Mine Soysal: Biz küçüklerini konuşturmayı sevmeyen bir toplumuz. Biz onların bizim yetişkin dünyanın hoşuna gidecek kadar konuşmasını isteriz...
23 Kasım 2017 14:10
“Burası Tellibostan Sokağı. Kente tepeden bakan, dümdüz, daracık bir sokak. İki yanına sıralanmış tek katlı derme çatma evler, içlerinde insanlar değil de, hayaletler yaşarmış gibi sessiz. Çok eskiden aşağıdaki pazarın kurulduğu yer bostanmış. Bir adı kalmış, bostandan eser yok şimdi (...) Arada bir rüzgârın tepeden aşağı üfürdüğü uğultu ve koşuşturan birkaç çocuğun çığırtısı dışında çıt çıkmaz. Bu ıssızlığından olsa gerek, bizim sokak gözüme, tepeden baktığımız betondan kente ait değil de, yamacına kondurulmuş bir yama gibi görünür. Bu hem iyi hem kötü gelir bana. Ben de bir yama değil miyim sonuçta? Evet, tanıştırayım: Ben Mete! Kentin söküğü bu uzak sokağa ve beş numarada oturan Örücü Ailesi’ne tutturulmuş bir yamayım ben.”
İşte burada başlar Mete’nin hikâyesi. Yalaka Ömer, Kader, Ayşe, Sıla, Feride... Hepsi de “Daralan”dan dünyaya açılan bir kapı. Yoksulluğa ve yoksunluğa inat bir kapı. Ardında olanlara inat, açılacak kapıların hikâyesi belki de Daralan. Feride’nin cümlesi ise romanın özeti olmasa da en güzel cümlelerinden biri: “İnsanlığın zembereği boşaldı, bozulduk. Yeniden kurulmamız gerek.”
“Belki bir gün,” dedik ve Mine Soysal’la yeni romanı Daralan’dan yola çıktık.
Tellibostan Sokağı’ndan başlayalım önce... Nasıl bir sokak burası?
Tellibostan Sokağı’ndan bizim ülkemizde çok var. Anadolu’nun küçük kentlerinden birinde olabilir, büyük kentlerin çevresinde kurulan yeni ilçelerden birinde olabilir. Pek yazılmayan, çizilmeyen, kendilerini bırakılmış, unutulmuş, önemsiz hisseden insanların yaşadığı bir sokak. Atadan kalma bir zanaate sahip, bir zamanlar ailesini, kendini bu sayede geçindirebilmiş, bununla yetinmeyi doğallıkla kabullenmiş saygın ama yoksul insanlar. Değişen hayat koşulları ve üretim biçimlerinde artık bir değeri kalmadığı için altın bileziklerini kullanamayan, iyice yoksullaşarak hayatın sillesini yiyip yaşamın kenarına savrulmuş insanların yaşadığı bir yer Tellibostan Sokağı. Anadolu’nun küçük yerleşimlerinde ya da büyük kentlerin kenar mahallelerinde dolaştığım uzun yıllarda tanıdığım, çok sevdiğim sokaklardan biri. Çok var o sokaklardan.
Bir önceki romanınız Uzakta’dan Daralan’a zaman sizin için nasıl geçti ve o romandan bu romana gördüklerinizde, gözlemlediklerinizde neler olup bitti?
Uzakta uzakta kaldı. Üç yıl olmuş çıkalı. Sanırım ben yavaş yazan bir insanım ya da işten güçten zihnini yavaş toparlayan biriyim. Uzakta ağırlıklı olarak büyük kentte geçen bir öyküyü anlatıyordu. Uzakta’nın gerçekliği ve anlattığıyla, Daralan’ın anlattığı öykünün paralellikleri varmış gibi görünmekle beraber bana göre hayli farklılar. Büyük hayranlıkla okuduğum bazı örneklere rağmen birinci tekil şahıs ağızından yazılmış romanlar konusunda hep bir tedirginliğim vardı. Karakterin ağızından anlatılan hikâyelerin sadece onun gözünden görüneni, onun zihinsel becerileri kadar algılaması ve ifade etmesi, aslında kolayca üstesinden gelinecek bir şey değil. Hatta zaman zaman yazarı bunaltan, kısıtlayan bir şey. “Uzakta”nın anlatıcı yazar tarafından yazılmış olması, karakterlerin bağımsızlığını ve bedenlenmesini doğallıkla kolaylamıştı. Ama Daralan’da yazar da çok daraldı.
