Pertev Naili Boratav’ın torunu David Boratav’ın dedesinin izlerini sürdüğü Aile adlı kitabı Seçkin Selvi çevirisiyle Can Yayınları etiketiyle yayımlandı. Kitaptan tadımlık bir bölümü K24 okurları için yayımlıyoruz...
Türk dedemin sadece bir masalcı değil, onun çok daha ötesinde biri olduğunu cenazesinde anladım. Bütün ailelerin sırları vardır. Gerçek çoğu kez en beklenmedik anlarda ortaya çıkar. Dedemi tanıdığım yıllarda onun gerçekte kim olduğunu araştırmaya hiç çalışmadığımı düşününce şaşırıyorum. Onunla konuşurduk ama o geç mişi konusunda hep susardı. Belki de doğru soruları soramadığım için olmuştur bu. Yaşamöyküsü bir Girit labirentine benzediği ve o labirentte kaybolduğu için de susmuş olabilir. Yirmi beşime geldiğim sıralarda dedem zaten bir hikâyeyi tastamam anlatabilecek durumda değildi artık, ya anlatamıyordu ya da belki anlatmak istemiyordu. Kendi yaşamının hoyrat koşulları yerine masallarının hayalî dünyasından söz ederek konuyu değiştirmeyi yeğliyordu. Önemsiz bir ayrıntıda takıldığı anda, düşünce akışı ister istemez daha da önemsiz ayrıntılara kayar ve o noktada dedem gülümseyerek dazlak kafasını usul usul kaşımaya başlardı. Yeniden susar ve eli sigarasına uzanırdı. Dokuzuncu kattaki daire Gitanes dumanıyla dolardı. Önünde duran, yaldızlı motiflerin çevrelediği ufak çay bardağından kıvrıla kıvrıla buhar yükselirdi.
Cenazeye katılanlardan çoğunu hiç tanımıyordum. Yine de içlerinden kim olduğumu bilen bazıları yanıma gelip elimi sıktılar. Ciddi, saygılı bir tavırla omzumu sıvazladılar. Bu insanların neden beni teselli ettiklerini tam olarak kavrayamadım. Ama gösterdikleri yakınlığı kabullendim ve cenaze evinin tozlu salonunda vakurlu olduğunu hissettiğim bir duruşu benimsedim. İnsanlar ne kadar dostça davranırsa davransın, duygularımı belli etmemeye kararlıydım. Tanıdığım birkaç kişinin arasında, Groucho Marx’ı andıran havasıyla güven veren ve babamın büyüğü olan amcam vardı. Uzun boyu, iriyarı gövdesiyle, üzerine düşen görevi yaparcasına salonda dolanıyordu. Üç yılda bir, çoğunlukla ancak bir kez gördüğüm öteki akrabalar da aynı görev yapan tavırla dolaşıyor, taziyeleri fazla abartmadan, kibarca kabul ediyorlardı. Onların aksine, babam dalgın, düşünceli bir suskunluğa gömülmüştü. Annemle birlikte salonun öbür ucunda yetişkinlerin partisine katıldıkları için tedirgin olan iki çocuk gibi sessiz sedasız oturuyorlardı. Oradakilerle konuşmak, Türkçe konuşmak demekti; babam da buna istekli değildi. Dedem, Türk folkloru alanında önce Türkiye’de, sonra 1950’lerde küçük oğlu babamla gelip yerleştiği Fransa’da tanınmış bir uzmandı. Belki fizik doktoru olan babamın sürekli olarak babasının araştırmalarını küçümsemesi sonucunda, “folklor” sözcüğü bana hep donuk ve sıkıcı gelirdi. Babaannem ise kocasına ilişkin her şeye şaşmaz bir inanç beslerdi: onun kitapları, onun çalışmaları, onun dünya ilmine katkıları, ona verilmiş madalyalar, ödüller ve payeler. Hiç inandırıcı olmasa da, bu madalyalar altın ve gümüşmüş gibi davranırdı. Hatta bunlardan birini, dedemin son günlerini geçirdiği hastane odasına getirmişti. Madalya kadife kutusunda duruyordu. Yanında da dedemin yemeye fırsat bulamadığı bir muz vardı.
Cenazeye dedemin birtakım emekli meslektaşları katıldı. Bir-iki de kültürlü ve hafifçe gergin yaşlı hanım vardı. Anlaşılan bunlar, dedemin eski meslektaşlarının eşleriydi ve duydukları üzüntü de Türk folklorunun yıldızlarından birini yitirmiş olmaktan daha çok, cenaze evinde bulunmaktan kaynaklanıyordu. Bana gelince, sanırım dedemin kendi esprilerine gülerken yüzüne yayılan o sihirli gülümsemenin hatırına oradaydım. O gün orada bir de pejmürde kıyafetli, çekingen, utangaç, o ortama aykırı biri vardı. Siyah saçlı, yabani bakışlı, yanakları tıraşsız, kırk yaşlarında ufak tefek bir adam; birbiriyle bağdaşmayan ve ütü yüzü görmemiş gri bir ceketle kahverengi pantolon giymişti. Kimse onunla konuşmuyordu; yine de koyu renk giysilerin resmiyeti ve üzüntülü tavrı, o günkü olaylarla bağlantılı olduğunu gösteriyordu. Aslına bakarsanız, cenaze törenine katılması, çevresindekilerin çoğundan daha köklü nedenlere dayanıyor gibiydi. Ellerini arkasında kavuşturmuş, garip ve oradakilerden uzak bir tavırla salonda duvarın önünde duruyordu; uzun bir süre onun o yapayalnız yabancılığını izledim. Ayaklarının dibinde kır çiçeklerinden bir demet duruyordu. Demetin üzerindeki kırmızı ipek şeritte yaldızlı harflerle taziye mesajı ve “İşçi Partisi” yazılıydı. Adam yanıma geldi, güçlü ve nasırlı elini uzattı. Ben de elimi uzattım, kuvvetle sıktı. Tahmin ettiğim gibi benimle Türkçe konuştu, gözlerinde çok belirgin bir şefkat ifadesi vardı. Ben cenaze törenine geldiği için Fransızca teşekkür ettiğimde de o şefkat ifadesi silinmedi. Sonra sonu gelmez nezaket sözcükleri sıralandı, beni de dedem için yapılacak anma konuşmasına çağırdılar. Adam telaşla kolumu tuttu. “Büyükbaban büyük adamdı,” dedi, “onu çok severdik.”