Mehmet Said Aydın: Biz büyürken Sovyetler yıkıldı, şehre taşındık şehir değişti, sonra internet icat edildi, bilgisayar yaygınlaştı sonra telefonlar derken bizim bütün hayatımız...
27 Aralık 2018 13:55
Mehmet Said Aydın’ın üç dilde yayımlanan anlatısı Dedemin Definesi, bir yıkım ve yüzleşme hikâyesi anlatıyor. Aydın’ın daha önce Agos gazetesinde tefrika ettiği Dedemin Definesi, bir anlamda “benim de başımdan ilginç bir hikâye” geçti deme hâli. Bir avlunun içinden anlatıyor Aydın, o avlunun içindeki dillerle yayımlanıyor kitap.
Mehmet Said Aydın ile evi, ev hakkında neden bu kadar konuşulduğunu ve yazıldığını, Türkiye tarihinin aynılıkları üzerine sohbet ettik.
Dedemin Definesi anlatısından bahsetmeden önce senin düzyazı, öykü, anlatı ile bir şair olarak kurduğun ilişkiden bahsedebilir miyiz?
Düzyazıyla ilişkim sanırım hep gazeteler üzerinden oldu. Buradaki metinleri ilk olarak Agos’ta tefrika etmiştim. Gerçekten tefrika etmek esprisine de sadık kaldım. Oturdum her hafta yazdım, bütün hikâyeyi en başta yazmamıştım. Ve beş sayı boyunca yayımlandı. Zeynep Özatalay illüstrasyonlarını yaptı, o da her hafta beni bekledi ve o hafta hikâyeyi okuyarak çizdi. Şiir yazan biri olarak, editörlük yapan, okur olan biri olarak, düzyazıyla ilişkim mecburiyet ilişkisi taşıyor. Bu hikâyeyi yazmak istiyordum fakat tam olarak ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Kalkıp Agos’a gittim, Yetvart Danzikyan ve Ferda Balancar’la konuştuk. Onlara baştan sona anlattım kafamdakini; dedim ki, aklımda böyle bir şey var bunun bir kısmı kurmaca tabii ki, yani kadının sonunda Ermeni çıkması –aslında Ermeni çıkıp çıkmadığını da tam bilmiyoruz– gayrimüslim çıkması. Buradaki dede figürünün mahcubiyeti, o mahcubiyetin zaman içindeki yansımaları, çocuklarıyla ilgili olan meselesi, duvardaki fotoğrafta kimin olduğu... Bütün bunlar aslında başkaydı. Ama bir kısmı otobiyografik. Tefrika etmek istiyorum dedim, onlar da sağ olsunlar, zarafetle kabul ettiler.
Selim Temo ile yaptığımız söyleşide de söyledim; birader mesaj attı “Abi keşke bana küfretmeseydin,” diye, annem aradı “Oğlum Süreyya Hristiyan mıymış” diye sordu, babam aradı “Oğlum bak amcanlar okuyacak bunu” falan dedi. Yani ilkin kendi etrafını inandırman gerekiyor. Bir tane gerçek başlangıç hikâyesi var. O bahçe gerçekten benim büyüdüğüm bahçe, hakikaten polis tarafından basıldı ve hakikaten birileri ihbar etmişti. Tefrika sürerken, Danzikyan “Bu anlattığın hikâye o anlattığın değil sanki,” gibi bir şey dedi. Meramımı anlamıştı. Onlara anlattığım ilk hikâyenin de dışına çıkmak istiyordum çünkü tefrikada.
Yaklaşık dört beş yıldır her hafta bir gazeteye yazı yazmak, düzyazı konusunda beni terbiye etti diye düşünüyorum. BirGün’le ve Evrensel’le başlayan, bir süredir akamete uğrasa da gazeteduvar.com’la devam eden her hafta yazma tecrübesini de kendimce dönüştürdüm. Gündelik hayat, savaş, siyaset elbette kendini dayatıyor ama oralarda söyleyecek ne kadar çok sözüm var, emin değilim. Meselesi o olan yazılar yazdığımda bile, bir şekilde mecaza, hikâye etmeye sığındığımı sanıyorum. Bu metin, adlı adınca düzyazı olan ilk kitabım. Bunun hem Agos’ta tefrika edilmesini hem de sonunda “anlatı” demeyi güzel buluyorum. Üç dilde olmasını da keza.
