bir okuyucu kalabalığına hitap eder” satırlarıyla başlar. Tanpınar yazı boyunca aslında bizde romanın ve roman yazarının var olduğunu, iyi ya da kötü romanların gazete tefrikaları ve kitap olarak okunduğunu, ancak değişmeye başlayan hayatımızda örnek aldığımız Batı edebiyatında olduğu gibi ünlü romanlarımız ve yazarlarımız olmadığını anlatır:

Gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan sorunların hemen hepsi Türk romanına geçmiştir. Türk romancısı, başka memleketlerde yeni yeni tecrübe edilen köylü romanı bile yazmağa kalkmıştır. Kadın-erkek sorunu, cahillik sorunu, yenilik sorunu, aydının Anadolu’daki durumu, bağnazlık derdi, mütegallibe (zorba takılı), iktisadî şartlar, sermeye sorunu… daha realistlerin elinde köylünün hayatı, cahillik, tembellik. Bütün bunlar bizim romanlarda var. O hâlde Türk romanı günü gününe yaşayışımızla alâkadar. Fakat bütün bunlara rağmen, bu romanı çok defa sun’i bulmamak, okurken cansızlığına isyan etmemek, hatta realite ile arasında bir münasebet tesis edebilmek de pek az mümkün. Bu da ayrı mesele.

Roman ve hikâyelerde “Anadolu gerçeklerine” yöneliş Tanzimat’tan sonra başlamışsa da, bunlar “gerçeklerden” uzak eserler olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yayınlanmaya başlayan, Anadolu’nun sorunlarını ve köylülerin gerçek yaşantılarını konu alan eserleri, Köy Enstitüleri’nin açıldığı 1940 yılından sonra gelen roman ve hikâyeler takip eder. 1940 ile 1946 yılları arasında faaliyet gösteren Köy Enstitüleri sadece altı yılda silinmez izler bırakır. Özellikle enstitü çıkışlı yazarlar “köy romanı” kavramını sosyal gerçekçi bir anlayışla ele alarak eserler verirler.

Tekrar yazıya dönelim… Sadri Ertem, Cumhuriyet öncesi roman yazarlarının roman karakterlerini ağır psikolojik tahlillerle anlattığını, bunun da yazarların yaşadıkları çevreden ve hayattan kaynaklandığını söyleyerek Cumhuriyet ile birlikte gönül maceralarının yanı sıra başka konuların da roman ve hikâyelerde işlendiğini yazar:

Onbeş senelik hayatımızı kaplıyan eserler orta yaşlı bir hayli muharriri meşhurlar sırasına çıkarmış ve genç imzaları halketmiştir. Onbeş senelik dekor içinde roman ve hikâyede oldukça çeşnili bir faaliyet göze çarpar. İlk olarak göze çarpan hususiyet romanın ve hikâyenin keyfiyet meselesi mevzuubahs [mevzubahis: söz konusu] olmaksızın hududunu genişletmesi, daha mütenevvi bir şekilde hayatı kavramasıdır.

Meselâ, şehir, kasaba, köy, sosyal mesele, tarih, çocuk, kibar hayatı, orta halli insanlar, meslek adamları, hastalık, mizah, fantezi, harp, spor, ekzotizm [egzotizm], içtimaî gaileler [toplumsal sıkıntılar], seyahat, ırkların tahlili, roman ve hikâyenin çerçevesi içine girmiştir. (…)

Kütleyi, eserine kahraman yapan ve onu bir fert gibi nazarı itibara alarak sosyal realizmi olduğu gibi tesbite çalışan muharrir, bu devirde yeni bir estetik çeşnisi ve yeni bir görüşle ortaya çıkmıştır. Aynı görüşün bir başka şekilde ifadesi olan şehir tahlili Mithat Cemal’in kaleminde ‘Üç İstanbul’la yepyeni bir mevzu olarak ortaya çıkmıştır. Reşat Enis’in ‘Gece Konuştu’sunda, ‘Afrodit Buhurdanında Kadın’ında şehrin bir hadise ve bir mevzu olarak yaşadığını hissederiz. Şehrin kımıldanan, ve insanlara hükmeden ruhu adeta ayaktadır.