Evet, bu aslında. Ben de buna benzer bir soru soracaktım. Mete’nin çocukluğuna, Mete’nin döşeğine, Mete’nin o koştuğu sokalara, yoksulluğa, o kütüphanede oturduğu sandalyeye gitmek ve oradan burayı anlatmak...
14-15 yaşlarında, lise bire başlayan ergen bir delikanlıdan bahsediyoruz. Tellibostan Sokağı kadar, o küçük kent kadar kısıtlı bir hayat süren bir insandan bahsediyoruz. Yapmaya çalıştığım şey, o yaşta bir delikanlının evinde, sokakta, okulda, herhangi bir yerde görebildiği kadarını onun gözünden aktarabilmekti. Bu nedenle yazarken çok fazla çıkardığım, attığım ya da yeniden yeniden denediğim yerler oldu. Sonuçta Mete ile uzlaştım. Daha doğrusu, Mete bana öğretti. Ben o yaşlarını çok iyi hatırlayan şanslı bir insanım. 9-10 yaşlarıma kadar her şeyi çok iyi hatırlıyorum. Belki bu sayede, Mete elimden tutabildi. Bana o yaşlardaki bir insanın, hem de bu kısıtlılıklar içinde yaşayan bir insanın neyi ne kadar görebildiğini, neden nasıl etkilenebileceğini satır satır, cümle cümle tekrar hatırlattı, öğretti. Bir müddet sonra ona bütünüyle teslim oldum. Sanırım böylelikle daha yoğun ve ikimizi de mutlu eden bir yazma süreci aktı gitti.
“Mete ile uzlaştık, o bana yardım etti,” dediniz. Siz Mete ile uzlaştınız, tamam. Romanda bir de gittikçe azalan bir iç ses var. Peki, Mete’nin iç sesiyle ne yaptınız? Gençlerin içindeki bu iç sesi duymak, azalması, çoğalması vs. bunlara dair siz ne diyebilirsiniz?
Mete’nin iç sesinin yaz tatili boyunca agresif bir şekilde, her yandan ona saldırmasının temel bir nedeni var. Mete kendi sosyal ilişkiler ağının dışında kalmış. Yaz tatili süresince ev hapsi yaşayan bir ergen. Konuşabildiği insanlar sayılı: babası, annesi, ablası, bakkal, fırıncı... Ergenlikteki yalnızlık duygusu, ilk içsel kırılmalar nasıl da ağır gelir insana. Mete içinde coşan, kendini kıpır kıpır kılan bir sürü şeyi bastıran bir çocuk. Bir şeçim yapmış, sessizce kabullenmiş ve ailesinin ondan beklediği rolü oynuyor. Oysa, bir ergenden böyle bir davranışı beklemek mümkünsüz.
Mete’nin yaşını aşan bu kırılması, bu kabullenişi, sanıyorum ancak iç sesiyle itişip kakışması sayesinde az daha “sağlıklı” sürebiliyor. Belki ondaki bu kırılma, iç sesin asıl yazarla didişmesiyle başladı. Yazarken, Mete’nin bazı tavırları ya da davranışları karşısında kendimi, “Yok artık, ne yapıyorsun sen?” ya da “Hadi bir şey yap, bir şey söyle!” diye onunla kavga ederken buldum. Kahramanımla giriştiğim bu çatışma sonunda ortaya çıkan iç ses, yarattığı zihinsel boşalma anları sayesinde Mete’nin de bir sonraki adıma geçebilmesine olanak tanıdı. Okul hayatının başlamasıyla birlikte yaşıtlarıyla yeniden sosyal hayat içinde var olabilen Mete’nin iç sesi kendiliğinden, doğallıkla seyreliyor ve normal ritmine kavuşuyor. Hepimizin zaman zaman dalga geçen, küfreden, çok kızan ya da çok eğlenen kafa sesi var ve bu iyi bir şey.
Şimdi hazır ergenlikten laf açılmışken, siz de ergenlikte yalnızlıktan bahsettiniz, yalnızlık duygusundan. Sizce bugünün gençlik edebiyatında ergende yalnızlık duygusu ne kadar işleniyor ya da ne kadar iyi işleniyor?