Üç dil meselesi nasıl gelişti?
Metnin meramının antropolojik muhatapları bu üç dil gerçekten de. Türkçe, çünkü mecbur olanı o. Anlatıcının okulda konuştuğu dil o, gördüğü dersin dili o. Kürtçe, çünkü evde konuştuğu dil, anadili o. Ermenice, çünkü hadisenin esas derdi artık o dilin duyulmuyor olması. Edebi Şeyler’in yayın yönetmeni Ali Özgür Özkarcı da metni ilk okuduğunda, zihninde bunun canlandığını söylemişti. İşin doğrusu tek başına Türkçesi bir kitap olamazdı, risale boyutunda olurdu. Özgür’ün öykülerinin derdi de benim buradaki derdime benziyordu, oradan da bir yakınlık kurduğunu sanıyorum. Adana Ermeniliği meselesini tartışıyor o da. Ardından Arlet İncidüzen’e ulaştı Özgür, Ermenicesi ona ait. Kürtçesi de Selim Temo’nun. Çizimler de zaten Zeynep Özatalay’ın. Şeklen de bana iyi gelen bir kitap oldu doğrusu.
Bazı tekrarlar var anlatıda bilinçli olarak yapılan. Anlatıcın bugünden geçmişe, 1993-95 arasına dönüyor. Neden bugünden geçmişe bakmayı tercih ediyor?
Vecdi Erbay Gazete Duvar’da kitap üzerine yazmıştı. Orada onun da tespit ettiği bir şeyi Selim Temo söyleşide sordu. İsabetle şöyle söylemişti; “burada bahsedilen korunaklı bir hayat.” Benim özgeçmişimin de korunağı belli. Benim babam müflis bir müteahhit, sonradan öğretmenlik yapmaya başlıyor ama bir şekilde toprak sahibi bir aile, dinî bir hâl de var, “Mala Şêx” (Şeyh ailesi) diye anılıyor aile. Annem de öğretmen, çok uzun öğretmenlik yapmadığı için kalbi kırılmış bir kadın. O söyleşide “Müteahhit ya da petrol tüccarı olabilecekken niye edebiyatçı oldun” diye sormuştu. Haklı. Kızıltepe garip bir yer. Ben Kızıltepe’yi çok konuştum, çok yazdım, çok seviyorum Kızıltepe üzerine konuşmayı, özlüyorum da.
Bazı şeyleri çocukluğa dönerek anlayabiliyorum. Bu konuyu da çok konuştum gibi geliyor, bir şekilde kendi çocukluğundan söz eden yazarların önünde sonunda gidip çocukluk övmesini aslında pek sevmiyorum. Ama eleştirdiğimiz kimi şeyleri yaparken buluyoruz kendimizi. Umarım bunu daha az yapabilirim bundan sonra. Fakat öte yandan, “siyasî yenilgi” hissi, memleketin geneline sirayet etmiş depresyon, yılgınlık hâli beni de etkiliyor elbette. Bu yüzden de çocukluğa atıyor olabilirim zihnimi.
Kitaptaki anlatıcı ise bizzat öyle biri. Bir evde oturuyor. Karısından ayrılmış. Çocukları yurt dışında. Eski eşi muhtemelen haklı sebeplerle çocukları göstermiyor. KHK ile işten atılmış. Kendi hakkında “ortalama” tespiti yapıyor. Bir şeyin kahverengisini alan, boy sırasının bile ortasında duran, gittiğinde yokluğu belli olmayacak biri. Ama diyor ki kendi kendine, bu defa hatırlıyorum, ortalama olmayan bir hikâyem var ve bari bunu yazayım.
Tekrarlar dediğin biçim tercihi, şiirlerden kaldı sanırım. Yazdığım şiirde de tekrarı, bazen sıkıcı olacak kadar tekrar etmeyi önemsiyorum. Tekrar denen şeyin hayatın her alanında kendini bu kadar dayatması, adının “modern” ya da “modern sonrası” olmasının metinlerden bağımsız olmadığını söylemeye çalışıyorum esasen. Ki bunu da ilk yapan ben değilim.