Genç yazarların çoğu realisttir ve eserleri de öyle olur. Değişmekte olan dünyayı, değişmekte olan Türkiye’yi, eskiyle yeni ilişkisini ve çelişkisini konu edinirler. Gerçek hayatı, yaşananları yazarlar. Cumhuriyet ile birlikte değişim dilde başlamış, edebiyatta da eskinin tortusundan kurtularak devam edecektir. Güller, bülbüller, ada çamları yerini şehirlerde, kasabalarda ve köylerde yaşayan insanların sevinçlerine, acılarına bırakacaktır.

O yıllarda yaşanan değişimi, buna ayak uyduramayan ve hatta direnen “eski” yazarların tersine, değişimi sevinçle karşılayan ve “yeni edebiyat”ın köşe taşlarını döşemekten kıvanç duyan “yeni” yazarları anlatan Sait Faik’e bırakalım sözü. Sadettin Gökçepınar’ın Akşam gazetesinde yayınlanan “Muharrir Neden Yetişmiyor?” anketine Sait Faik de katılır. 11 Kasım 1949 tarihli Akşam gazetesinden okuyalım:

Cemiyetimizin gelişmesile edebî telakkiler değişiyor. Hattâ ahlâk telâkkileri [anlayışları] de değişiyor. Bugün eskiler diye adlandırılan yaşlı muharrirler, hayata, cemiyete yukardan bakarlardı. Hâlâ da öyledirler. Hayata karışmıyorlar. Yalnız tepeden seslenerek cemiyeti düzeltmek sevdasındalar. Bize gelince; cemiyeti düzeltmek hususunda hiçbir iddiamız yok. Biz cemiyette insanlarımızla birlikte, aynı hayatı yaşamak istiyoruz. Yeni edebiyatın yerle beraber olmasını, hattâ çamura bulanmasını istiyoruz. Ben mahdut bir zümre için değil, büyük kütle için yazıyorum.

Sadri Ertem ile devam edelim… Sadri Ertem, yazısında Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanından başlayarak sosyal gerçekçi bir bakış açısıyla yazan diğer yazarların da eserlerinde “kasaba psikolojisi”ne ve kasaba hayatının dengelerine, kasabalıların günlük yaşamlarına yer verdiklerini belirtir, kadın yazarlardan söz eder:

Yine kütlenin bir parçası ve sosyal bir uzviyet [organizma] şeklinde tetkik mevzuu olan kasaba Sabahaddin Âli’nin ‘Kuyucaklı Yusuf’unda roman hududu içine girmiştir. Kasaba psikolojisi bu eserde romantizme feda edilmiş ise de, eser kadrosu itibarile bu havayı muhafaza etmektedir. Kenan Hulûsi’nin tefrika edildikten sonra henüz bir kitap haline getirilmemiş olan ‘Şahsi Zevkler’ isimli romanında da yine kısa bir tetkik mevzuu olmuş, bir taraftan Rumeli’deki Türk hicretini hazırlayan sebepler tesbite çalışılırken, diğer taraftan ferdin hayatı değil, bütün bir ailenin hayatı anlatılmıştır. Bu itibarla yeni roman, içine aldığı mevzuları yalnız genişletmekle iktifa etmemiş, aynı mevzu içinde biribirine zıd görünen aile karakterlerini de mütalea ederek nescinde de büyük bir değişiklik göstermeye başlamıştır.

Böylece kasaba psikolojisi bir hayli muharrirleri cazip bir şekilde alâkalandırmaktadır. Kadın muharrir Mükerrem Kâmil Su ve Cahit Uçuk’lar mevzularını kasabadan almaya devam etmektedirler.

Sabahattin Ali’nin modern bir tragedya olarak nitelendirebileceğimiz Kuyucaklı Yusuf romanı 1903’te Nazilli’de başlayıp, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Edremit’te sonlanır. Anadolu köylüsü Yusuf’un diğer bütün kasabalarda olduğu gibi güçlü olan eşrafa karşı çıkışıyla başlayan hikâyesi, eşrafın bütün gücüyle kendilerine karşı çıkanı ezmesiyle noktalanır. Kendi çıkarlarına dokunan herkesi yerinden yurdundan edip, sefalete mahkûm edip o da olmazsa öldüren bir kasaba gerçekliğinin anlatıldığı bir kasaba romanı olan Kuyucaklı Yusuf, kahramanların hayat hikâyeleri, kasabaların ayrıntılı bir biçimde aktarılan yöresel özellikleri, olay örgüsü ve inandırıcılığı ile eskimeyecek bir eser olarak edebiyat tarihimizdeki yerini alır.

Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı isimli kitabında Kuyucaklı Yusuf romanı hakkında şöyle yazar:

Kuyucaklı Yusuf, Türk romanında ufuk açan girişimlerden birini haber vermektedir; roman konuları yalnız İstanbul’dan çıkmadığı gibi, Anadolu insanlarının tek serüveni de aşk ve cinsel içgüdü değildir. Toplumda kat kat insanlar vardır: bunlar birer sınıf olmasalar bile, sınıfsal özellikleri taşıyan kaderleri yüklenmişlerdir…

Ülkemizde sosyal gerçekçi eserler vermek, gerçeklerden söz eden yazılar yazmak kolay değildir, çoğu zaman bedel ödemeyi gerektirir. 1930’ların sonundan başlayarak sosyal gerçekçi bir anlayışla roman ve hikâyelerini kaleme alan yazarlar iktidarların baskısı ile karşı karşıya kalmış, hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmış ve hatta Sabahattin Ali örneğinde olduğu gibi öldürülmüştür.

Sadri Ertem, yazısının devamında Mahmut Yesari ve Burhan Cahit’in romanlarında harp konusunu işlediklerini, Vâlâ Nurettin’in de eserlerinde spor konusunu öne çıkardığını belirttikten sonra, Hikmet Feridun’un Arjantin ve İspanyol hikâyelerinden söz eder. Ahmet Mithat’tan sonra seyahat romanının yavaş yavaş canlandığını anlattığı satırları, Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü romanından bahsettiği satırlar takip eder:

Romanımızın ve hikâyenin uzun zaman üzerinde duracağı bir nokta var; İçtimaî istihaleler! Uyanık ve cemiyetteki zümrelerin yer değiştirişini sezen muharrirler, bu noktada faaliyete geçmişlerdir. Reşat Nuri’nin ‘Yaprak Dökümü’, ‘Yeşil Gece’si bu istihaleyi tebaruz ettiği gibi, Şevket Ertuğrul’un ‘Olmayan Şeyler’ adıyle neşrettiği, fakat hep olan şeyleri anlatan hikâyelerinde, olan şeylerin ıstırabı aksetmektedir. Olan şeyler içtimai istihalenin tabiî bir neticesi, bir tortusu, bir muhassalasıdır [sonucudur]. (…)

Otobiyografik eserler de bizde yeni bir çeşni halini almıştır. Fikret Adil’in ‘Asmalı Mescit’ adlı eseri buna güzel bir numunedir.

Yeni edebî mahsullerimizi böylece nevilere tasnif ederken. Eserlerin hepsini tam kâmil bir mertebeye geldiklerini iddia edecek değiliz. Bütün bu işaret ettiğimiz noktalar filizlerdir. Muhakkak olan nokta roman ve hikâyemizin yeknesaklıktan kurtulmuş olmasıdır.

Sadri Ertem’in İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu olduğunu yazının başında belirtmiştik. Ertem, Yarım Ay dergisinde yayınlanan yazısını önce realite üzerine, ardından da sanat ve felsefe üzerine düşüncelerini aktararak bitirir:

“Realiteyi kavramak, onu görmeğe tahammül etmek, onu izaha çalışmak, ümitli olmak demektir. (…) Realizimi şuurlu bir müşahede kudreti tamamlar. Bu müşahede kudreti, reel his, üslûp meselesine de müdahale etmektedir. (…)

Sanatı ister idealist, ister realist bir çerçeve içinde telâkki ediniz, mutlaka halis sanat sadece şekilden ibaret değildir. Şekil onun şartlarından biri olabilir. Her sanat hareketinde Aristo’nun tasavvurlarının canlı ve kudretli olduğunu görmek mümkündür. Maddeye gayesine uygun güzel bir şekil vermek icabeder.

Devrimiz bu bahis üzerinde türlü türlü şekillerle karşı karşıyadır. Bunun için sanatta şekil meselesi çok ihtilâflı bir mevzu halindedir. (…) Bizde, harflerin değişmesi, zihniyetlerin değişmesi, dilin değişmesi, hayatı idrâk tarzının değişmesi sanatta şekil meselesinin de istikrarsızlığa doğru gitmesine sebep olmuştur.

Bugünkü, şekle ehemmiyet vermeyen sanat telâkkisi, böylece doğmuştur.

 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR:

  • Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman-III, Cumhuriyet Dönemi (1923-1959), İnkılap Kitabevi, 1990.
  • Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, İş Bankası Yayınları, 1976.