Açıkçası çok yansıdığını düşünmüyorum. Nitelikli edebiyat eserleri anlamında hâlâ çok seçenekli bir ülke değiliz. Aile yapımız da, eğitim sistemimiz de, gencin sesini dinlememek üzerine kurulu. Bu koşullarda bir gencin kendi gibi insanlarla birlikte olmak dışında eşzamanlı ve paralel kullanabileceği iki seçeneği olabilir. Biri edebiyat. Edebiyat, dokunup kaçan, çocukla didişmeyen, sadece izler bırakan bir kaynak. Seviyorsa okuyor, sevmiyorsa bırakıyor ve elini başka bir kitaba atıyor. Daha doğrusu izin verilirse, bu şansını kullanıyor. İkincisi, ona saygıyla yaklaşan entelektüel zihinlerle bir araya gelebilmesi. Bir gencin her şeyi istediği gibi konuşabileceği, sorular sorabileceği; sadece soruların cevaplarını veren değil, yeni sorularla ona farklı açılar, yeni ufuklar kazandırabilecek insanları olmasını çok önemsiyorum. Ancak bizim toplumumuzda bu olanaklara ne yazık ki, son derece az rastlanıyor. Bir gencin bunlara kendi çevresinde ulaşması, kullanabilmesi, sağıp tüketebilmesi hiç kolay değil.
“Her şey gencin sesini dinlememek üzerine kurulu” dediniz ya şimdi, romanın diğer kahramanı Ömer’e gelelim. Kimsenin dinlemediği bir Ömer... Kimse dinlemediği için, hem psikolojik hem de fiziksel olarak sürekli şiddete maruz kaldığı için, içindeki iyi bir şeyler ölen Yalaka Ömer belki de...
Yalaka Ömer benim çok eski bir karakterim, uzun yıllardır benimle yaşıyor. Sanıyorum, bizim toplumumuzda çok var Yalaka Ömer’lerden. Çok tanıdık bir çocuk. Belki bu yüzden sempatik geliyor bana. Çevresinin, toplumun, o yaşta bir çocuğu bu derece yalaka, yalancı, ispiyoncu –gerçekten tahammül edilmesi mümkünsüz– bir insan haline getirmesi çok kötü, çok düşündürücü. Onların varlığı kadar nedenleri de beni çok düşündürüyor. 14-15 yaşında bir gencin hayatta kalabilmek için çevresindekilere sürekli yalan söylemesi, kendini sevdirmeye çalışması ne büyük bir çaresizlik. Sanki onu dayaktan, evinde maruz kaldığı kötülüklerden koruyacak olan yalanı dolanı... Böyle bir yanılsama içinde yaşamayı sürdürmeye çalışması korkunç bir şey.
Ömer de, Meteler’in evinde büyüseydi “iyi” bir insan olacaktı. Şimdi büyük olasılıkla onu da yere göğe koyamıyor olacaktık. Oysa Ömer de bütün çocuklar gibi ailesini seçemeyen ve “karşı” evde büyümüş bir çocuk. Ablası dışında ailenin bütün fertlerinden sürekli aşağılama, hakaret ve şiddet gören bir insan. Böyle birinin, gönlünden geçen insanlarla sağlıklı bir ilişki kurması, arkadaşlık etmesi mümkün değil gibi geliyor bana. Yine de Ömer dişli çıktı, beni şaşırttı. Gençlerin içinde en çok debelendikleri varlık-yokluk, başarı-başarısızlık, kabullenme-isyan etme gibi çelişkilerin neredeyse bedenlenmiş bir örneği gibiydi benim için. Üstelik ben, Mete’nin de Ömer’le zoraki arkadaşlığı içinde ciddi bir dönüşüm geçirdiğini düşünüyorum. O yüzden Ömer, Ömer gibi insanlar bizim için ceza değil; tam tersine, dürüstlüğü, anlayışı, sağduyuyu yeniden yeniden düşünmemizi ve içselleştirmemizi sağlayan birer fener gibiler belki de.
Feride de fener gibi sanki. Romanda kadın karakterler aslında çok belirleyici. Ayşe, Kader, Feride ama tabii en çok da Feride. Direniş, dayanışma, umut ve biraz da “Ben bilirim”ci Feride...
Sevgili editörüm Müren Beykan’ın deyimiyle Feride, Örücü Ailesi’nin evine “bomba gibi” düşen bir teyze karakteri. Feride’nin çok olumlu tarafları var. Gerçekten hayata asılmış, “İstersek her şeyi yapabiliriz!” diyen müthiş kararlı, güçlü genç bir kadın. Psikolojide yüksek lisans yapıyor, büyük kentte yaşamaya alışmış, tek başına var olmuş, yaşadıklarıyla bir şekilde baş etmeyi öğrenmiş, öğrenmekte olan bir insan. Yine de Örücü Ailesi’nin tarihinde olmayan bir teyze. Kendi hayatının gereklilikleri içinde ortadan kaybolabilen, ama sonra tez konusu gibi bir nedenle birdenbire akrabalarını, ablasının ailesini hatırlayan ve o evden bir tez konusu çıkarmayı akıl edebilen biri. Hani söylemek istemiyorum, ama kendi kendime, acaba biraz da çıkarını mı kolluyor diye de düşünmeden edemiyorum bazen.