Aynı zamanda dönemin tarihçesiyle ilgili kısa hatırlatmalar yapıyorsun. Doksanlar, sokağa çıkma yasağı, silahlar, insanların silahları tanımaları... Bunların bir benzeri 25 sene sonra tekrar ortaya çıkan meseleler. 25 sene sonra bu hikâyelerin tekrar ortaya çıkması sende neyi tetikledi?
Bütün bir halk adına konuşabilen biri olsaydı da, keşke konuşsaydı ve hepimiz onaylasaydık. Bırak kalabalık hakkında konuşma kabiliyetini, bizzat kendimiz adına konuşmak lüksünden yoksunuz zaten.
Kürtler ne yazık ki, tarih denen şeyi bir aynılıklar merasimi olarak yaşıyor. Benim şu 35 senelik hayatımda, hadi diyelim ki akıl baliğ olduğumdan beri 25 sene geçmiş olsun, o da bugünler oluyor, 1993 olsun hadi ilk tarih de, o tarihten 1993’ten bu yana bu geri dönüşleri, masaya otur, geri dön; masaya otur, savaş; masaya otur, daha büyük, daha sert savaş; masaya otur, elini daha da yükselt’leri kendim bir aynılık olarak yaşadım... Bu döngüyü defalarca gördük. Çok büyük kırılmalar da oldu. 1993 Newroz’u, 1995 Newroz’u, 1999 Öcalan’ın tutuklanması, 2000’lerin başı, anadilde eğitim dilekçesi, belediyelerin seçimleri, bağımsız olarak milletvekilliği hadisesi, Türkiye soluyla kurulan bloklar, ardından hendekler, Rojava, tutuklanan milletvekilleri, atanan kayyımlar... Bütün bu dönüşlerin hepsini ben bu kısacık hayatımda çok gördüm. O yüzden derimiz mi kalınlaştı, şaşırmıyor muyuz, şaşırmak zaten gereksiz bir eylem mi bilmiyorum. Öte yandan, bu 1990’lar değil 1930’lar. Cumhuriyet’in başına ve oradaki inkâra dönülüyor âdeta.
Peki, kimdir bu Feqî Xelef?
Feqî, “fakih” olarak Türkçede var. Fıkıh âlimi demek sözlük manasıyla. Benim kitapta kullandığım, artık tekkede olmayan, yolda olan, talebe kalmaya devam etmiş birinin sıfatı. Kürt edebiyatının klasik döneminin en büyük şairlerinden birinin de adıdır: Feqiyê Têyran. Kuşların âlimi anlamında.
Xelef ise adamın adı. Halef diye Türkçede kullanılan isim. Xelef anlatıda somut mânâda gerçeğe en yakınsayan figür olabilir. Koca göbekli, su falı bakan, sırt yastığını göbeğinin altına yerleştirip bağdaş kurarak oturan bir adam. Feqîlerin bazısı gelenek olarak dolaşırlar. Evlere misafir olurlar, sohbetler ederler, misafiri oldukları evi ululadıkları düşünülür; onların ağırlanması önemlidir, komşular gelir o sohbetlere katılır, o bazen kıssa anlatır, bazen hadisten bahseder, bazen fıkıh ilminden konuşur, bazen hiçbir şey konuşmaz milleti dinler, bazısı mucize gösterdiğini ima eder, oradakiler hürmet ederse onu yapar... Bizim anlatıdaki, mucizeyi gösterdiğini ima ediyordu. Bölgenin çeşitli yerlerinde çeşitli zaman aralıklarıyla bazı evde üç ay kalır, bazı evde dört gün kalır, bazı köyde altı ay yaşar, çocuğunu da çağırır, bazı köye bir gün uğrar gider... Bizim bahçedeki eve gelmişti, ama ilk gelen o değildi başka feqîler, başka şeyhler de gelir kalırdı, dedemle muhabbet ederlerdi. Misafir ağırlamanın çok önemsendiği bir bahçeydi.
Senin için ev nedir? Evi kim yapar? Neden bu kadar evden konuşuruz? Neden bu kadar çok evle ilgili yazıyoruz?
Geçenlerde daha, bir arkadaşım “Ben memlekete dönüyorum,” haberi verdi. Normalde üzülmem gerekirdi, yıllarca, kalmak için gayret sarf ettiği bir şehirden dönmek zorunda kalıyor. Bir tür yenilmek aslında bu. Artık bu duruma üzülmemek gerektiğini düşünüyorum. İstanbul’dan gitmek yenilmek gibi gelmiyor bana. Üstelik, dönülebilecek bir ev olması müthiş bir şey. Çoğu zaman insanlar dönecek bir evleri olmadığı için çok çaresiz hissediyorlar sanki. Geri dönmeyi yenilgi gibi yaşadığım bir dönemim oldu benim de. Askere gitmeden evvel Ankara’dan Kızıltepe’ye dönmüştüm bir valizle. Kitapları zaten taşımıyorsun ama bilmem kaç yılın bir valize sığması ve elinde o valizle geri dönmen çok ağırına gidebiliyor.
Az evvel konuştuğumuz şu “genel yılgınlık” bahsi de yenilgi parantezini çok esnetti. İstanbul’a gelmek, benim ilkgençliğimde bir tür restti. Geldim, kalmak için uğraştım, iş buldum, ev kurdum ilanihaye.
Ev benim için çok uzun zaman Kızıltepe idi. İstanbul’da herhalde 12-13 kira evinde oturdum, Ankara’da üç kira evinde oturdum, toplamda bu hayatta 16-17 kira evim oldu. Hiçbirini o anlamda kalıcı hissetmedim. Bunun fizikî ve sınıfsal bir karşılığı da var, kira ödüyor olduğum için de böyle hissediyorum elbette ama öte yandan da hakikaten ben önünde sonunda burada gurbette olduğumu düşünüyorum. İstanbul şu anda benim hayatımda Kızıltepe’den daha uzun yaşadığım yer. Şöyle de bir durum var tabii; eskiden birinin torunuydum insanlar için, sonra birinin oğlu oldum, şimdi sokakta neredeyse kimseyi tanımadığım bir yer oldu Kızıltepe. Çoğu tuhaf binayı her gittiğimde ilk defa görüyorum. Ama açıkçası ev benim için uzunca bir süre memleketti. Her şey değişiyor. Şimdi neresi gurbet, neresi memleket, hep birbirinin içine girdi.
Peki, neden bu kadar çok ev yazılıyor, son sekiz senede bunu çok fazla görüyorum. Sizin kuşak evden çok bahsediyor, bunun sence nedeni ne?
Biz 1980’lerin başında doğmuş edebiyatla uğraşanlar o kuşak, çok büyük zamanların insanı değiliz. Biz büyürken Sovyetler yıkıldı, şehre taşındık şehir değişti, sonra internet icat edildi, bilgisayar yaygınlaştı sonra telefonlar derken bizim bütün hayatımız... İstanbul’da yaşamış yahut yaşayan kendi kuşağımdan bahsediyorum. Sınıfsal ya da etnik bağlamları yok sayarak söyleyebilirim. Yaşadığımız en görkemli ve en tuhaf şey Gezi oldu. Ondan öncesi ve sonrası yok. Büyük kitlesellikler yok, büyük kahramanlıklar ihtimali yok. İsa’dan önce 1600’lü yıllara “Kahramanlık Çağı” demişler. İsa’dan sonra da, sanırım 19'uncu yüzyılın ortalarından 20'nci yüzyılın sonlarına kadar başka bir kahramanlık çağı yaşandı –aynı zamanda yenilgiler, yıkımlar çağı. Bana öyle geliyor ki, biz orayı teğet geçtik. Kahramanlık vaktiyle bir ihtimaldi. Ara kuşak olmanın laneti de var; bizden sonrakiler zaten bu ihtimali hissetmeden büyüdüler çoğunlukla.
Bu sebeplerden olabilir, belki bizim için ev bark, kafanı sokabilecek bir yer, orayı muhkem kılmak, oradan çıkarılmamak, sokaktan sonra illâ ki eve dönmek, eve dönerken anahtarını yoklamak... bunlar o yüzden önemli olmuştur.
Etrafta bu kadar çok evsiz insan varken, ev ile evsizlik arasında adalet ve adaletsizlik arasındakine benzer bir ilişki olabilir mi?