Feride’nin, her konuda laf edebilme, her konuda bir şeyler bilme ve her şeyin çözülebileceği sanma yanılsamasını Mete gibi ergen bir insanın gözünden görmeye çalıştım. Genç nesiller arasında, Feride Teyze gibi kadınların ve erkeklerin daha çok olduğunu düşünmek istiyorum. Çünkü böyle insanların artması sevindirici bir şey. Karıştıkları, “Ben bilirim!” edasıyla girip çıktıkları hayatlarda nasıl izler bırakabildiklerini düşündürmeyi seviyorum. İnsanların hayatlarına dokunmak kolay bir şey değil. Başka hayatlara adeta sihirli değnekle dokunup yeniden kurgulamak, değiştirmek kolay değil. Belki de asıl Örücü Ailesi, Feride’yi içine katıyor, onu olgunlaştırıyor, biraz daha hayatla iç içe kılıyor. Feride benim tartıştığım karakterlerden biri.
Peki, romanda bir cümle var: “Bazı şeyler konuşulunca daha gerçek oluyor, konuşmayınca görmezden gelmek daha kolay.” Ben de size, "peki yazınca ne oluyor" diye sormak istiyorum...
Yazınca güzel oluyor. Ben, okuduğun cümlenin gerçek hayatta doğru olduğuna inanıyorum. Ama yazarken, kaçış tünelleriyle dolu, müthiş bir yeraltı yolunda yürüyor insan. Karakterler, mekânlar, dönem ya da rüzgâr, yağmur… didiştiğim bütün öğelerle birlikte yürüyorum. İnsan zihninin mükemmel tünelleri var. O tünellerde istediğim gibi kaçarım, istediğim gibi oynarım, istediğim gibi manevra yapabilirim. Bazen karakterlerimden saklanırım, bazen gerçeklerimden saklanırım, gerçeği evirir çevirir başka türlü kurarım. Yazarken o dediğin cümledeki gerçeğe ihtiyacımız yok aslında. Sanırım yazmak gibi, insanı son derece yalnızlaştıran, hatta ruhsal anlamda eziyet edebilen bir uğraş için bu kadar gönüllü olmak, sebat edebilmek de bundan. Yoksa mümkünsüz bir şey.
Romandan yine bir alıntı yapmak istiyorum. Feride Mete’ye şöyle diyor: “Eski saatlerin zemberiği vardır, bilir misin Mete? Zembereği boşaldı mı saat çalışmaz sapıtır. İşte şimdi de öyle. İnsanlığın zembereği boşaldı, bozulduk. Yeniden kurulmamız gerek.” Nasıl olacak Mine Hanım?
Bizler, büyük kentlerdeki yaşama alışkanlıklarımızla doğadan hızla uzaklaşıyoruz. Belki arkeoloji mesleğimden ötürü en iyi bildiğim şey, doğanın kendi döngülerini ve yasalarını işlettiği gerçeği. Geçmiş, insanın toplumsal, duygusal ya da dönemsel ne olursa olsun, yarattığı her türlü felaketi, doğanın kendi gücüyle yok edebildiğinin, bunun hesabını mutlaka sorabildiğinin örnekleriyle dolu. Ben, “yeniden kuracak” olanın doğa olduğuna inanıyorum. 1999 Marmara Depremi’ni hatırlayalım. 90’lı yılların sonundayız; Türkiye nerelerden geçiyor, ne acılar yaşanıyor! Bir sürü sorunla cebelleşiyoruz. Depremde resmî olarak açıklanan ölü sayısı hiçbir şey. Belki 1 milyon insan, birinci derecede etkileniyor bu felaketten. Felaketin tek sorumlusu, hatalı yapılaşmaya izin verenler ve inşa edenler. Gerçek bir kıyım yaşadık. Bütün ülke, bütün dünya o kıyımın çevresinde bir araya geldi. Ben Marmara Depremi’nde kendi ailesinden yedi kişiyi kaybetmiş bir insanım. Yaşananlar beni çok düşündürdü.