Türkiye için “yurt dışı” demek, biliyorsun çok uzun zaman, belki 1960’lara kadar, Avrupa demekti. Bizim zihnimizi, zihin dünyamızı belirleyen yerin adı esasta. Dört beş yıl kadar evvel, ilk kez oralara gittiğimde onca evsiz olmasına şaşırmıştım. Çekoslovakya çocukluk imgelemimde “Prag Baharı” gibi detaylardan ötürü çok gürültülüydü. Orada müthiş sayıda evsiz vardı.
Burada başka bir şey çalışıyor; şehirdedir ama peyniri evden gelir, ekmeği ucuza alabileceği bir yeri keşfetmiştir, kuruyemişini validesi yollar, kayınvalidesi gelip evde yemek yapar gibi bir kanaat ekonomisi var. Bu topraklarda sanırım evsizlik meselesinin de üstünü öyle böyle, bu kanaat ekonomisi örttü. Suriyeli sığınmacıların gelmesiyle, mesele örtülebilir olmaktan çıktı. Kanaat ekonomisi de çöküverdi. Çöküntünün altından da ağır bir ırkçılık pörtledi. Benim çok yakın çevrem Suriyeli ırkçılığı yapıyor ve bunun farkında değil. Söyleyince de politik doğrucu oluyorsun.
Buradan bakınca evet, böyle bir adalet-adaletsizlik ilişkisi var. Ama şöyle de çok garip bir durum var, buna çok bozuluyorum. Şimdi çıksak Boğaz yalılarının yüzde 85’i boş, hiç kimse yaşamıyor içinde. Şu anda içinde olduğumuz bu söyleşiyi yaptığımız Sultanahmet, Eminönü... Buralar gündüz nüfusu ile akşam nüfusu arasında çok ciddi farklar olan semtler, ilçeler. Sadece bu civarda, şöyle bir bakmakla tespit edilecek yüzlerce boş, terk edilmiş bina görürüz. Ya terk edilmiş, ya aile derdiyle satılamamış ya da yatırım için alınmış, acayip bir durum. Derin analizlere, istatistik hesaplarına gerek de yok. Bu terk edilmiş yahut kullanılmadan duran her eve dörder kişi yerleştirilse, sokaklarda evsiz kalmayabilir. Cahilce bir şey söylüyorum gibi geliyor ama bazı dertlerin çözümünün, bu kadar basit tahlillerden geçtiğine ikna oldum artık. Ev boşsa, orası artık evsizlerin olmalıdır. Mülkiyet hırsının hırsızlıktan farkı olduğunu sanmıyorum.
Anlatıya dönecek olursak. Bu bulunmayan hazinelerin yarattığı haset. Bu hasetin sebep olduğu yıkım nasıl ve neden nesilden nesile aktarılan bir mirasa dönüştü?
Yakın zamanda, akademisyen Ümit Kurt’un Antep 1915 – Soykırım ve Failler adında kitabı çıktı İletişim Yayınları’ndan. Çok çarpıcı bir şey yapmış yazar; üç figür üzerinden, lokal olarak Antep’te yaşananlara bakıyor. Kim nasıl varsıllaşmış, sonradan kendini nasıl meşrulaştırmış, Meclis’e girdiğinde neler söylemiş... Aynı zamanda, bir şehir monografisi gibi de okunabilir.
1915 bu toprakların yaşadığı vahşi bir soykırım. Fakat biz bunu bilgi olarak biliyoruz, bu bilgiyi savunmak için birileri ayrıca bedeller ödediler. Bu da bir trajedi. Ama gene de bunu figürler üzerinden okuyunca mesele sanki daha anlaşılır hâle geliyor. Bir bakınca, bu benim dedeme, babama, bana benziyor diyorsun. Şunu da bilemiyorum, ben de 1970’lerde komşumun, dedemin, amcazademin tedrisatına benzer bir tedrisattan geçsem, öyle büyüsem, belki de öyle düşünecektim. Çocukluğumda kulağımıza söylenen cümle şu idi: “40 Ermeni öldürürsen cennete gidersin.” Bu cümle bazen şaka, bazen iddia, bazen beklenti olarak var.
Bahsettiğin haset; temelde ekonomik bir haset. Kuyum işi yapan, eli çok yetenekli bir halka duyulan haset. Kimi şehir efsanelerinin beslediği bir şey bir kere. İkincisi beceriksizlik. Kendi parasını kazanamamış, kolay yoldan bir şekilde muvaffak olmaya bakıyor. O bahsettiğin haset ve hayal kırıklığının bir kısmı şehir efsanelerinden, bir kısmı din mevzuundan, gayrimüslim olmaktan kaynaklanıyor. Mevzu 1915’in getirdiği bakiye.
Sonrasında Süreyya geliyor. Kimliğini bilmediğimiz bir kadın olarak ve hane halkı bir şekilde kabul ediyor onu. Ve o kuyunun kazıldığı hane onun için tekrar yapılıyor. Bu hikâye o insanları nasıl etkiliyor? Hazine için kazarken inkâr edilmiş bir suçla karşılaşıyorlar aslında, bu bir helalleşme vesilesi mi?
Çok emin değilim. Düğümlerden biri defineci dedenin ilk mahcubiyeti idi. Orada sınıfsal bir mahcubiyet var. Çünkü istemiyor define aradığının duyulmasını. Defineciler günlük yazanlar gibidir, günlük yazan bilir ya günlüğünün bir gün okunacağını; defineci de defineci olduğunu saklasa bile bir gün duyulacağını bilir. Küçük yerlerden bahsediyoruz, gecenin bir vakti bir yere giden bir adam silsilesi nereye gidecek? Ya meyhaneye ya da böyle para pulla ilgili ya da politik bir şey yapacak, bir şey gizleyecek. Bir yandan aslında burada bir kusur var ama bir yanıyla da suç. Beni ilgilendiren ilk mahcubiyet. Hatta polisin evi basmasına ve özel harekât tarafından gözaltına alınması tehlikesinin belirmesine rağmen söylemiyor. Orada erteledikleri bir durum var, bunu konuşmuyorlar. Çünkü baba-amca figürleri, yani dedenin çocukları bu işe çok onaylayarak girmiyorlar. Babaya mecbur bir durum var. Sonra sadece sınıfsal anlamda mahcup olduğunu sandığımız dedenin, bir de soykırım mahcubiyeti taşıdığını öğreniyoruz. Kendisinin ya da akrabalarının karışıp karışmadığını bilmiyoruz. O mahcubiyetinin içinde bir suç olduğunu, bir suç olduğunu ima ettiğimi düşünüyorum.
“Esas bir an ilgilendiriyor beni, herkesin herkesten özür dilediği, benim de herkesin herkesten özür dilediğini hatırladığım bir an” diye yazıyorsun.
Oradaki anlatıcı çok da emin değil onun gerçekliğinden. Herkes herkesten özür diliyor, o da şahit oluyor, “Unutmuyorum, bununla ilgilendim,” diyor ama emin değil o özrün yetip yetmediğine. Neye yetti? Hakiki bir özür müydü, retorik miydi? Muhatapları karşına getirip özür dilesen bile ne değişir ki? Ermenilerden özür diliyoruz meselesi vardı ya, tartışılmıştı. İki taraftan da muhalefet görmüştü “Ben özür dilemiyorum çünkü ben bir şey yapmadım,” diyordu bir taraf. Diğer taraf da “Ben de kabul etmiyorum, özür neye yeter” demişti mealen. Hadisenin iyi niyetini sorgulamıyorum ama öyle de bir karşılığı var bu işin. O yüzden anlatıcı özür meselesinden çok emin değil, ben de değilim. Ama o son yapılan jestin; odaya kapanmak, oradaki o kısık sesle söylenmesi meselesi... Aslında orada bile isteye yapılmış bir kurgu hatası var, çünkü anlatıcı yalnızca gördüğü şeyleri anlatabiliyor ama burada bilmediği, duyması ihtimalinin olmadığı bir şeyi de anlatıyor. Çünkü belki özür diliyor kendinden, kendi geçmişinden, şimdi bu düştüğü normalden özür diliyor olabilir. Bak, diyor belki de, ben yalan söylüyorum bu hikâyede, ben çok büyük bir hikâye anlatıyorum, bu yüzden de belki uyduruyorum burayı, diyor.
Anlatıcının sıradanlığı ne ifade ediyor?