Doğa bazen öyle bir şey yapar ki, bütün hatalarımızı bir anda bize ödetir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Bizim beklemediğimiz şeyler olacak; yaratılan felaketlerin, kötülüklerin dışında çok daha hayati bir şeyleri düşünmek ve çözmek zorunda kalacağız. Her şeyi yeniden kurmamız gerekecek. Belki biraz da bunun için, elimizdekini, içimizdekini hırpalamadan, karanlık endişe tuzaklarına düşmeden ayakta kalabilmek, hayatımızı sürdürebilmek için edebiyatın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hele genç insanlar için.
Siz yıllardır yayıncılık yapıyorsunuz, yazıyorsunuz. Birçok proje gerçekleştirdiniz; kütüphanelere gidiyorsunuz, okullara gidiyorsunuz ve bunu Türkiye’nin birçok ilinde, kasabalarında, köylerinde yapıyorsunuz. Gençlere dair ne kaldı sizde?
Çocuklar için de, genç insanlar için de aynı şeyler geçerli. Biz, küçüklerini konuşturmayı sevmeyen bir toplumuz. Onların, bizim yetişkin dünyamızın hoşuna gidecek kadar konuşmasını istiyoruz. Bizim sevdiğimiz şey şudur: “Ay bizimki çok güzel şarkı söyler! Hadi söyle teyzene, yengene, amcana!” Bu kadarcık muhabbetle sınırlı bir çocuk algısının oranı, toplumda hâlâ çok yüksek. Beni asıl motive eden, genç bir insanın herhangi bir konuda kafasına takılanı, doğru olsun olmasın, yetişkin dünya açısından çok yanlış ya da ürükütücü olsun olmasın, aklındaki her şeyi özgürce ifade edebilmesinin doğallığını gösterebilmek galiba.
Bugüne kadar sayısız gençle sohbet etme, tartışabilme şansı bulmuş biriyim. Bu buluşmalarda bana yöneltilen sorulara reaksiyonum, doğrudan cevap vermek olmuyor genellikle. Diğerlerine dönüp, soruya nasıl bir cevap vereceklerini sormak oluyor. Çünkü benim ağzımdan çıkacak cevaplar onların işine yaramıyor. Önemli olan onların sorularını çoğaltmak. Sorulardan bir piramit yaratabildikçe zihinsel anlamda yükselebileceklerini ve çıktıkları o yükseklikten bambaşka şeyleri de görebileceklerini, önlerinde müthiş bir ufuk hattı açılabileceğini deneyimlemeleri önemli. Öbür türlü ben de öğretmenlerinden biri olup çıkıveririm. Bu, hayatta en çekindiğim şey.
Kitabımı okuduktan sonra benimle buluşan insanlarla aramda kurulan bağ çok değerli. Kitaplarımdaki cümleleri birer soruya çevirmiş zihinlerle buluşmak, onlarla birlikte yepyeni sorulara uçabilmek, mahvetmeye çalıştığımız gezegenimize ve koskaca evrene dışardan bakabilmek, aramızdaki bütün sınırları kaldırıyor. Bu muhteşem bir şey. Her yetişkinin denemesi gereken bir şey bu. Evlerindeki ya da sınıflarındaki çocuklarına, “Sen şöylesin, sen böylesin!” ya da “Sen şunu yapacaksın, sen bunu yapacaksın!” diyeceklerine, onlarla böylesi zihinsel yapılar kurmanın sevdasına kapılabilseler, belki de bambaşka bir toplum olabiliriz diye düşünüyorum.
Daralan’dan ne kalsın okura?
Daralan’dan kalmasını istediğim şey; yoksulluğun “kötülük” demek olmadığıdır. Kendine yetmeyi seçmiş güçlü insanlar, yoksul olabilirler. Yoksul olmak kötü değildir, asıl “varlıklı” olmak insana beklenmedik bedeller ödetebilir. Biz gençlerimize artık bunları anlatmıyoruz. Hatta tam tersine onlara, hayatta varlıklı birer insan haline gelirlerse yaşayabileceklerine dair korkunç bir yalan perdesi kuruyoruz. O perdeyi öncelikle kendimize kurduğumuzdan olsa gerek... Gençlerin, yoksulluğun korkulacak bir şey olmadığını, ama evet, mücade etmemiz gereken ve ortadan kaldırmamız gereken bir şey olduğunu; karşılığınınsa varlık değil, eşitlik olduğunu düşünmesini istiyorum. Her konuda eşitlik. Bir kaplumbağayla benim, bir yunusla senin hiçbir can hakkı farkının olmadığına inanıyorum ben. İnsanların ancak kendi aralarında ve diğer bütün canlılarla eşit bir zihinsel, ruhsal yaşama ulaşabildiklerinde, mutluluğu da elde edeceklerine inanıyorum.