Bir ayakkabıcıda en çok numarası bulunan ayakkabı benim ayağıma olur, diyor hatırlarsan. Kahverengi giyerim, diyor. Yakın zamanda başka yerde konuştuk bunu. Bu yeni orta sınıf hadisesi. Bir gri orta sınıf. Az önce bizim kuşağı tarif ederkenki tarifime benziyor; büyük bir şey değiştiremeyeceğini biliyor, buna gücü de yok, buna yetecek örgütlülük bilinci, gayreti, hevesi de yok. Uçağa da biniyor ama aslında hiçbir zaman çok zengin olmadığını biliyor. Zengin olmayacağını da biliyor. Kredi kartıyla yaşıyor güç bela ama işte indirimli tatile gidiyor. O gri orta sınıf, aslında üzerine henüz Türkiye’de çok konuşulamayan bir sınıf. Hakiki sinema, edebiyat dediğimiz mecra orayı üzerine yazacak, çekecek kadar ilginç bulmuyor olabilir. Ama o sınıf ilginçleşmeye başladı. O sınıf ortalama olduğunu fark etmeye başlıyor. Benim bu anlatıcım da onu fark ediyor, o yüzden mesela “Ben de ilginç bir şey yaşadım, benim hafızamda böyle bir şey var,” diyor. Çünkü aslında, o da bahsi geçen sınıfa mensup biri.
Fransa’da olanlar da öyle, sarı yelekliler. Bakıyorsun, çok haklı taleplerin yanında ırkçı talep de var. Oradakiler tartışıyor olmalı. Bu 68 Paris’i değil, Prag değil, ama ne? O tanımlanamazlık ilgimizi çekmeli kanımca. Bu mesele üzerine uzun boylu bir çıkarım yapacak tedrisata sahip değilim velakin bana öyle geliyor ki Fransız sosyalistleri de şaşırmış durumda. Macron gitti en son orada muhatap aradılar, muhatap bulamadılar. Biraz hikâyeler değişiyor.
Bu adamın değişimi de oradan okunabilir. Ortalama olma hâli. Belki de kaybetmedi bu adam, şu anda kaybetti sanıyor, ama belki de kaybetmeyeceği bir çıkış bulacak, belki bu hikâyeyi anlatmaya başlaması, o kozayı esnetmesine sebep olmuştur. Bir de adsız bir anlatıcı bu. Adını kendi içimde de koymadım doğrusu. Ama sanki Ahmet isminde biri.
Peki, bir şiir kitabı geliyor, ne zaman geliyor?
Bitti. “Lokman Kasidesi” ismi. İki buçuk senedir uğraşıyordum. Geçen baktım 2016 yazmışım “Lokman Kasidesi” defterinin girişine. Benim için zordu diyebilirim. Kusurlu Bahçe ve Sokağın Zoru’ndaki şiirler hem üslup olarak hem dert olarak bundan farklıydı. Başka başka zamanlarda yazılmıştı. Ayrı şiirlerden mürekkepti, bölümleri vardı, o bölümlerin içinde kimi şeyler denemiştim, birbirinden ayrılan şeyler tartışmıştım kendimce. Ama bu öyle bir kitap olmadı. Yekpare, tek bir şiirden oluşuyor. Kaside formunu bir şekilde devralıyor, bir üslup esprisi yapıyor. Beyit beyit ilerliyor başında. Sonra form bozuluyor, parçalanıyor.
Lokman diye birinin kasidesi: Bu bütün Lokman’lar olabilir, Lokman imgesi olabilir, tek bir Lokman olabilir. Bir yas, bir taziye metni gibi başladı ama sonunda yine bir modern dağılma yaşıyor, çok konuşmaya başlıyor metin. Bir şey denedim. Bu denediğimin, bu kitap özelinde edebî başarısı beni çok ilgilendirmiyor açıkçası. Oraya geldim. Edebî başarı ne demek tam bilmiyorum ama o kısmı gerçekten bu kitapta beni ilgilendirmiyor. Çünkü kendimce bir yas yükü taşıyordum ve onu yazmalıydım diye ikna oldum. Bitirebilmek, insan içine çıkarmak iyi gelecek sanırım. Ocak ayında, Everest’ten çıkıyor.